Allah Azze ve Celle Hz. Adem’e esmayı/eşyayı öğretti,[1] o da meleklere muallim oldu.[2] Hz. Musa’ya, “vahyedileni dinle”[3] buyurdu. Elinde yazılı bir kitap olmadığı halde kendisine “Oku!”[4] diye emredilen Peygamber-i Ekber’e “Dinle, Hıfz et, Daha sonra oku!” denildi. Sahabe, Allah Rasulü’nü ﷺ dinledi, “İşittik ve itaat ettik”[5] dedi. Onlar Peygamber’i dinleyince kazandı, “Cebel-i Rumat”ta olduğu gibi “Ganimet, ganimet” deyince kaybetti. Mevlana Mesnevî’ye “Bişnev/Dinle!” diyerek başladı. Halef, selefi, talebe, hocayı dinledi. Kendi kendine ilim öğrenenden hadis, hocası olmadan okuyandan da Kur’an dinleme!” buyurdu kudema.
Müslümanlar Allah’ın(c.c.) ayetleri ve Rasulü’nün hadislerine mutlak itaat etmekle; kudemanın sözlerine ise Kitab’a ve Sünnet’e muvafık olması durumunda uymakla emrolundu.[6] Lakin emrin ilkinde zorunluluk, ikincisinin kim olduğunu belirlemede ise ihtiyarilik esas. Hiç bir müctehid, sair ulemayı ictihadıyla amel etmeye çağırmadı. İmam Malik, Muvatta’yı bütün şehirlerde okutma talebinde bulunan Abbasi Hükümdarı’na, insanlar benim kitabımı esas alırlarsa kendi şehirlerinde sahabenin rivayet ettiği lakin bu kitapta olmayan hadislere itibar etmez. Sünnet’i bu kitap hacminde bir miras zannederler, diyerek isteğini reddetti.
Cami’de iki hitabet yeri, bir münacaat mahalli var. Müslüman minberde, kürsüde hocayı dinler, mihrapta ise dinledikleriyle Rabbine münacatta bulunur. Camilerde namaz sonraları kurulan halkalarda ve evlerdeki hususi meclislerde bir alim konuşur, müminler onu dinlerdi. Daha sonra alimler, kitaplar ve medreseler yasaklandı. İnkâra “istikbal”, İslam’a “irtica” dendi.
Üstad Necip Fazıl 1934’te tanıdığı Abdulhakim Arvasi Hazretleri vasıtasıyla neyi dinlemesi ve önceden dinlediklerini niçin reddetmesi, neden “öz ağzından kafatasını kusması” gerektiğini öğrendi. Kendisini rahatlatacak bir yol bulmanın umuduyla rahatladı. Bütün ızdıraplarının ilâcını Hocasının anlattığı İslam’da buldu. O’nun dizi dibinde erdi, orada mutlak hakikatin dönmez davacısı oldu.
Bir insan için niçin yaratıldığını bilememekten daha büyük bir ızdırap olabilir mi? Üstad, “ateşte ve cımbızda” dahi olmadığını söylediği o ızdırabı, tam otuz yıl yaşadı. Abdulhakim Arvasi Hazretleri’ni tanımasıyla birlikte kendisine “bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edildi.”. Kalem, kelam ve hareket zaferleriyle dolu hayatı kendi ifadesiyle, “akrebin kıskacında” geçti. Engellendi, hürriyeti gasp edildi, defalarca mahkum oldu, lakin yılmadı, Mürşidinden dinlediklerini, onu dinleyen yüzbinlerce gence anlattı; onları Mavera’ya, öteler ötesine çağırdı.
Üstad, aklı sonuna kadar kullanmaya çağırdığı muhataplarına, aklın bir yerde iflas edeceğini bu yüzden aşkın temel, aklın bina olması gerektiğini söyledi. Büyük bir davanın idrakinin zor olduğuna herkesten çok o müdrikti. “Bu iş ne akılla, ne akılsız.” tesbiti, tarih boyu “büyük düşünür” etiketiyle piyasada dolaşan adamların bedevinin dahi rahatlıkla anlayabileceği mevzularda nasıl büyük yanılgılar içerisinde oldukları hakikatinin izahıydı.
Akılsız olmaz, lakin yalnız akılla da olmaz;
Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!
Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Kur’an-ı Kerîm (den) okudu, konuştu, Üstad da O, “Tanrı Kulu”nu dinledi. Sözlerini çerçeve yapıp duvara değil, ruhuna yazdı, ruhunu, fikrini onun sözleriyle mayaladı.
Üstad mücadele hayatının kırkbirinci yılında dinledikleri, okudukları ve yaşadıklarının hülasasını MTTB’de verdiği konferansta Müslüman Gençlerle paylaştı; Onları hep aradığı, bulduranı bulunca bir daha ne buldurandan, ne de aradığından hiç ayrılmadığı Allah Rasulü’nün ﷺ davasını ikame mücadelesinden divaneler olmaya çağırdı;
Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin hassasiyeti içinde birini arıyordum.
BİRİNİ…
O, kim mi?
Allah’ın Sevgilisi…
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…
Tek dava O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı. Binbir istikamette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki meccani emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o BİR etrafında helezonlar çizen bir hayat…
Benim hayatım budur!
Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!
Madem bir gün ölüm de ölecek ve insan Cennet’te bir daha ölümü tatmayacaksa, sonsuz bir hayatı yaşamaya vasıta olan “ölüm” korku sebebi değil, Allah’a ulaşma vasıtasıdır. Bu yüzden Üstad, “Biricik meselem, Sonsuz’a varmak.” dedi. “Gençliğe Hitabe” bu işin kitap çapında izaha muhtaç bir metnidir. Hatipte konuşmak, muhataplarda ise dinlemek esastır. Lakin bu esasiyet duvarlara değil, yüreklere levhalar asmak için olmalıdır.
Büyük Doğu’yu Anlamaya Doğru dosyasını Ahiret sermayemiz olur gayesiyle hazırlayıp sizinle paylaşmak istedik. Doğrular Allah’a ve Rasulü’ne kusurlar ise beşere aittir.
Allah Teala Üstad’a da, size de rahmet eylesin.
[1] Bakara, 31
[2] Bakara, 33.
[3] Tâ Hâ, 13.
[4] Alâk, 1
[5] Bakara, 285.
[6] Nisa, 59.
[7] Necip Fazıl, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2016, 39.