EHL-İ SÜNNET AKÂİDİ
Kudema “ilmin şerefi, ma’lumun şerefine nisbetle kıymetlendirilir”, [1] buyurur. Akâid’in mündericâtında kulların ibadet etmekle mükellef olduğu Allah Azze ve Celle’nin sıfat, fiil ve isimleri vardır. “Amentü’nün esaslarından olan meleklerin, kitabların, peygamberlerin, Ahiret’in ve Kader’in ne olup, ne olmadığını incelemek de Akâid’in mevzuudur.
Akaid’in konusu, “ma’lum olan ya da olması gereken” şeylerin en mühimleri olunca, onları ihtiva eden ilim de diğer ilimlere nisbetle, daha önceliklidir. Bu yüzden Ebû Hanîfe Hazretleri -bizzat kendi yazdığı ya da imlâ ettiği- Akâid’le alakalı eserini, “En büyük fıkıh” anlamında, “el-Fıkhu’l-Ekber” olarak isimlendirdi. Peki, Akaid neye kıyasla en büyük fıkıh olur? Tabiki ibadet, muamelât ve ukubât mevzularını ihtiva eden fıkha nisbetle… Akâid’i “el-Fıkhu’l-Ekber” yapan da onun bu mündericatıdır. Akâid “usûluddin” yani din ilimlerinin esasıdır. Bu yüzden ona “رَأسُ اَلْعِلْمِ” ilmin esası, başı denmiştir.
Bütün Peygamberler muhataplarına ilk olarak, “Allah’a ibadet edin ve hiçbir şeyi ona ortak koşmayınız” [2] demiştir. Mefhum ve mantûk itibariyle hepsi Allah’a kulluğa çağırdı. Risaleti, insanlar gibi cinleri de kapsayan Peygamber-i Ekber de muhataplarına, “Ben cinleri ve insanları başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” [3]âyetini tebliğ etti; “Rasûlu’s-Sakaleyn” oldu. Bu yüzden İbn-i Abbas )r.a( mezkür âyeti tefsir ederken ”لِيَعْرِفُونِي” “Beni bilmeleri için” der. Marifetullaha ermek isteyen insana kim olduğunu, niçin yaratıldığını ve Allah’a nasıl ulaşacağını Akâid anlatır.
- AKÂİD’İN ANLAM HARİTASI
Malum olduğu üzere Arap dilinde kelimelerin mastardan mı yoksa fiilden mi ya da bu ikisinden ya da bu ikisi dışında başka bir şeyden mi iştikâk ettiği noktasında Nahivcilerin farklı görüşleri vardır. Biz fiilden türediğini esas alarak mevzuyu “عَقَدَ” fiili çevresinde örgüleştirelim. Akîde kelimesinin çoğulu olan Akâid, “عَقَدَ” fiilinden türemiştir. “فَعِيلَة kalıbında, ism-i meful anlamında ism-i faildir; Gönülden bağlanılan, üzerine kesin bir şekilde hükmedilen, zerre kadar şüphe duyulmayan hakikat anlamına gelir. “A-k-d” fiilinde kesinlik, katiyyet vardır. Nitekim Arap, ipi bağlayıp, ona düğüm atmayı “عَقَدْتُ اَلْحَبْلَ” şeklinde ifade eder. İki şeyin arasını birleştirmek de “a-k-d” fiili ile anlatılır. Fiilin, ipi birbirine bağlama şeklinde hakikî anlamı olduğu gibi, alış-veriş, yemin, nikâh, sözleşme gibi mecazî anlamı da vardır.
Maddi anlamdaki bütün bağlamalar güçlü görünse de zayıftır, bir gün ya koparlar ya da düğümleri çözülür. Kalbin bağlanmasını ifade eden itikad ise her türlü tehdite meydan okur. Bu yüzden en güçlü bağlanma hali “kalb”e aittir. Kalbin ameliyesi olan “Akîde”, kulun Rabbi’ne ve O’nun buyruklarına inanma/bağlanma halidir.
İman Engel Tanımaz
Maddi bağların harici unsurlara karşı mukavemeti bir noktaya kadardır. Kalbin Allah’a ve iman esaslarına bağlanma hali ise harici bütün tazyikler karşısında daha da güçlenir. Nitekim gözleri önünde önce annesi Sümeyye(r.a.) sonra babası Yasir(r.a.) şehid edilen Hz. Ammar, ikrâh-ı mülci altında diliyle müşriklerin istediği cümleyi, kalbi reddettiği halde söylemiş, daha sonra bu hali Allah Rasûlü’ne anlatıp, kendinden yakınmıştı. Efendimiz ﷺ, ona, “Kalbini nasıl buluyorsun?” diye sorunca Ammar, “Şüphesiz imanla mutmain/dopdolu bir halde” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü ﷺ, “Eğer onlar (işkenceye) dönerlerse, sen de ruhsatla amel et/yaptığını tekrarla!” buyurdu. Hadise üzerine şu âyeti kerîme nazil oldu; [4] “Kalbi imanla dolu olduğu halde inkâra zorlanan hariç kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder, kalbini inkâra açık tutarsa işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir.” [5]
Bilâd-ı İslam’da farklı zamanlarda yapılan istilalardan sonra İslam Ümmeti’nin baharda yeşeren ağaçlar gibi neş u nema bulması göstermektedir ki, iman engel tanımaz.
İtikadın Tarifi
Düğüm atmışçasına inanmayı ihtiva eden “itikad” ıstılahî olarak, “اَلْحُكْمُ اَلْجَازِمُ الذي لَا يَقْبلُ اَلتَّشْكِيكَ” Hiçbir şekilde şüpheye mahal vermeyen kesin hüküm, yürekten bağlanma.” olarak tarif edilebilir.
“Bu Asırda Bu Ahkâm Tatbik Edilir mi?” Demenin Hükmü?!
Akîde, tecezzi kabul etmez; Kişi inanılması gereken esasların bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederse “mümin” olmaz. Kur’ân-ı Kerim, Yahudilerin bu minvaldeki imanlarını reddetmektedir. [6] Allah Teâla’nın bazı âyetleri için, “Bu asırda bu ahkam tatbik edilir mi?” diyen bir akîde, “İslam Akîdesi” olamaz.
Akîde’nin en büyük hasmı şirktir. Müşrik gibi, “Yalnız İslam, Sadece İslam” diyemeyen biri de “Mümin” olamaz. Müminin kalbinde İslam’dan başka bir anlayışa yer yoktur. “İtikat”, Müminin yürekten “İslam’la” yaptığı akittir.
İman, Nelerden Uzak Durmayı Emreder?
Kur’ân-ı Kerîm, “Akîde”nin ne olduğunu ifade ettiği gibi, onu korumak için neler yapmak ve nelerden uzak durmak gerektiğini de belirtir ve ikinciye misal olarak da Ehl-i Kitap’tan şu taifeyi zikreder, “Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar ‘cibt’e ve “tâğût”a inanıyorlar. İnkâr edenler için de, ‘Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar.”[7] Ehl-i Kitap’tan bir grup Medine’den Mekke’ye Müşrikleri Allah Rasûlü’ne karşı kışkırtmak için gittiğinde, Müşrikler kendilerine, “Siz Ehl-i Kitapsınız, Muhammed, ‘Bana Allah Teâla’nın âyetleri geliyor.’ diyor belki de siz onun adına çalışıyorsunuz; Bilmiyoruz. ’Şu bizim putlara secde edin de, Muhammed’in [sallallahu aleyhi ve sellem] tarafında mısınız yoksa bizim yanımızda mısınız? görelim’ der. Onlar da Mekke’nin putlarına secde ederler. Bu hadise göstermektedir ki, imanın Yahudi ile tek bir alakası vardır, o da “akîde”nin kalpte değil, lafızda olmasıdır. Yahudi kalp değil, kelâm müslümanıdır. Fakat iman asıl itibariyle lafzın değil, kalbin ameliyesidir. İmanı olduğunu iddia eden bir adam ideolojilerle kalbî alakası var ve onlardan kopamıyor ve ”لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ” derken bütün ideolocyaların hükümsüz olduğunu ilan edemiyorsa, onda akîdevî sorun vardır.
Akaîdin Gayesi
İnsanın kalbine yaratılış gayesine uygun, fıtratına münasib imanı yerleştirmek, Allah Azze ve Celle’nin Vacibu’l-Vücûd oluşunu, isimleri, sıfatları ve fiilleriyle anlatmak, bütün bir beşeriyeti tevhîd akîdesi etrafında toplamak, “Akaîd”in esas gayesidir.
Akaîd, insanı hurafelere inanmaktan, kula kulluktan, şüphe ve evhâmdan, şirk ve tuğyandan korur; Dünya ve Ahiret saadetine eriştirir. Fert ve cemiyet planında muvahhidlerin çoğalması, eşya ve hadiseye Ahkâm-ı İslamiyye’yi tatbik etmenin rükn-ü esasisidir.
Akaid’le alakalı mevzuları bilmek her müslümana farzdır. Mühendislik, Eğitim, Tıp, İletişim, Siyasal okuyan gençler de bu ilimleri okumalıdır. –Elhamdülillah- İFAM’da, İfam’la birlikte Fizik, Mühendislik bitiren, hoca olan, Beydâvî, Nesefî, Suyûtî okutan kardeşlerimiz var. Müslüman nerede olursa olsun mükellef olduğu bu ilimleri hemen hayata tatbik etmelidir. Sahabeyi kirâmın önemli bir bölümü, Allah Rasûlü’ne gelirken Bedevî idi. İçlerinde İslam’dan önce yol kesenler de vardı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e teslim olanlar, bir anda değişti, gelişti, geriye muallim ve mürşid olarak döndü. Namazı, orucu, haccı, zekâtı Arap Yarımadası’na -büyük oranda- Allah Rasûlü salllallahu aleyhi ve sellem’i ancak birkaç gün dinleyebilen o sahabe anlattı.[8]
Akaîd ilmi, hükümlerin tesbitinde vahyi esas alır, aklı ise vasıta kabul eder. Akaitte vahiy metbu, akıl tabidir.
- AKÂİD ve KELAM MÜNASEBETİ
Akâid kitaplarındaki hükümler, Kur’ân-ı Kerîm’den ve Sünnet-i Seniyye’den istinbat edilmiştir. Akide kitaplarında felsefî bahislerin tahlili ya da tenkidine dair bablar olmaz; sadece Ehl-i Sünnet’e has esaslar yer alır. Kelam ilmi ise Akaid’in muhafızı hükmündedir. Akide’yi tehdit eden ne kadar ideoloji varsa Kelam onlarla hesaplaşır, tahlil ve tenkid eder ya da tasfiye eder. Bunun içindir ki, İmam Taftazânî’nin Ömer Nesefî’nin Akaid Metni üzerine yazmış olduğu, “Şerhu’l-Akâid” başından itibaren sayfalarca okur, bir âyet, bir hadis göremezsiniz. Neden? Çünkü Allame Taftazanî felsefeyi karşısına alır, onunla, onun kabul ettiği yöntemleri esas alarak konuşur, hesaplaşır. Her şeyi akılla çözebileceğini zannettiğinden vahiyle irtibat kurmayı reddeden mütekebbir irade, vahyin önünde diz çöker. Ona göre “mütekebbir irade” felsefecilerin kuyruğuna yapışan bedbahtlardır. Taftazanî onlara, “Buyurun. Usulünüzü ortaya koyun!” der. Önce usul. Kime, neyi, nasıl anlatacağınıza dair hedefiniz yoksa “usul” hiçbir zaman “vusul”e vasıta olamaz.
Kelam’da İki Yol
Usûl yoksa vusûl olmadığı gibi, muarıza, davayı anlatmak da müşkildir. Usulün ilk maddesi ise, münkir bir akılla Onun kabul ettiği deliller çerçevesinde konuşmaktır. Tanımadan konuşulmaz. Bir ideolojiyi ya da bir batıl inanış şeklini tanımadan ona, “Ben seni tanımıyorum” denmez. Yani Batı’yı tanıyıp, ideolocyasını çözmeden, “ben seni tanımıyorum ey Batı!” demek boş bir uğraşıdır.
İman Esaslarını korumaya memur bir disiplin olan Kelam’ın bugün iki mecrası vardır. Birinci mecra İran, Hint, Yunan Felsefesi Bilâd-ı İslam’a girdikten sonra, felsefeyle derinden derine hesaplaşan, “bu iş ne sadece akılla, ne de akılsız olur” anlayışınının mimarı İmam Eş’ârî ve İmam Mâturîdî’nin takip ettiği yol… İkincisi ise Batı’’da Aydınlanma’nın inkârcı aklının tesiriyle Dini, “Kilise”nin içine gömüp, “Sen buradan çıkamazsın.” dedikten sonra başlar. Kilise adına mücadele verenler hadisenin vahametini görünce öne sürdükleri tarihselcilik iddiası ile şunu söylerler, “Kilise ile bizim yıllarca süren bir alakamız var; Papazlar bizim adamlardır, bir anda bunları gömmeyelim. İncil’i masallardan ayıklayalım. Kitap bir tarihi değer olarak elimizde dursun.”
Aydınlanma’nın Kilise Müdafileri, “Hristiyanlığın içinde ne kadar efsane unsur varsa hepsini anlaşılabilir bir forma getirelim” dedi. Hermenötik okuma böyle bir süreçte icat edildi. Kilise’yi insanileştirme ameliyesi olan Tarihselcilik yerli oryantalistler vasıtasıyla Kur’ân-ı Kerim’e tatbik edildi. Ne var ki Kelam’daki bu ikinci mecranın açılmasına sebep olan tehlikeler henüz izale edilmiş değil, ilkinde olduğu gibi bu mecra da Büyük Kelamcılar bekliyor.
Taftazanî’nin İzinde
Taftazânî, Kelam ilminin başyapıtlarından olan Şerhu’l-Akâid’in ilk bölümlerinde –daha çok- kendi çağındaki düşünce sistemleriyle hesaplaşarak Akide’nin etrafındaki ideolojik kuşatmayı yarar. Lakin bugün Şerhu’l-Akaid’teki ifadelerle çağdaş felsefi hareketlere cevap vermeye kalkışırsak, ne muhatapları ikna, ne de hasımları ilzam edebiliriz. Bu, Şerhu’l- Akâid’in kifayetsiz olduğu ya da müfredattan çıkarılması gerektiği anlamına gelmez. Peşinen şu hakikati ifade edeyim ki, bu Ümmet’in, Medreselerin yıkıldığı, kütüphanelerin yakıldığı, ulemanın asıldığı, ayrım yapmadan kadın-erkek herkesin şehid edildiği Moğol istilasından sonra Şerhu’l-Akâid çapında eserler yazan Taftazanî gibi allameler yetiştirmesi İslam’ın bir mucizesidir. Şerhu’l-Akâid alanında aşılmaz bir eserdir. Semiyyat gibi bölümlerde ondan hem usul hem mesele cihetinden, baş taraflardan ise usul zaviyesinden istifade edilmelidir. İslam’ı tehdit eden çağdaş hareketlere karşı nasıl Kelamî bir mücadele yürütülür, sualinin cevabı olarak, Şerhu’l-Akâid’i okuyup anlamayı tavsiye ederim. Şerhu’l-Mevakıf, Şerhu’l-Mekâsıd gibi muhalled kitapları da İslam’la mücehhez bir aklın, münkir aklı nasıl dize getirdiğini idrak etmek ve bu anlayıştan hareketle yeni beyan usulleri geliştirmek için okunmalı. Müslüman aklının yeniden inşası, yerli oryantalizmanın, “dini tamir iddiasındaki din tahribi”nin önüne geçilmesi Şerhu’l-Akâid’teki ufuk çizgisini yakalamakla mümkündür.
Seyyid Şerîf Cürcanî ve Taftazânî gibi çağlarını aşan Büyük Akıllar bize ibarelerinin delaletiyle şunu derler, “Asrımızda yaşayan ideolojilerin saldırılarına karşı biz, İslam’ı bu eserlerle hem beyan, hem de müdafaa ettik. Muvaffak da olduk. Menhecimiz ortadadır. Kelam’daki ikinci mecranın usulûnü belirlerken siz de, bizim tecrübemizi esas alınız.”
Hüseyin Cisr
İkinci Mecranın önünde Aydınlanma Düşüncesi’nin artığı münkir akıl ve onun fideliğinde gelişen sâir ideolojiler vardır. Bu mani ancak kökleri Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’de olan bir iradeyle aşılabilir. Bu noktada ilk olarak Kur’ân-ı Hakîm’e gitmeli, Sünnet-i Seniye’ye başvurmalı. Ardından Taftazanî’nin izinde yeni terkip cehdine girmeli. Bu noktada Hüseyin Cisr’ın Abdulhamid’e nisbetle “er-Risaletü’l- Hamîdiyye” olarak isimlendirdiği eser pek mühim bir çalışmadır. Kitap, İslam etrafında oluşturulmaya çalışılan ithamları çürütecek, Materyalizma’nın İslam dünyasında mevzi kazanmasına mani olacak bir muhtevaya sahiptir.[9]
Bediüzzaman’ın risaleleri de kelamî noktada büyük hizmetler îfa etmiş, mataryalizmanın önünde aşılmaz bir bend gibi durmuştur.
Kelam: Amentü Müdafaası
Müslümanın “Amentüsü”nü bir bütün olarak sunan Akâid kitapları, İslam dairesi içerisindeki batıl mezhepleri tasfiye etmeyi ve mevzuları doğrudan âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerle izah etmeyi hedefler. Lakin Kelam, felsefî cereyanlara karşı bir duruş, bir karşı koyuştur. Akide ile Kelam bu noktada birbirinden ayrılır. Biri, mümine imanın ne olup, ne olmadığını anlatır, diğeri ise bunun yanı sıra harici saldırılara karşı “Amentü”yü müdafaa eder.
İslam, Mümin olmayanlara önce tekvîn-i âyetlerle anlatılır, teslim olanlar tenzîl-i âyetlerle itaate davet edilir. Münkir bir akıl, Allah Azze ve Celle’nin vacibu’l-vucud olduğuna inanmadığından O’nun âyetlerine de itibar etmez.
Allah’a inanmayan bir adam, O’nun tenzilî âyetlerine de inanmaz. Bu yüzden adam önce kendini hesaba çekecek ve “Ey serseri akıl gel ve varlığını keşfet’” diyecek bir iradeye muhtaçtır. Kelam akla, gel, “seninle, senin anlayışını esas alarak hesaplaşalım” der ve aklı hesaplaşa hesaplaşa teslim alır. Allah Azze ve Celle’nin âyetlerini ise “Semiayyat” gibi bahislerde okur.
III. BUHARİ ve MÜSLİM SEVİYESİNDE BİR ALİM: TAHAVÎ
Bu bölümde Ehl-i Sünnet Akâid’i bağlamında eserini şerhedeceğimiz İmam Tahavî’yi tanıyacağız. Hem muhaddis, hem de fakih olan İmam Tahavî’nin asırlardır ellerden düşürülmeyen el-Akîdetu’t-Tahaviyye” adlı eseri onun Akaîd/Kelam sahasında da allame olduğunu göstermektedir.
İmam Tahâvî, Hicrî 239 yılında Mısır’ın “Tahâ” köyünde dünyaya geldi. Tam adı, Ebû Cafer Ahmed b Muhammed et-Tahavî’dir… Köyüne nisbetle “Tahavî” olarak şöhret buldu. 321’de de yine Mısır’da vefat etti.[10]
Ailesi
Teracim kitaplarında ailesine dair kayda değer bir malumat yoktur. Yalnız mensup olduğu “ezd” kabilesinin fetih ordusuyla birlikte Mısır’a geldiği düşünülürse ailenin askerî ameliyelerle iştigal ettiği öne çıkar. Hicri 264’te vefat eden babası Muhammed b. Selame[11] hocalarındandır. Aile Alimleriyle meşhurdur. Dayısı İmam Şâfî’nin talebesi İmam Müzenî’dir. Tahavî Onun yanında neşv ü nemâ bulur. Rivayet edilir ki, Tahavî’nin annesi aynı zamanda da İmam Müzenî’nin kız kardeşi, İmam Şâfî’nin ise talebelerindendir.[12]
Kitaplarda İmam Tahâvî’nin dedesinin ilmi durumuyla alakalı sarih bir malumat yok. Köyünün adı Taha, oraya nisbetle Tahavî diye anılıyor. Künyesi Ebu Ca’fer… İmam Müzenî’nin talebesi lakin ilimdeki dirayetiyle daha sonra o da bir Müzenî olur.
Takvası
İmam Tahâvî, ilimde olduğu gibi zühtte ve takvada da imamdı. İbn Nedim onu, çağının ilimde ve zühtte benzeri olmayan alimi olarak anlatır.[13] Tahâvî, ne dünyalıklara, ne de dünyalığı olan insanlara, dünyalığından dolayı itibar ederdi. Bir gün Cebbâr diye meşhur olan, Mısır Valisi Ebû Mansur Tekîn el-Cezerî yanına girer. Onu birden karşısında görünce içine bir korku düşer. Vali kendisine ikramda bulunur, iyi davranır. Daha sonra ise, “Efendim! Kızımı sizinle evlendirmek istiyorum!” der. İmam Tahavî, “Bunu yapamam” diyerek teklifi geri çevirir. Vali, “Dünyalık bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sorar. Tahavî, hayır, der. Vali, “Peki ya size bir arazi tahsis edeyim mi?” diye sorar. Yine Hayır, cevabını alır. Bunun üzerine vali, “Dilediğini benden iste!” deyince, Tahâvî, “Söylersem dinler misin?” diye sorar. Tabiki cevabını verince şunları söyler, “Elinden kayıp gitmemesi için dinini koru, ölmeden önce nefsini Cehennem’den azad edecek ameller yap, kullara zalimane davranmaktan uzak dur!” Sonra onu bırakıp, yoluna gider. Rivayet edilir ki, Vali ondan sonra halka zulmü bıraktı.[14]
İmam Tahâvî zor şartlar altında yaşamasına rağmen Mısır Valisi’nin teklifini, lüks bir hayat içerisinde ilmî çalışmalarına devam edememe endişesiyle reddeder. Çünkü hem ilme, hem de paraya sahip olduğu halde paranın esiri olup ilmi terk etmeyen alimlerin sayısı azdır.
İlmî Durumu
İmam Tahâvî’nin yaşadığı dönem hadis ilminin altın çağıdır. Tahâvî, İmam Buhârî(v. 256) vefat ettiğinde 17, İmam Müslim’in(v. 261) vefatında 22, İbn Mâce’nin(273) vefatında 34, Ebû Davûd’un(v. 275) vefatında 36, Tirmizî’nin(v. 279) vefatında 40, İmâm Nesâî’nin(v. 303) vefatında 64 yaşındaydı.
Buharî şerhi “Umdetü’l- Kârî”nin müellifi Aynî (rahmetullahi aleyh) İmam Tahâvî’ye dair şunları söyler, “Bana göre İmam Tahâvî’nin (rahmetullahi aleyh) ‘Şerh-u Meâni’l- Âsâr’ın ve Şerh-u Müşkili’l- Âsâr’ın sahibi olması; hadîsteki derinliği, ricâl ve hadîse vukufiyeti ve kesreti şuyûhu -hocalarının çokluğu- itibariyle Buhârî ve Müslim seviyesinde bir muhaddistir.”.
İmam Tahavî’nin büyüklüğü daha çok Hadis ve Fıkıh alanında temayüz eder. Zira O, Mezhep münkirlerinin “Bu hadis şuna, şu da buna aykırı… Aralarında tearuz var, reddedelim.” gibi iddialarını ve hükümlerini çürüten eserler telif etmiştir. Bu zaviyeden bakıldığında “Şerh-u Meâni’l- Âsâr” adlı eserinin hadis ilminde ayrı bir yeri vardır.
İmam Tahâvî’nin hadis ilmiyle alakalı eserleri Hanefî mezhebinde ayrı bir yere sahiptir. Müellif, “Şerhu Meani’l- Âsâr”da ahkâm hadislerini ele alır. Ahkâm hadisleri arasında bir teâruz varsa onları tevfîk ve tahsis yoluna gider. Tevfîk edemediyse “Şu hadisi şu nesh etmiştir, diyerek hangi rivayetin nerede, nasıl kullanılacağını ya da kullanılamayacağını belirttir.
Bu hususu şöyle bir misal çerçevesinde ifade edelim; Sabah namazında “isfar”ın müstehab olduğunu söyleyen Hanefiler, namazı vaktin çıkmasına az bir zaman kala kılar. Buna göre son oturuşta kişinin abdesti bozulsa, abdest aldıktan sonra, güneş doğmadan mesnûn kıraati yaptıktan sonra vakit çıkmalıdır. Delilleri ise, ”Sabah namazını ortalık aydınlanmaya başlayınca kılınız. Çünkü bu ecir bakımından daha büyüktür.”[15] İmam-ı Şafi ise Hz. Aişe’den rivayet edilen hadisten dolayı “tağlis”[16] yapmanın müstehab olduğunu söyler. İmam Tahâvî, Allah Rasûlü’nün bütün sabah namazı uygulamalarına, kılış şekillerine, vakitlerine bakar ve sonunda bu iki hadisi cem eder. Buna göre ğales (karanlık) vaktinde namaza başlanır, kıraat uzatılır ve isfâr vaktinde namaz bitirilir. Böyle yapılınca hem tağlis, hem de isfâr hadisleri cem edilir ayrıca Allah Rasûlü ve ashabından gelen rivayetlere uyulmuş olur. Allah Rasûlü’nün bazı sabah namazlarında çok uzun okuması da İmam Tahâvî’nin bu te’vîlini desteklemektedir. İmam Tahavî, “Şerhu Müşkili’l- Âsâr”da ise herhangi bir mevzudaki hadisleri ele alır. Yine onların tevfîkine, tahsisine, neshine bakar, onlarla alakalı mütâlaalarını serdeder. İmam Tahâvî hemen her alanda eseri olan hem bir âlim-i rabbânî hem de abittir.
Mezhebi
Bir fakih, bir mezhepten diğerine, onun ictihatlarını daha müdellel bulması gibi hususları dikkate alarak geçebilir. Buna göre Hanefî olan bir alim, İmam Şafii’nin delillerini daha muknî bulup, Şafîî olabilir. Aynı şekilde Şafii bir alim de Hanefi olabilir. Kişi, İmam Mâliki’n mezhebinden İmam Ahmed b. Hanbel’in mezhebine de geçebilir. Yine Hanbelî iken Mâlikî olabilir. Bir Müslümanın makam, mevki sahibi olmak ya da bir kadınla evlenmek gibi dünyevî bir gaye için mezhep değiştirmesi, dini oyuncak haline getirme hükmünde olacağından haramdır. Mesela, şâfiî olan bir adam Hanefî mezhebine mensup bir şahsın kızına talip olur, kayınpeder olacak şahıs da, “Ben şâfiî bir adama kız vermem.”, der, damat da bundan dolayı mezhep değiştirirse, bu caiz değildir. Ya da Hanefî bir baba kızına talip olan bir Şafîî’ye, “Sen şâfiî’sin, ben sana kız vermem, Hanefî olursan kızımla evlenebilirsin”, der; Adam da o kızı almak için Hanefî olursa, bu da caiz değildir. İmam Tahâvî, Ebu Hanîfe’nin delillerini daha muknî, ictihatlarını daha müdellel bulur, bu yüzden yirmi yaşlarında mezhep değiştirir; Şafî iken Hanefî olur. Bu tercihinde, İmam Şâfîî’nin talebesi olan dayısı İmam Müzenî’nin fetva verirken Ebu Hanîfe’nin (rahmetullahi aleyh) kitaplarına bakıp fetva vermesi de etkili olur; “Hanefî olayım, ictihatları doğrudan bu kitaplardan nakledeyim.” der.
Sahih Hadis Hassasiyeti
Vahhâbîlerin bir kısmı İmam Tahâvî için “Mutaassıp bir Hanefî’dir.” der. Bu doğru değildir. Çünkü delili gördüğü halde onunla amel etmeyen kişiye “mutaassıp” denir. Buna göre sahih bir hadisin mezhebine aykırı olduğunu bilen bir fakih, hadisi değil de mezhebin görüşünü alsa alimliği şöyle dursun müslümanlığı da tartışılır. İmam Tahâvî’nin hadise rağmen görüş beyan ettiğini iddia etmek büyük bir iftiradır. Bu, yalnızca İmam Tahavî’yi değil bütün Ümmet’i alakadar eden bir mevzudur. Çünkü mezhep imamları, sahih bir hadisin kendilerine ulaşmama ihtimaline binaen, “اِذَا صَحَّ الْحَدِيثُ فَهُوَ مَذْهَبِي” buyurmuşlardır. Bu ibareyle alakalı müstakil bir kitap yazılmış, müellif, talebelerine bu ibareyi vasiyyet hükmünde bırakan alimlerin sözünü senediyle zikretmiştir. Buna göre, “اِذَا صَحَّ الْحَدِيثُ فَهُوَ مَذْهَبِي” yani benim zayıf olduğunu zannederek almadığım bir hadisin daha sonra sahih olduğu ortaya çıkar ve benim görüşüm o sahih hadise muhalif olursa, benim görüşümü atın, hadisi alın; Çünkü “فَهُوِ مَذْهَبِي” Benim mezhebim o hadistir. Bunu kim söylüyor?! Bütün İmamlar… Kim bunlar; İmam Ebu Hanîfe, İmam Malik, İmam Şâfîî, İmam Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyhim ecmain. Hepsi bunu söylüyor; peki bunların yolunda yürüyen bir âlime, mutaassıp denir mi?![17]
- KELAM İLMİNİN AZAMETİ
Şerhu’l- Akâid’i, ibaresi yanında, işaretiyle ve delaletiyle de okuyabilenler, hiçbir zamana sığmaz, hiçbir şekilde, hiçbir ideolojiye mahkum olmaz. Kelam ilmine muhatap olan bir talib-i ilim, felsefe vadisine döner ve şöyle der, ”Ey Kant, ey Descartes, ey Dilthey ve ey Gadamer! Siz de kim oluyorsunuz ki bu iman ve fikir vadisinde söz hakkı istiyorsunuz. Eğer bir hükmünüz olsaydı, sizin hakikat dediğinizi, sizden sonrakiler inkar etmeyecek, kendi doğrularını sizin yanlışlarınız üzerine kurmayacaklardı. Mesleğiniz doğruyu değil, yanlışı buldurma yoludur!”. Kelam tevazu değil, mütekebbire tekebbürün sadaka olduğunu akılla bildirme makamıdır. Nevarki, bu izzet makamını, “Güneşi ceketinin astarı içinde kaybeden marka müslümanları” derekesinde olanlar idrak edemez.
- HALİMİZ, ÇAREMİZ
İlahiyat Fakültelerinde Molla Câmî’nin İbn Hacib’in Kâfiye’si üzerine yazmış olduğu, “el-Fevâidu’z-Ziyâiyye”yi okutabilseydik ya da lafız ile mana arasındaki irtibatı hakîmâne bir dille izah edebilseydik müstagribler, Garb’a bu derece bir teslimiyet davasında olmayacaktı. Mevlânâ Molla Câmî (r.a), dil felsefesinin şaheseri olan “el-Fevâidü’z- Ziyâiyye”yi ölümüne bir yıl kala yazmıştı. Bu eser o kadar derin bir ilme ve irfana sahiptir ki, bütün anlam bilimciler eserleri itibariyle kıymetlendirildiklerinde, Mevlânâ Molla Câmî’nin yanında ancak yaver olabilirler. Ne var ki iki asırdır tutsağı olduğumuz Batı aklını taklit marazı, mahkûmiyetimizi de, mahrumiyetimizi de derinleştiriyor. Kelam bize fikre vurulan prangaları nasıl kıracağımızı gösterecek. Bunun üzerinde yoğunlaşmalıyız.
Bu yazı dizisi, Kelam ilminin kadîm bir irfan ve yeni bir zaman telakkisiyle mevzuları tahlil ve telif etmesine matuf olacaktır.
- TAHAVÎ AKİDESİ Mİ,İSLAM AKAİDİ Mİ?
“Sâir Akîde kitapları gibi, ‘el-Akîdetu’t-Tahâviyye’ de, İslam’ın asla taalluk eden mevzularını içerir.” deyince bir başkası, o halde neden okuyacağımız metin, “İslam Akaîd”i şeklinde değil de, “Tahavî Akidesi” olarak terkip edildi ya da meşhur oldu? diye sorarsa deriz ki, İmam Tahâvî (r.a) bu esere böyle bir isim vermedi. Daha sonra eser, müellifine nisbetle Tahâvî Akîdesi diye maruf oldu. İslam ilim tarihine bakıldığında bu halin binlerce örneği görülür. Nitekim Büyük Alimlerin meşhur eserleri, bizzat müellifleriyle maruftur. Mesala İmam Suyûti’nin İbn Malik’in “Elfiye”si üzerine yazdığı, “el-Behcetü’l- Merdiyye” adlı şerh kendi adıyla değil, müellifiyle bilinmekte, medreselerde talebe, “Suyûtî okuyorum.” dediğinde mübtediler dahi onun “el-Behcetü’l- Merdiyye” okuduğunu anlar. Aynı mana, “Zamahşerî, Beydavî ya da Nesefî okuyorum.” diyen talebelerin ifadesinde mevcuttur. Nasıl talebeler “Suyutî okuyoruz.” dediğinde muhatapları, “Suyuti’nin hayatını değil, Elfiye üzerine yazdığı şerhi okuduklarını anlıyor ve bunu da normal addediyorsa, insanlar, ‘Tahavî Akidesi okuyoruz.’, dediğinde de, bu geleneğe hakim olan herkes okunan metnin Tahavî’nin görüşleri değil Kur’ân-ı Kerîm’den ve Sünnet-i Seniyye’den telif edilen iman esasları olduğunu idrak eder.”
Şerhiyle müşerref olduğumuz “el-Akidetu’t-Tahaviyye” üzerine tarihi süreç içerisinde onlarca şerh yazıldı. Lakin biz bu eserde daha çok Ebu Hafs el-Gaznevî, Muhammed bin Muhammed el-Babertî, Abdulgani el-Meydanî ve Abdullah el-Hererî’nin şerhlerindeki hususları tahlîl ve terkip edeceğiz. İbn-i Ebi’l-İzz’in (v. 792) iki ciltlik “Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâvîyye” adlı eseri belli konularda müfîd izahâtta bulunmasına rağmen, umûmi manada Ehl-i Sünnet Akidesi’ne giydirilmiş selefi bir kıyafet gibidir. Kendisinin Hanefî olduğunu söyleyen lakin Hanefî Mezhebi’nin en müdellel kitaplarından biri olan İmam Merginanî’nin “el-Hidaye”si üzerine, “et-Tenbîhât ‘alâ Müşkilâti’l-Hidaye” adında, haksız ithamlarla dolu beş ciltlik bir eser kaleme alan İbn Ebi’l-İzz’in eseri, İbn Teymiyye’nin görüşlerine İmam Tahavi’nin adını kullanarak alan açma ameliyesidir. Selefi kardeşlerimiz İmam Tahavî’yi takdir ettiklerinden değil, onun adıyla daha çok insana ulaşabilmek için “Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâvîyye” okutmaktadırlar.
VII. NİÇİN YAZILDI?
İmam Tahâvî, bu eseri(el-Akîdetu’t-Tahaviyye) yazma sebebini ifade ederken şöyle der; “Bir talebem bana geldi, dedi ki, ‘Hocam Akaîd alanında bir boşluk, bir eser te’lif eder misiniz.”. İşte bu eser, “Otuz kitabım vardı, otuz bir olsun.”; “kitap satışları iyi gidiyor” ya da “iyi kazanıyoruz” düşüncesiyle değil, Ümmet’in evlatlarına Ehl-i Sünnet Akidesi’ni anlatmak gayesiyle telif edilmiştir. Allah Teâla ulemamızdan razı olsun.
Devam Edecek….
Dipnotlar
[1] شَرَفُ اَلْعِلْمِ بِشَرَفِ اَلْمَعْلُوم
[2] Nisâ, 36.
[3]Zariyât, 56; ”وَمَا خَلَقْتُ اَلْجِنَّ وَ اَلْاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ”
[4] Ebû Abdillah el-Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 2000, X, 119.
[5] Nahl, 106.
[6] Bakara, 85; “اَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ اَلْكِتَابِ وَ تَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ”;
[7] Nisa:51 ‘‘ اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ اُوتُوا نَصيباً مِنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذينَ كَفَرُوا هٰٓؤُلَٓاءِ اَهْدٰى مِنَ الَّذينَ اٰمَنُوا سَبيلاً’’
[8] Elli günlük İslamî ilimler programına katılan kardeşlerimiz, Allah Teâlâ’nın inayetiyle bu ilimleri okutmayı da tekeffül ediyorlar.
[9] Cisr’in akâide bağlamında değerlendirilecek diğer bir eseri ise “el-Husunu’l-Hamidiyye”dir.
[10] Misbahullah Abdulbakî, el-İmam Ebû Ca’fer et-Tahâvî, Dâru’s-Selâm, Kahire, 2010, 18-39.
[11] İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yan, Dâru’s-Sekafe, Beyrut, ty., I, 72.
[12] Ders Halkalarında Kadınlar
Kudema zamanında kızlar da, ilim meclislerine katılır, perdenin arkasında oturur, ders dinlerlerdi. Bugün olduğu gibi ihtilat olmaz, ulema da buna cevaz vermezdi. Allah Rasûlü ve Raşid Halifeler zamanın da kadınlar mescide gider, İlim halkalarında ders dinlerlerdi.
Kadınlar arz-ı endam için değil, arz-ı hal için ilim okur. Erkekler daha çok kitap, onlarsa yürekleri te’lîf eder. Biri zahirde, diğeri ise batınla alakalı hususta derinleşir. Kitap, şöhret getireceğinden ve onlar da, şöhretten ateşten kaçar gibi kaçmaları gerektiğinden kitap yazmamış, yürek te’lif etmişlerdir.
Hz. Ömer’le bir kadın arasında cereyan eden şu hadise, İslam Kadınlarının ilmi seviyesine dair güzel bir örnektir. Bir gün Hz. Ömer hutbede mehirden bahsederken, “Mehirleri bu kadar arttırmayın! Erkekler evlenemiyor.” der. Önde âlim sahâbîler olmasına rağmen perdenin arkasından sesi duyulan kadın; ,, أَ نَتَّبِعُ قَوْلَكَ اَمْ قَوْلَ اللهِ؟” Senin sözüne mi, Allah’ın sözüne mi ittibâ’ edelim?”, der, ardından da; “Eğer bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz, öbürüne (mehir olarak) yüklerle mal vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın.” mealindeki âyeti okur. Âyet-i Kerîme’de zikredilen “kıntâr”, “yüklerle mal” anlamındadır. Kadın, Hz. Ömer’e mehir olarak yüklerle mal veriliyorsa, sen nasıl bunu tahdid edersin, der. Bu Ümmet, Kur’ân-ı Kerîm’in her âyetiyle istidlâl edebilen alime kadınlar çıkarmış, yer yer erkeklerin aklına gelmeyen istinbatları Allah Teâla onlara nasib etmiştir. Devlet Başkanı Hz. Ömer de kadına, “Sen kim oluyorsun da bana itiraz ediyorsun!” dememiş, kadının istidlalini yerinde bulmuş ve mehri tahdit etmekten vazgeçmiştir.
Lakin alime kadınlar ancak ihtiyaç halinde konuştu. Hiç biri erkeklerin önüne geçip, ders takrîr etmedi. Çünkü onların hocaları şu âyete muhatap olan Ümmetin Anneleriydi; “Peygamber hanımlarından bir şey istediğinizde, onlar perde arkasında iken isteyin.”. Ümmet’in anneleri olan Peygamber’in eşleri, kendilerinden bir şey istendiğinde perdenin arkasında duruyorsa, sair kadınların nâmahrem erkeklerin önünde ders anlatmaları caiz olur muydu?!
[13] İbn Nedîm, el-Fıhrist, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, ty., 392.
[14] Ebû’l-Hasen Nureddin Ali b. Ahmed, Tuhfetu’l-Ahbâb, Kahire, 1937, 200.
[15] Tirmizi, Salât 117; Ebu Davûd, Salât 8; اَسْفِرُوا الصُّبْحَ فَاِنَّهُ اَعْظَمُ لِلْاَجْرِ”
[16] Hz. Âişe buyurduki, “Mümine kadınlar, elbiselerine bürünmüş bir vaziyette Allah Rasûlü (s.a.v.) ile birlikte sabah namazına katılıyorlardı. Namazı kıldıktan sonra evlerine dönüyorlardı. Henüz karanlık olduğundan kimse onları tanımıyordu.” Müslim, el-Mesâcid, 39; Ebû Dâvûd, Salât, 8; Tağlis, sabah namazını vaktin evvelinde henüz hava karanlık iken kılmaktır.
[17] Taassub ve Ulemanın Şecaati
Bu Ümmet’in uleması “mutaassıb” olmadığı gibi korkak da değildir. Mevzuyu bir misal bağlamında hulasa edelim: Yavuz Sultan Selim Mısır’dan dönerken bir ara Yunus Paşa’ya sorar, “Söyle bakalım Paşa! Allah Teâlâ bize Mısır’ı da nasib etti. Ne dersin?.” Paşa, “Efendim Mısır’ı aldık lakin bir kölemene bırakıp dönüyoruz.”. Yavuz’un derdi saltanat olsaydı, Mısır’a oğlunu veya bir yakının bırakırdı. Lakin öyle yapmadı. Bakıyor ki orduda bir rahatsızlık var, Irkçılık hastalığı canlanmış, “Neden bizden birisi değil de, Mısır’dan bir kölemeni bırakıldı.” diye kaynıyor ordu. Yunus Paşa, Yavuz’a kadar bunu getirince, Yavuz, Yunus Paşa’nın başını vurur.
Kemalpaşazâde, Paşa’nın hesabını sormak için atını Yavuz’a sürer. Gayesi ise Sultana “Sen nasıl bu adamı öldürdün?”,diye sormak. Çamura batan atın ayağından sıçrayan çamur Yavuz’un kaftanını kirletir. Herkes, “Eyvah! Şimdi Kemalpaşazâde hazretlerine de zarar verecek.” derken Yavuz, çıkarır kaftanı ve “Bunu mezarımın üstüne koyun” diye emreder. Sanki, Yavuz bu haliyle şunu söylemekteydi, “Şerîat’ın hesabını sormaya gelirken atının ayağından üzerime çamur sıçrayan, ölüm mahşerinde İslam’ı müdafaa eden büyük alimin atının ayağından sıçrayan çamuru taşımak bizim için bahtiyarlıktır.”, der.
İlim bir emanettir, Bu yüzden İlim adamı hakkı söyleme noktasında kimseden korkmaz. Tahavî o kahramanlardandır. Çünkü alim herkesten daha çok “وَ اِيَّايَ فَارْهَبُونِ” /Yalnız benden korkun” mealindeki ayete muhatap olmalıdır. İslam tarihinin muhteşem dönemlerinde İzz bin Abdi’s-Selâm, İmam Nevevî, Kemalpaşazâde gibi yer sofrasına oturup, gökte iftar eden dirayetli çok sayıda alimi vardır.