SEKÜLERİZMİN MEZARINI DA İSLAM KAZACAK
Aydınlama Çağı’nın ürettiği münkir akla göre dinle ilim iki ezeli hasımdır. İslam’da ise ilim din, din de ilimdir. Bu yüzden kudema, “İlim dindir. Dininizi kimden aldığınıza bakınız.” buyurmuştur. Bu manada İslamî İlimler terkibinden sair ilimlerin “İslamî” olmadığı anlaşılırsa tesmiye doğru olmaz. Çünkü ilimler ya naslarından neşet etmiştir ya da onları araştırmak bizzat nasların emridir. Kur’an-ı Kerim insanları tedebbüre yani bir şey ne için varsa, onu o şey bağlamında son aşamayı dikkate alarak düşünmeye davet eder. Fakat “bilimin” böyle bir derdi yoktur. Bir şeyi böler, parçalar, parçayı bütün gibi, bütünü de parça gibi inceler, bazen mücerret olarak esere bakar müessiri görmez, mahluka bakar Hâlık’ı görmez.
Aydınlanma Aklı’nın Kilise’ye baktığı gibi İslam’a bakan mustagribler, İslam’ın bütün disiplinleriyle çağın gerisinde kaldığını ve bu yüzden hayatın siyaset, iktisat gibi alanlarından çekilmesi, ukûbatla alakalı hususları hakim hukuk sistemlerine bırakması gerektiğini iddia etmiştir.
İslam Devlet Nazariyesi
Aynı zamanda bir hukuk kitabı olan ve bütün ideolojilere meydan okuyan Kur’an-ı Kerim, müminlerden, ahkamının fert, cemiyet ve devlet planında tatbik edilmesini ister. Bunun içindir ki ahkam ayetleri İslam Devleti’nin temelleri atılan Medine’de nazil olmuştur. Tevrat da Hz. Musa’ya Kızıl Deniz geçildikten yani Firavun helak olup Mısır teslim alındıktan sonra inmiştir.
Ahkam ayetlerinin Mekke yerine, İslam Devleti’nin kurulduğu Medine’de indirilmesinin bir hikmeti de, Allah Azze ve Celle’nin hüküm ayetlerinin ders mevzuu olmaktan ziyade doğrudan hayata yön veren buyruklar olarak anlaşılmasıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim sadece okunan bir kitap değil aynı zamanda devleti yönetmeye talip ilahi buyruklar manzumesidir.
İslam Hukukunun Esası,
Kur’an ve Sünnet
Allah Rasulü’nün ﷺ örnekliğinde teşekkül eden İslam medeniyetinin kök yapısı yirmi üç yılda hayatın bütün noktalarını kapsayacak şekilde teşekkül etmiştir. Kıyamete kadar devam edecek İslam Çağı Allah Rasulü ﷺ ile başlamıştır. Sahabe ilmi, fikri ve hareketi Ondan almıştır. Allah Rasulü ﷺ hayatın en detay konularına kadar konuşmuş, hemen her konuda hukukun temel esaslarını tayin etmiştir. Neye, nasıl iman edileceğinden, sofraya nasıl oturulacağına, devlet yönetiminden helaya oturma şekline kadar fıkha referans olacak bir muhtevada ashabını yetiştirmiştir. Bu hususu alay mevzusu yapan müşrikler bir gün Selman-ı Farisî’ye (radiyallahu anh), “Peygamberiniz size helada oturma keyfiyetine (hırâe) varıncaya kadar her şeyi öğretti.” deyince Selman; “Evet/Ecel” gerek def’i hacet, gerekse de bevl ederken kıbleye karşı dönmekten de nehyetti.”[1] buyurdu.
Allah Rasulü’nün ﷺ Batının ancak yüz küsür yıl önce evinde yer ayırabildiği hela ile ilgili detay bilgi vermesi İslam’ın hayatın her şubesinin yegane müessisi olduğunu gösterir. Selman-ı Farisi de müşriklerin sualine “evet” diyerek aslında bunu ikrar etmiştir, “Evet! İman, fikir ve amelde Hz. Muhammed, “el-Hırae” dahil dinimizi yaşamada muhtaç olduğumuz her şeyi bize öğretmiştir.”[2]
SEKÜLERİZM ve FIKIH
Ya doğrudan ya da ilkeler çerçevesinde hadiselere çözüm üreten Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, hukukun da kaynağıdır. Fukaha ictihat yaparak Kur’an ve Sünnet’i her asrın idrakine taşımıştır. Fukahın hayatın içerisinde yer almasına paralel olarak içtihat yoğunluğu artmış ya da eksilmiştir. Küfe fukahasının Ehl-i Rey, Medine’nin de “Ehl-i Hadis” olarak isimlendirilmesinin arka planında bu durum vardır. Küfe’de ictihat armış, Medine’de azalmıştır.
Fıkıh, taharetin şeklinden kuyunun hangi durumda “necis” olacağına ve ne şekilde temizleneceğinden, nelerin yenilip yenmeyeceğine kadar hayatın bütün mevzularından bahs eder. Kişinin ölümüyle birlikte fıkhî bir gerçeklik kazanan vasiyyetten, bütünüyle ölüm sonrası ahkamı içeren “feraiz”e kadar ki mevzular da fıkıh bağlamında değerlendirilir.
Fıkıh, yaratılma döneminden ölüm sonrasına kadar insan hayatını ihâta etmesi cihetiyle hiçbir nizama benzemez. Küresel Güçler onun bu muhtevasını bildiklerinden dolayı, dışardan durduramadıkları İslam’ı “tarihselci” yaklaşımla içeriden kuşatıp etkisiz hale getirme çalışması içerisindedir.
Batı karşısında siyaseten alınan mağlubiyeti İslam’a mal edenler dinin, diyanî bir alana çekilip Allah’la kul arasına hapsedilmesinin buna mukabil Batılı ülkelerin hukuk sistemlerinin olduğu gibi alınıp uygulamasının sorunların çözümünde tek çare olduğunu söyledi. Bunun için Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “İslam Hukuku ve Arap Memleketleri” başlıklı yazısında şunları söylemektedir:
Dini yalnız ibadete hasretmek, dünya işlerini düzenleyen hukuk kurallarını dinden ayırıp laikleştirmek, bugünkü toplumlar arasında taassuptan uzak, sömürgelikten uzak, bağımsız ve medeni yaşayabilmenin çok önemli bir şartıdır. Bütün Türkler bunu böyle bilmeli, taassub ve gericiliğe heves etmemelidir.[3]
Seküler hayatın kurucu şahsiyetleri “fıkh”ı, tarihî geçmiş hükümler mecmuası olarak gördüklerinden İslam’a adaveti en az olanları dahi, fıkhın ancak Allah’la kul arasındaki kısmına müsaade edilebileceğini söylemiştir. 1949’ta Ankara İlahiyat Fakültesi’nin açılmasına karar veren dönemin hükümetinin başbakanı Şemsettin Günaltay dostu Falih Rıfkı Atay’a mevzu ile alakalı şunları söylemiştir:
İlahiyat Fakültesine fıkıh dersi koymadım: Çünkü fıkıh, dünya işleri ile ilgili mensuh hükümlere dayanmaktadır.[4]
Muhammed Arkoun da İslam’ın hayatı anlama noktasında seküler olduğunu, dolayısıyla dinin insanlara oldukça geniş bir alan bıraktığını söylemektedir. Arkoun, sekülerleşmiş bir İslam Hukuku’nun Batı’ya katkısını değerlendirirken de yeniden İslam’ı sekülerleştirmeyi düşünmemiz gerekir, der.
İslam’ın seküler bir muhtevaya dönüştürülmesi gerektiğini iddia edenler Allah Rasulü’nün ﷺ Bedir ve Hendek muharebelerinin yerlerini belirlemede sahabe ile istişare etmesini delil olarak öne sürmektedir. Mevzu, etraflı bir şekilde değerlendirildiğinde görülecektir ki, burada asıl olan hendek kazmak değil, cihattır. Cihadın bütün safhalarında da Allah Rasulü’nün ﷺ vahye müstenit olan talimatları vardır. Bunu sormuş olması ise, İslam’ın akılla keşfedilebilecek hususlarda akla uygulama alanı açması anlamına gelir.
[1] Müslim, Tahâret 17.
[2] Şebbir Osmani, Fethu’l-Mulhim, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 2006, II, 337.
[3] Cumhuriyet Gazetesi, 19.07.1967.
[4] Falih Rıfkı, Pazar Konuşması, Dünya Gazetesi, 26. 11. 1967.
[5] Muhammed Arkoun, “İslam’ı ve Laikliği Bugün Yeniden Düşünmek”, Avrupa’da Etik, Din ve Laiklik İçinde, İstanbul, 1995, s. 15.