Giriş
Tartışılan bir konuda doğruyu ortaya çıkarmak için karşılıklı konuşmaya “Münazara”, taraflardan her birine de “Münazır” denir. Hasmını susturmak için yapılan mübahaseye ise “Cedel”, taraflardan her birine de “Mücadil” adı verilir. Mücadilin amacı her nasıl olursa olsun konuştuğu kişiyi susturmaktır. Bu yüzden onun ameliyesi, bilgi edinme yollarından kabul edilmez. Fakat münazırın gayesi, sadece gerçeği ortaya çıkarmaktır. Doğru, ister kendi tarafında, isterse de tartıştığı tarafta olsun değişmez. Mutlaka doğrunun ona aidiyetini kendisi için gerekli görmez.[ref]İlavelerle bkz. Ahmed Cevdet Paşa, Adab-ı Sedad min İlmi’l-Adab, İstanbul, 1303, s. 3.[/ref]
Münazaranın sadece gerçeği ortaya çıkarma ekseninde cereyan edebilmesi için tarafların uyması gereken bir takım esaslar vardır. Bunların cümlesine “Münazara ilmi” denir.[ref]Cevdet Paşa, a.g.e., s. 4.[/ref]
Düşünce tarihi çeşitli zamanlarda akdedilen münazara ve cedellere tanıklık etmiştir. Fakat insandaki “Ben” faktörünü tatmin ettiğinden “Cedel” sürekli önde olmuştur. İslam tarihinde ise, önde olan münazaradır. Allah Teâla’nın muradını anlayabilmek için oturumlar tertip eden selef-i salihin o derece hasbi davranmıştır ki nefislerine pay vermemek için doğrunun muhataplarının tarafında olmasını istemiştir.[ref]Cevdet Paşa, a.g.e., s. 3.[/ref]
İnsanların inanç ve düşünce farklılığı derinleştikçe münazara ve cedelin yoğunluğunda da artış olmuştur. Hak ve batıl mezheplerin tekevvün dönemi olması itibariyle tabiun devri münazaraların en yaygın olduğu zamandır.
Basra, farklı İslami fırkaların beşiği olması[ref]Muhammed Ebu Zehre, Eblu Hanife Hayatuhu veAsruhu-Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 69.[/ref] hasebiyle münazaraların merkez üssü konumuna gelmiştir. Her fırkanın ya en meşhur müdafileri orada bulunur ya da münazara yapmak için şehri ziyaret ederdi.
Ebu Hanife
İlk olarak Kelami disipline göre yetişen ve bu alanda parmakla gösterilecek bir yetkinliğe ulaşan Ebu Hanife’ye (r.a.) bu yönü, münazarada kuvvet, mantıkta güç ve akli uslüb çerçevesinde düşünmede pratiklik kazandırdı.[ref]Ahmed Emin, Duha’l-İslam, Beyrut, 2004, II, 139.[/ref]
Aklı, İslam’ın tayin ettiği ölçüler çerçevesinde kullanması ile dikkat çeken Ebu Hanife (r.a.) münazaralara katılmak üzere 20 küsur defa Basra’ya gitti.[ref]Ahmed Emin, a.g.e., II, 139.[/ref] Hazır bulunduğu münazaralarda şartlar ne olursa olsun O, İslami ölçülerin dışına çıkmazdı. Muhatabını rencide etmez, hakkın ortaya çıkması için gayret gösterirdi. Kendisine hakaret edenlere karşı dahi asil duruşunu bozmazdı. Bir defasında münazara yaptığı bir kişi kendisine “Ey bidatçi, Ey zındık!” diye hitap etti. O (r.a.) ise adama şöyle karşılık verdi: “Allah Teâla seni affetsin. O, iddia ettiğin gibi olmadığımı biliyor. Zira tanıyandan beri bir an dahi Onu (c.c.) terk etmedim. Sadece Rabbim’in mağfiretini umarım. Yalnız Onun azabından korkarım.” -Azap kelimesini telaffuz ederken gözlerinden yaşlar boşandı.-
İfadeler karşısında sarsılan adam, Ebu Hanife’ye: “Söylediklerimden dolayı beni bağışla, bana hakkını helal et” diye ricada bulundu. O şöyle karşılık verdi: “Cahillerden kim hakkımda hoş olmayan şeyler söylerse onlara hakkım helal olsun. Fakat hakkımda olumsuz yargıda bulunan kişiler ulemadan olurlarsa onları mazur görmüyorum. Darlıkta kalsınlar. Zira âlimlerin yaptıkları gıybet kişinin ardında kalıcı iz bırakır.”[ref]Şihabuddin Ahmed b. Hacer el-Mekki, Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty. s. 40; Ebu Zehre, a.g.e., s. 53.[/ref]
Ömrünü İslami ilimlerin tedvin ve tertibine adayan Ebu Hanife (r.a.) kelamdan fıkha, hadisten tefsire kadar hemen her alanda çok sayıda münazaraya katıldı. İlk münazaraları kelam merkezli idi. Hammad’a öğrenci olduktan sonra ise ilgisini fıkıh üzerinde yoğunlaştırdı. Doğal olarak münazaraları da fıkhi ağırlıkta oldu. Zaman zaman ateistlerle de mücadele etti. Onun münazaralarını bu üç başlık altında incelemek söylediklerini daha da anlaşılır kılacaktır.
Kelami Münazaralar
Hakem Olayı
Düşüncelerini Müslümanların devlet başkanına isyan etme temeli üzerine inşa eden ve “Hakem olayından” dolayı başta Ebu Musa el-Eşari ve Amr b. As olmak üzere hadiseye rıza gösteren bütün ashaba küfür isnadında bulunan “Hariciler”, tabiun kuşağından çok sayıda âlime de eza ettiler. Onlardan Dahhak b. Kays Küfe’ye gelince Ebu Hanife’ye (r.a.) uğrar ve Ondan tövbe etmesini ister. Ebu Hanife neden tövbe etmesi gerektiğini sorar. Dahhak:
- Ali ile Hz. Muaviye’nin sulh için meseleyi hakemlere havale etmelerini caiz gören görüşünden tövbe et.
- Beni öldürecek misin yoksa benimle münazara mı edeceksin?
- Münazara edeceğim.
- Münazara ettiğimiz konuda bir meselede ihtilaf edersek, aramızda kim hakem olacak?
- Dilediğin birisini hakem tayin et.
Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.) Dahhak’ın adamlarından birisine:
- “Şöyle otur. Tartıştığımız konuda eğer ihtilaf edersek aramızda hakemlik yapacaksın”
Sonra da Dahhak’a dönerek:
- “Bu kişinin aramızda hakem olmasına razı mısın?” diye sordu.
Dahhak
- “Evet.” cevabını verince;
Ebu Hanife
- “İşte sen de hakem tayin etmeyi kabul ettin.”
Söyleyecek söz bulamayan Dahhak meclisten ayrılıp gitti.[ref]Takıyyuddin b. Abdilkadir et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracmi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai, Riyad, 1983, I, 151-2.[/ref]
Hz. Osman Meselesi
Küfe’de “Hz. Osman’ın Yahudi” olduğunu iddia eden bir adam vardı. Ebu Hanife (r.a.) bu şahsa, azim bir hata içerisinde olduğunu göstermek ve hidayetine sebep olabilmek için ziyarete gider ve “Sana dünürlüğe geldim” der.
Adam
- Kime?
- Asil, zengin, hafız, cömert, geceleri ibadetle ihya eden, Allah korkusundan çok ağlayan bir adama.
- Daha fazla sayma, yeter, bu meziyetlerin bir kısmı bile söz konusu kişinin kızımla evlenmesi için kâfidir.
- Fakat damat adayının bir özelliği var.
- Nedir o?
- Yahudi imiş.
- Subhanellah! Kızımı bir Yahudi ile evlendirmemi mi istiyorsun?
- Evlendirmez misin?
- Tabiki hayır.
- Sen kızını Yahudi’ye vermezsin de, Efendimiz (s.a.v.) iki kızını Yahudi olduğunu iddia ettiğin Hz. Osman ile evlendirir mi?
Bu cevap üzerine adam tövbe etti.[ref]Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarih-u Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 498-9; et-Temimi, a.g.e., I, 111-112.[/ref]
Büyük Günah İşleyenlerin Durumu
Günah işleyen Müslümanları tekfir eden Haricilerden bir grup Ebu Hanife’ye (r.a.) gelip şöyle derler: “Mescidin önünde iki tane cenaze var. Biri tıka basa midesini dolduruncaya kadar içki içen, boğazında fokurdatan ve ölen bir adama, diğeri ise zina eden, hamile olduğunu anlayınca da intihar eden bir kadına ait.” Bunların imani durumu hakkında ne dersin?
Ebu Hanife
- Adam ve kadın hangi dine mensuptu? Yahudi mi idiler?
- Hayır.
- Hıristiyan mıdırlar?
- Hayır.
- Mecusi midirler?
- Hayır.
- O halde hangi dine mensuptular?
- Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed aleyhisselamın Onun kulu ve resulü olduğuna şahadet eden millettendirler.
- Bana söyler misiniz? Bu şahadet imanın üçte, dörtte, ya da beşte biri midir?
- İmanın üçte, dörtte ve beşte biri olmaz.
- O halde şahadet imanın ne kadarıdır?
- İmanın tamamıdır.
- Boş iddialarla zan altında tutuğunuz topluluk hakkında bana sorduğunuz sorunun cevabını siz verdiniz; Onların mümin olduklarını kabul ettiniz.
Hariciler, Ebu Hanife’ye (r.a.) cevap veremeyince meselenin bu boyutunu bırakıp farklı bir bahis açtılar. Adam ve kadının cennet ya da cehennemden hangisine gideceğini sordular. Bunun üzerine Ebu Hanife şöyle dedi:
“Bu meselede ben O ikisinden daha büyük suç işleyen kavim hakkında İbrahim Peygamber’in söylediğini derim: “Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan pek çok esirgeyensin.”[ref]Kur’an, İbrahim(14): 36.[/ref]
Keza o ikisinden daha büyük günah işleyen topluluk hakkında İsa (a.s.) söylediğini derim: “Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın.). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin.”[ref]Kur’an, Maide(5): 118.[/ref]
Yine onlar hakkında Allah’ın Nebisi Hz. Nuh’a (a.s.) kavmi, “Sana düşük seviyeli kimseler tabi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!”[ref]Kur’an, Şuara(26): 111.[/ref] dedikleri zaman Hz. Nuh’un “Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz! Ben iman eden kimseleri kovacak değilim. Ben apaçık bir uyarıcıyım.”[ref]Kur’an, Şuara(26): 112-115.[/ref], “Sizin hor gördüğünüz kimseler için, ‘Allah onlara asla hiçbir hayır vermez.’ diyemem. Allah onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem o zaman ben gerçekten zalimlerden olurum.”[ref]Kur’an, Hud(11): 31.[/ref] dediği gibi derim.[ref]Kur’an, Hud(11): 31.[/ref]
Arap-Mevali Telakkisi
Arap asıllı olan mutaassıp âlimler Ebu Hanife’yi (r.a.) “Mevali” olmasından dolayı hakir görürdü. Hac vesilesi ile gittiği Mekke’de devrin âlimleri onu meclislerine çağırıp, hangi millete mensup olduğunu sordular. Arap olmadığını söyleyince ilmi açıdan yetersiz olduğunu bu durumda Kur’an’ı anlayamayacağını ona ihsas ettiler: “Sen bu halinde Kur’an’ı zor okursun nerede kaldı Onu anlayıp ta içtihat edeceksin; Hele bir ayet oku da dinleyelim.” türünden ifadeler sarf ettiler. Arap olduklarından dolayı kendilerini ilmi açıdan yeterli Ebu Hanife’yi de cehaletle itham eden heyete Üstat şu ayeti kerimeyi okur: “Araplar/bedeviler inkar ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sırlarını tanımamaya daha yatkındırlar.”[ref]Kur’an, Tevbe(9): 97.[/ref]
Arap olmayı ilmi açıdan iftihar vesilesi gören grup, Kur’an’ı anlamamakla itham ettiği Ebu Hanife’nin (r.a.) 6000 küsur ayet arasından Arapları yeren ayeti seçip okuması karşısında önce bir sarsılır ardından da “Mevali” telakkilerinde değişikliğe giderler.
Fıkhi Münazaralar
Ücret Meselesi
Ebu Yusuf, İmam-ı Azam’ın iltifatlarıyla mağrur olup ders okumayı bırakır. Yeni bir ders halkası kurup orada öğrenci yetiştirmeye başlar. Ebu Hanife (r.a.) öğrencisine daha okuması gerektiğini ihsas ettirmek için, yanındaki birisine Ebu Yusuf’un ders halkasına gidip, bir dirhem karşılığında yıkaması için elbisesini temizlikçiye veren, almaya gittiğinde elbisesinin dükkâncı tarafından gasp edildiğini öğrenen, daha sonra dükkâna uğradığında ise elbisesi yıkanmış halde kendisine teslim edilen adamın durumunu sor, çamaşırcının parayı hak edip-etmediğini öğren, eğer mutlak anlamda dükkâncı ücret alır derse “yanlış söyledin.”, ücret alamaz derse yine ”yanlış söyledin” de diye tembih eder. Adam Ebu Yusuf’a gidip meseleyi sorar.
Ebu Yusuf
- “Çamaşırcı yıkama ücretini alır.”
Adam
“Yanlış söyledin.” diye mukabelede bulunur.
- Bir müddet meseleyi düşünür; “Hayır ücret alamaz.” der.
Adam yine “Yanlış söyledin.” diye karşılık verir. İşin içinden çıkamayacağını anlayınca kalkıp Ebu Hanife’nin yanına gelir. Ebu Hanife talebesine; “Seni buraya şu çamaşırcının ücreti meselesi getirmiş olmalı.” der. Devamla aralarında şöyle bir konuşma cereyan eder.
Ebu Hanife
- Sübhanellah. Kim oturmuş insanlara fetva veriyor; meclis kurup Allah Teâla’nın dini hakkında konuşuyor. Hâlbuki bu, iş karşılığında alınan ücretlerle alakalı mesele hakkında bile doğru-dürüst cevap veremiyor.
- Ey Ebu Hanife! Bana bu meseleyi öğretir misin?
- Meseleyi gasptan önce ve gasptan sonra diye iki ayırmak gerekir. Eğer çamaşırcı elbiseyi gasbettikten sonra yıkadıysa müşteriden ücret alamaz. Çünkü onu kendisi için yıkamıştır. Yok, eğer gasbetmeden önce yıkadıysa ücret alır. Çünkü bu durumda elbiseyi müşteri için yıkamıştır.[ref]et-Temimi, a.g.e., I, 93-94.[/ref]
Ebu Yusuf hadiseden o derece etkilenir ki ders halkasını lağv edip, ölünceye kadar Ebu Hanife’ye talebelik etmeye devam eder.
Vasiyyet
Bir adam ölürken Ebu Hanife’yi (r.a.) vasiyetini uygulamak üzere görevlendirir. O ise vasiyet meclisinde yoktur. Mesele Küfe kadısı İbn Şübreme’ye intikal eder; Ebu Hanife konuyu kadıya anlatır; Adamın, ölürken kendisini vasi tayin ettiğine dair de şahit getirir. İbn Şübrüme Ebu Hanife’ye: “Şahitlerinin gerçekten hadiseye şahit olduklarına yemin eder misin?” diye sorar.
Ebu Hanife
- Bana yemin gerekmez. Çünkü orada değildim.
- Ey Ebu Hanife! Kriterlerin şaştı.
- Peki, sana şunu sorayım: Başı yarılan, iki kişinin de başının yarıldığına dair kendisine şahitlik ettiği bir ama hakkında ne dersin? Âmâdan şahitlerinin gerçekten olayı gördüklerine dair yemin etmesi istenir mi?
Bu açıklama karşısında söyleyecek cevap bulamayan İbn Şübrüme vasiyeti kabul edip onaylar.[ref]Ebu Zehre, a.g.e., s. 55.[/ref]
Akıl-Nakil Dengesi
Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslam’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve ona, “sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi”, diye sorar?
Ebû Hanife
- ”Bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…”
Bu ifadeler üzerine Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a,
- “Aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver” der.
- Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
- Kadın.
- Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
- Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
- Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
- Namaz mı oruç mu daha üstündür?
- Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim.
- İdrar mı yoksa meni mi daha pistir?
- İdrar.
- Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim.”
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebu Hanife’nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, Onu alnından öperek kutlar.[ref]Hafızu’d-Din b. Muhammed el-Kerderi, Menâkibu Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi Beyrut, 1981, II, 221-222.[/ref]
Sözü Mahallinde Kullanma
İmam-ı Azam, İbn Ebi Leyla ile birlikte yürürken şarkı söyleyen kadınların yanından geçerler. Kadınlar susunca Ebu Hanife (r.a.) onlara: “İyi yaptınız.” der.
Bunun üzerine İbn Ebi Leyla İmam-ı Azam’a
- Bundan böyle şahadetini düşürdüm. Şahitliğin kabul edilmeyecektir.
- Niçin?
- Şarkı söyleyen kadınlara ‘iyi yaptınız’
- Ne zaman dedim?
- Kadınlar şarkı söylemeyi kesince.
- İyi ya, bu ifade ile güzel şarkı söylediklerini değil, susunca güzel yaptıklarını kastettim.[ref]Taşköprüzade, Miftahu’s-Saade, Beyrut, 2002, II, 184.[/ref]
Namazda Kıraat
Ebu Hanife’ye (r.a.) göre namazda cemaatin imama “mütabaatı” esastır. İmamın namazda bir rüknü terk etmesi, ya da abdestsiz kıldırması durumunda cemaatin namazı fasit olur. Fakat diğer üç mezhebe göre cemaatle imam arasında “muvafakat” vardır. Her iki durumda cemaatin namazı sahihtir. Mezhepler arasındaki bu içtihat farklılığı kıraat meselesini de kapsar.
İmamla cemaat arasında mutabaatın olduğunu söyleyen Hanefilere göre imamın kıratı cemaatin kıraati yerine geçer. Fakat Medine fukahasına göre cemaat imamla birlikte okumak zorundadır.
Medine’den bir grup âlim, imamın arkasında namaz kılan cemaatin kıraat edip-etmemesini tartışmak üzere Ebu Hanife’ye (r.a.) gelirler.
Ebu Hanife (r.a.) Medinelilere
- “Hepinizle birden münazara yapmam mümkün değil; En bilgili olanınızı sözcü yapın.” onunla münazara edeyim der.
Birisine işaret ederler. Bunun üzerine Ebu Hanife (r.a.)
- “Bu seçtiğiniz en alim olanınız mıdır? Onunla münazara yapmak sizinle münazara yapmak gibi olur mu? diye sorar.
Medineliler
- “Evet” diye karşılık verirler.
Ebu Hanife devamla
- Ona karşı delil getirmek size de delil getirmek gibi midir?
- Arkadaşınızla münazara ettiğimde, seçtiğiniz ve sözünü kendi sözünüz kabul ettiğinizden dolayı onu bağlayan delil sizi de bağlar. İşte böyle. Siz münazarada en âlim olanınızı seçtiniz, sözünü kendi sözünüz kabul ettiniz. Biz de namazda imamı seçtik. Kıraati bizim kıraatimizdir. O okuyunca biz de okumuş oluruz.[ref]Ahmed Emin, a.g.e., II, 146.[/ref]
Ateistlerle Münazarası (Cedel)
“Bir”den Önce Kaç Var?
Rum asıllı bir ateist, ulema ile münazara eder ve Hammad hariç hepsini susturur. Ona karşı kimse yeterli malumatı ortaya koyamaz. İmam-ı Azam o tarih çocuktur. Hammad ateistin aynı şekilde Ebu Hanife’yi de susturmasından ve İslam’ın bundan zarar görmesinden endişe eder; O gece rüyasında bir ağacın filiz ve dallarını bir domuzun yediğini görür. Domuz, gövdesi hariç bütün ağacı yer. Ağaçtan bir aslan yavrusu zuhur eder ve domuzu öldürür.
Rüyanın görüldüğü sabah Ebu Hanife Hammad’ın yanına gider, hocasını ateistle yapılan münazaralardan dolayı son derece üzüntülü görür. Münazaralar ve görülen rüya Hammad’ı etkilemiştir. Ebu Hanife (r.a.) hocasının gördüğü rüyayı şöyle tevil eder: “Elhamdülillah, domuz o muzır ateist; ağaç ilim; dalları sizin dışınızdaki âlimler, gövde siz, ondan doğan aslan yavrusu ben; ve ben Allah’ın yardımıyla o ateistin hakkından geleceğim.”
Bu teville hocasına moral veren Ebu Hanife (r.a.) onunla birlikte münazaranın akdedileceği camiye gider. Ateist minbere çıkar ve tartışacağı kişiyi ister. Çocuk olduğu halde karşısına Ebu Hanife çıkar. Ateist yaşına bakarak onu küçük görür.
Ebu Hanife
- “Yaşla insanları kıymetlendirmeyi bırak da ne söyleyeceksen onu söyle.”der.
Ateist, Ebu Hanife’nin cesareti karşısında dona kalır. Belli bir zaman geçtikten sonra kendini toparlar ve Ebu Hanife’ye
- “Başı ve sonu olmayan bir şeyin mevcudiyeti nasıl mümkün olur?” diye sorar.
Ebu Hanife
- Sayı sistemini bilir misin?
- O halde söyle bakalım “bir” sayısından önce ne vardır?
- O ilktir ondan önce sayı olmaz.
- Mecazi manada “bir” olan sayıdan önce bir şey olmaz da gerçek anlamda “bir” olan Allah Teâla’dan önce nasıl bir şey olur?!
Ateist bu cevaba karşılık veremeyince yeni bir meseleye geçer ve Ebu Hanife’ye;
- “Hiçbir şeyin yönlerden hali olmadığını, bu durumda –haşa- (Allah Teala’nın da bir yönünün olması gerektiğini) Onun (c.c.) görünüşünün hangi yöne doğru olduğunu” sorar.
Ebu Hanife (r.a.)
- Lambayı yaktığında ışığı hangi yöne doğrudur.
- Işığı alma noktasında bütün yönler eşittir.
- Mecazi ışığın durumu bu ise, göklerin ve yerlerin ebedi ve daimi nuru Allah Teâla nasıl olur? Onun yönlerden münezzeh olması evleviyetle gereklidir.
Ateist bu cevaba da karşılık veremez ve yeni bir bahis açar. Ebu Hanife’ye hitaben şöyle der;
- “Mevcut olan her şey için bir mekan olmadır. Madem Allah vardır o halde nerededir?”
Ebu Hanife ateiste karşılık verme yerine etraftakilere emredip meclise süt getirtir. Ardından da ateiste;
- “Bunda yağ var mı?” diye sorar.
Ateist
“Evet” diye karşılık verince Ebu Hanife şöyle der;
- Yağ sütün neresindedir?
- Belli bir yerle sınırlı değildir.
- Varlığı geçici olan bir şeyin durumu böyle olursa yer ve göklerin yaratıcısı ebedi ve sonsuz olan Allah Teala’nın durumu nasıl olur?!
- O ne ile meşguldür?
- Sen bütün bu soruları minberde iken sordun. Ben de onlara cevap verdim. Şimdi sen yere in, minbere ben çıkayım.
Ateist iner ve Ebu Hanife söylediği gibi minbere çıkar. Ardında da ateistin sorusunu yanıtlar:
- “Minberde senin gibi yaratanı, yaratılanlara benzetenler olduğunda onu indirir; yerde de benim gibi muvahhitler olduğunda onları oraya çıkarır. ‘O her an yeni bir ilahi tasarruftadır.’[ref]Kur’an, Rahman(55): 29.[/ref]
Dehri şaşırır; Tek kelime konuşamaz.[ref]Taşköprüzade, a.g.e., II, 186.[/ref]
Kaptansız Gemi
Allah Teâla’nın varlığını inkâr eden dehriler tartışmak için yanına geldiklerinde onlara size gelip şöyle bir olay anlatan adam hakkında ne dersiniz: “Ticaret eşyaları ve yüklerle dolu bir gemi gördüm. Ki o denizin derinliklerinde birbirine çarpan dalgalar ve çeşitli yönlerden esen rüzgârlardan oluşmuştu. Onu sevk eden denizci ve kaptan olmaksızın düzgün bir şekilde fırtınada gidiyordu?”
Ne dersiniz akıl böyle bir hadiseyi onaylar mı?
Ateistler
- Hayır. Akıl böyle bir hadisenin olmasına imkân vermez.
- Sübhanellah. Akıl, geminin kendiliğinden oluşmasına ve kaptan olmadan gitmesine imkan vermez de, nasıl farklı halleriyle şu dünyanın kendiliğinden yaratılıp idare edilmesine onay verir?![ref]Muhammed b. Abdirrahman Humeyyis, Usuluddin İnde’l-İmam Ebi Hanife, Riyad, 1996, s. 222; Benzer bir rivayet için bkz. Molla Aliyyu’l-Kari, Şerh-u Kitabi’l-Fıkhı’l-Ekber, Beyrut, 1984, s. 14[/ref]
Bir gemi kendiliğinden meydana gelemez de şu muazzam kainat nasıl tesadüfen oluşabilir?!
***
Nassları anlamada zafiyeti olan fakihler, İslam’ın hakikatini tahrif eden sapık kelamcılar ve yaratılış gerçeğini reddeden dehriler O’nun (r.a.) karşısında ya hakikate teslim oldular ya da susmak zorunda kaldılar.