Doktora Göründün mü?
Allah Teâla dilediğini yapar, istediği gibi de hükmeder. Hükmünü sorgulayacak, iradesine engel olacak hiçbir güç yoktur. Devletlerin yıkılması, insan hayatının son bulması, O’nun sınırsız iradesinin taalluk ettiği şeyler cümlesindendir. Kur’an-ı Kerim mümin dimağlara bu bilinci aşılarken şöyle demektedir: “(O) dilediği şeyleri mutlaka yapandır.” [ref]Buruc, 85/16[/ref] İbn Kesir’in rivayet ettiği Ebu Bekir (radiyallahu anh) ile alakalı şu hadise ashabın ilahi iradeye nasıl teslim olduklarını göstermesi açısından önemlidir. Ebu Bekir (radiyallahu anh) ölümünden önceki hastalığında ziyaretine gelenler kendisine, “doktara göründün mü?” diye sorarlar:
Ebu Bekir:
-Göründüm.
– Ne dedi?
– Ben istediğimi yaparım dedi.
Ebu Bekir’in kastettiği tabip Allah Azze ve Celle’dir. Nitekim kısa bir süre sonra ruhunu teslim etmiştir.
En Fenadan En Güzele
Sahabe Kur’an-ı Kerim’i, Onunla amel etmek için okurdu. Onlar inen her on ayeti öğrenir, hayatlarında tatbik eder sonra on ayet daha öğrenirlerdi. Gelen her ayet imanlarına güç katardı. Bu yüzdendir ki şu ayete muhatap olmuşlardır: “Biz Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz.” [ref]İsra,17, 82[/ref].
Nesai ve İbn Mace’nin naklettiği bir hadiste İbn Abbas şöyle demektedir: “Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye teşrif ettiğinde Medineliler alış-verişteki ölçü ve tartıda insanların en fenalarıydılar, ne zamanki ‘ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline!’ diye başlayan ‘Mutaffifin Suresi” indi aynı hususta insanların en iyileri oldular.”
Dünya Sultanları
İslam’ın ilk yıllarında Müslümanlar tecritten işkenceye kadar tahammülü güç sıkıntılar çektiler. Mekke’de ki ambargo yüzünden günlerce yiyecek bulamadılar. Bu maddi zaafiyet içerisinde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara Allah’ın dinine sıkı sıkıya sarılmaları karşılığında dünyayı fethetmeyi, bütün bir dünyaya sahip olmayı va’d ediyordu. Efendimiz’in bu nevi ifadelerini alay konusu yapan müşrikler, meclislerine fakir bir sahabi uğradığında “dünya sultanları geldi (caeküm mulûkü’d-dünya).” diye istihza ederlerdi. Şu ayetler müşriklerin müminlere bakışını resmetmektedir: “Şüphesiz günahkârlar, iman edenlere gülüyorlardı. Müminler yanlarından geçtiğinde birbirlerine kaş göz ederek onlarla alay ediyorlardı. Ailelerine dönerken zevk ve neşe içerisinde dönüyorlardı. Müminleri gördüklerinde, ‘hiç şüphe yok, şunlar sapık kimselerdir.’ diyorlardı.” [ref]Mutaffifin, 83,29-32).[/ref]
Müşrikler tahkir ve tezyif ettikçe sahabe İslam’a daha da sarıldı. Önce tecrit ve işkenceden kurtuldular. Sonra Hicaz’a, Yemen’e, Şam’a, Irak’a, İran’a, Mısır’a,… hükmettiler.
Günümüz Müslümanlarının yeniden dünya hâkimiyetini elde etmeleri İslam’a kayıtsız şartsız teslim olmaları ile gerçekleşecektir.
Dünya
Âdemoğlu her türlü nimeti içinde barındıran ahireti, dünyaya tercih eder. Bir dağ büyüklüğünde altını olsa onun bir kısmını tasadduk edip ecriyle ahiretini imar etme yerine, mevcut dağına ikincisini eklemek için gayret eder.
İbn Mes’ud (radiyallahu anh) “fakat sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” [ref]A’la, 87, 16[/ref] ayetini okuduktan sonra talebelerine şöyle demiştir: “İnsanlar olarak niçin dünya hayatını ahirete tercih ederiz bilir misiniz?” Öğrencileri, “bilmiyoruz.” diye karşılık verince şöyle der:
“Dünya; yiyeceği, içeceği, kadını, şaşaası ve lezzeti ile bizim için hazırlandı ve gözümüz önüne kondu. Ahiret ise gözle idrak etmenin dışında tutuldu. Bu yüzden mevcut olanı sevdik, görünmeyeni ise terk ettik.”
Ebu’l-Eşedd
Zulümle payidar olanlar iktidarlarının sonsuza kadar devam edeceğini düşünürler. Onlara göre güçlerinin üzerinde bir kuvvet yoktur. “İnsanoğlu kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanır?” [ref]Beled, 90,5[/ref] ayeti güç dengesinin hep kendileri lehinde olacağını zanneden ve bu zanları üzerine Allah Teâla’ya isyan eden Mekke Müşrikleri’den bahsetmektedir.
Mekke’de Ebu’l-Eşeddeyn adında asi bir müşrik vardı. Kuvvetiyle gururlanır, İslam’a kafa tutardı. Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) etkisiz hale getirebilmek için yığınla mal harcamıştı. Gücünü teşhir edebilmek için yere kalın bir deri serer, üzerine çıkar, “kim bu deriyi ayaklarımın altında çekip alırsa ona şöyle şöyle ödül vardır.” derdi. Kollu kuvvetli on kişi ayakları altındaki deriye asılır, deri paramparça olur yine de ayakları olduğu yerde sabit kalırdı.
Ebu’l-Eşeddeyn sınırsız olduğunu zannettiği gücüyle birlikte yok oldu. Çünkü bütün kuvvetlerin üzerinde, Allah Azze ve Celle’nin kudreti vardır.
“Efendimiz Ebu Bekir’dir”
İslam, yapılan her amelin Allah Rızası için olmasını telkin eder. Bedir’de, Uhut’ta…, verilen canların, İ’lai Kelimetullah (Allah’ın Kelamını yüceltmek) uğrunda harcanan malların arkasında hep ilahi rızayı kazanma gayreti vardır. Dünyayı maddi menfaatlerin tahsil yeri olarak görenler bu güzelliği yaşamaktan mahrum oldukları gibi anlama bahtiyarlığına da erişememişlerdir. Bu yüzden yapılan hayırların arka planında hep çıkar hesaplarının olduğunu düşünmüşlerdir.
Bu düşünce Saadet Asrı’ndan başlayıp günümüze kadar süregelen İslam düşmanlarının genetik bir problemidir.
Ebu Bekir (radiyallahu anh) mustazaf müminleri malı karşılığında satın alıp Allah Rızası için azat ederdi. Böylece onlar da Kureyş zalimlerinin işkencelerinden kurtulmuş olurlardı. Habeşli Bilal’i (radiyallahu anh) de yüklü bir para ödeyerek satın almış, Allah Rızası için azat etmişti. Hadise karşısında Mekke Müşrikleri “Ebu Bekir, Bilal’i kendisine yaptığı bir iyilikten dolayı azat etti.” dediler. Cenab-ı Hak şu ayeti kerime ile Ebu Bekir’in niyetini, Kureyş’in ise sui zannını teşhir etti: “Onun nezdinde hiç kimsenin karşılığı ödenecek hiçbir iyiliği yoktur. (Yaptığı iyiliği) ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için yapar.” [ref]Leyl, 92, 19-20[/ref]
Hz. Ebu Bekir’in niçin Hz. Bilal’i satın alıp azat etiğine müdrik olan Ömer (radiyallahu anh) şöyle demiştir: “Ebu Bekir liderimizdir. Zira Efendimiz’i (Bilal) azat etmiştir.(Ebu Bekr seyyiduna ve e’teke seyyidena).”
Kalp Nasıl Konuşur?
Ğururu’l-Müteşeyyihin’de şöyle bir hadise anlatılmaktadır. Bir gün Siyalkûti’nin meclisinde, İmam Rabbani’ye intisap eden müritlerin, kalplerini “Allah Allah ya da Lailahe illellah” diye zikrettiklerini işittikleri anlatılır. Bu durumu inkâr eden Siyalkûti, kalbin bir et parçası olduğunu dolayısıyla dervişin onun zikrini işitmenin imkânsız olduğunu söyler. İmam Rabbani’ye isnat edilen bu işkalin halledilmesi için O’na bir mektup yazar, mühürler ve bir talebesi ile gönderir. İmam Rabbani uzaktan postacı öğrencinin geldiğini görünce oğlu İmam Masum’u yanına çağırtıp, şöyle der: “Kapıya in, gönderilen mektubun cevabını yaz ve Siyalkûti’ye geri gönder.” İmam Masum babasının emrettiği gibi kapıya iner, postacıyı karşılar, selamlaştıktan sonra nereden geldiğini sorar. Öğrenci, Siyalkuti’den İmam Rabbani’ye bir mektup getirdiğini söyler. Bunun üzerine İmam Masum mektubu alır, hiç açmadan arkasına şunları yazar: “Ey Siyalkûti! Bir et parçası olan dile çeşitli şekilde konuşma ve el-Meliku’l-Allam’ı zikretme kudreti veren, bu kudreti yine bir et parçası olan kalbe de vermeye kadirdir.” Mektubun açılmamasına rağmen arkasına içeriği ile alakalı cevabın yazılması Siyalkûti’yi derinden etkiler, mektup kendisine ulaşır ulaşmaz yola koyulup, İmam Rabbani’nin huzuruna varır ve ona intisap eder.
Beyzavi
Eskiden büyük şehirlerde devlet adamlarının da katıldığı geniş çaplı ilim meclisleri kurulur, oralarda yörenin büyük âliminin işrafında çeşitli meseleler müzakere edilirdi. Zaman zaman sorulan nükteli sorularla da katılımcıların ilmi durumu ölçülürdü.
Kadı Beyzavi Tefsiri diye şöhret bulan “Envaru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl” adlı meşhur eserin sahibi Nasıruddin el-Beyzavi (v. 685) bu tür oturumların sıklıkla yapıldığı yıllarda Şiraz’dan Tebriz’e gider. Şehirde tevafuken büyük âlimlerin hazır bulunduğu bir ilim meclisi ile karşılaşır. Kendisini kimsenin tanımamasından dolayı cemaatin arka taraflarında bir yere oturur. Meclisi idare eden âlim, huzurda bulunanlardan hiç birisinin cevap veremeyeceğini zannettiği bir nükteden bahseder. Hazirundan da nüktenin şifrelerini çözmelerini ve cevap vermelerini ister. Eğer cevap veremeyeceklerse sadece çözmelerini talep eder. Bunu da yapamayacaklarsa ifadelerini tekrar etmelerini söyler. Meclis başkanının sözü bitince, Beyzavi direk cevap vermeye başlar. Başkan, Beyzavi’ye; “Ne söylediğini işitmiyorum ki nükteyi anladığını bileyim.” der. Beyzavi lafız ya da anlam olarak nükteyi tekrar edebileceğini söyler. Hadise karşısında başkan şaşkınlığını gizleyemez ve “lafzıyla tekrar et.” der. Beyzavi’de tek bir harfini atlamadan nükteyi yineler, çözümünü yapar, terkibindeki eksiklikleri beyan eder ve cevabı verir. Ardından da benzeri bir nükte ile mukabelede bulunur ve başkanı onu çözmeye davet eder. Ne var ki başkan bunda aciz kalır.” [ref]Tacuddin Sübki, Tabakatu’ş-Şafi’iyyetü’l-Kübra, VIII, 158.[/ref]
Yalnız Hesaba Çekileceksin
Bir devlet başkanı düşünün ki yüksek bir tepeden seyrettiği ordusunun hiçbir cihetten sonunu göremiyor, çokluğundan dolayı servetinin hesabını yapamıyor, etrafındaki yüzlerce hizmetçi emrine amade bekliyor… Bu konumdaki bir insan dünyayı gerçek fotoğrafıyla okumaktan çoğu kere mahrum olur. Adamlarının ve servetinin sürekli kendisi ile beraber olacağını düşünür. Bir algı yanılmasından başka bir anlam ifade etmeyen bu durumla alakalı olarak Hasan Basri şöyle demektedir: “Çevrende gördüğün insanların çokluğu seni aldatmasın (La yeğurrenneke kesret-u men tera hevleke). Çünkü sen yalnız başına ölecek, yalnız başına diriltilecek ve yalnız başına hesaba çekileceksin.”
İslam ve Hayat
İnsan fıtratının sağlıklı bir şekilde okunması, dini eğitimin gerekliliğini kabul etmeyle doğru orantılıdır. Din eğitimi alan kişi, dini bilgiyi içselleştirdikçe iyi bir kul olmayı başaracağı gibi toplum için de iyi bir üye olacaktır. Adalet, söze sadakat, çevre bilinci, yardımseverlik gibi insani mefhumlar ancak ahlakı en güzel bir şekilde vaz’ eden dinin öğrenilmesiyle kavranılabilir. Nitekim dini eğitimin yeterli derecede verilmesine paralel olarak toplumlarda insani mefhumların kabulünde yükselme, suç işleme oranlarında ise azalma olmuştur. XVI. yüzyılda İstanbul’da Fransa elçisi olarak görev yapan J. Chesneau tanık olduğu insan manzaralarını şu cümlelerle ifade etmiştir: “İstanbul’da nizam ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhafaza için elinde sopa ve fener ile gezen tek bir bekçinin varlığı yeterli idi. Halbu ki Paris’te aynı vazife, bir kıta askerin başında bir komutan tarafından zorlukla yapılabiliyordu.” XVII. yüz yılda yaşayan Thevenot ise şunları söylemektedir: “Bir milyon nüfuslu İstanbul’da dört yılda dört cinayet vakası görülmemiştir. Ticari mallar ile dolu olan kervansaraylar bir tek bekçi tarafından korunmaktadır.”
Misyonerlik
Bütün din mensuplarının fikir ve vicdan hürriyetini kabul etmekle birlikte şunu da belirtmek isteriz. Misyonerlik adı altında yürütülen ve zarfında siyasi amaçlar taşıyan faaliyetler din özgürlüğü bağlamında değerlendirilemez. Ayrıca misyonerliğin tebliğ ile eşit kavramlar gibi gösterilmesi de son derece yanlıştır. Zira misyonerlik, Hz. İsa’ya isnat edilen, bütün milletlerin baba, oğul ve kutsal ruh adına vaftiz edilmesi çağrısı üzerine ibtina eder ki bunun nihai amacı top yekûn insanlığı Hristiyanlaştırmak’tır. Fakat tebliğde sadece muhataplara İslam’ın davetini iletmek vardır. Kişinin Müslüman olması ise kendi ile Yüce Allah arasında bir rabıtadır. Ayrıca misyonerlik kilise otoriteleri tarafından “Hristiyan mesajının ve hayat tarzının, dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan cemaatlerin sahip olduğu çeşitli kültürlere uygun hale getirilerek sokulması ve canlandırılması” diye tanımlanan “İnkültürasyon” kavramıyla küll-cüz ilişkisine sahiptir. Tanımı yapılan kavram milletimiz, özellikle de bir takım vaatlerle aldatılan gençlerimiz adına bizleri endişelendirmektedir.
Bu noktada Kenya’nın ilk başbakanı Jomo Kenyatta’nın sözü söylenmek istenileni bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir: “Hristiyanlık Afrika’ya geldiğinde Afrikalıların toprakları, Hristiyanların ise İncilleri vardı. Hristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua etmemiz gerektiğini öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim toraklarımızı, biz de onların İncillerini almıştık.”
Hayrın Dili
İnsanın derununda şerre ve hayra ait iki farklı dil vardır. “Ok gibi doğru olma yabana atarlar./Yay gibi eğri ol, elde tutarlar.” diye fısıldayan şerrin dili âdemoğluna, gülüp eğlenmeyi, dünyadan kâm almayı telkin eder. Şerrin dili ferdiyetçi olmayı, şahsi menfaati ön planda tutmayı, kendisi için yaşamayı, izzet ve iffetin karın doyurmadığını, madden kazanmanın gerekliliğini anlatır. Gurbetin, hicretin, çilenin zorluklarını hatırlatır. Aşiyanda yaşamanın, altın musluklardan su içmenin ayrıcalıklarından bahseder. Şerrin dilini konuşan ya da dinleyenler ayaklarına memleket çamuru hiç değmemesine rağmen pastadan aslan payını kapar; rağbet görür, el üstünde tutulurlar. Güçten yana olan insanlar, onlar konuşunca sukut orucu tutmanın gerekliliğine inanırlar. Fakat gün gelir bitmek bilmeyen ihtirasları son bulur, zelil olurlar. Bir türlü sönmeyen ihtiras ateşini ölümün harareti söndürür.
Buna karşılık hayrın dili ise insana kendisi için olduğu kadar başkaları içinde yaşamayı, insanlığın hidayeti için gerektiğinde gözünü budaktan sakınmamayı telkin eder. Hayrın dilini dinleyenler dünyaya kul olarak geldiklerine inanır ve bu uğurda gerektiğinde bedel öderler. Belki servetlerini, sıhhatlerini, hayatlarını kaybederler. Fakat sonuçta kahraman olurlar. Eğer o kahramanlar olmasaydı kim bilir bu gün insanlar hala taş devri yaşıyor olacaklardı.
Anadolu Kadını
Ali Fuad Başgil 1914 Ağustosunun sonlarında Samsun Çarşamba’da başlayıp 1919 başlarında Erzincan talimgâhında noktalanan askerlik hayatıyla alakalı ilginç bir anekdot nakleder. Bu anekdot ailesinin nafakasını teminle mesul bütün bireyleri mukaddes değerler uğruna şehit veren bir Anadolu kadınının yürek yakan hayat mücadelesinin hikayesidir.
Askerde zatürre hastalığına yakalanan Başgil’in tedavi için kaldırıldığı revirde bulunduğu sıra da pencereden tanık olduğu manzara şu şekildedir: “(Revire kaldırıldıktan) on iki gün sonra kendime geldim. Odada gezinmeye, pencere önünde oturup dışarıyı seyretmeye başladım. Pencerenin önü kolordu hayvanlarının yükletilip boşaltıldığı genişçe bir meydan idi. Bir sürü kadın, havadan fırsat bulunca o meydana geliyor, bir şeyler topluyordu. Ne topladıklarını göremiyor, merak ediyordum. Dışarı çıkmaya başlayınca ilk işim bunu öğrenmek oldu. Ne göreyim? Topladıkları, hayvan gübrelerindeki erimemiş yem taneleri değil mi? Kadınlardan birine sordum:
-Tavuklara mı topluyorsunuz?
-Tavuk mu kaldı ey oğul! Onları öğütüp çorba, ekmek yapıyoruz.”[ref]Ali Fuad Başgil, Hâtıralar, İstanbul, 2005, s. 29. [/ref]
Bu milletin evlatları cephelerde taşlı bulgur, suyla peksimet yerken, onları doğuran analar da cephe gerisinde hayvan terslerinden yem tanelerini toplayarak, bebelerini doyurdular. İşte bu ülke böyle büyük bir milli fedakârlık ve mahrumiyet üzerine kuruldu. Bugün dişlerini tırnaklarına takarak bu mübarek vatanı bize emanet eden o çilekeş anaların çilekeş evlatlarına tepeden bakıp tahkir etmek en hafif tabiriyle zulümdür, cinayettir.
Cehalet
Medeniyet İslâm’dır. İnsana iyiyi, güzeli, doğruyu, öğreten İslam medeniyetin ta kendisidir. İslamsız insan “canavardan da beterdir”. İmanla terbiye edilmemiş kıskançlık duygusu galebe çalan ya da açlık korkusu taşıyan gayr-i müslim babalar kızlarını bilgisizlik yüzünden beyinsizce öldürmüşlerdir.[ref]Bkz. En’âm: 140. [/ref] İslam’la sadece kız çocukları değil toplumun bütün bireyleri hürriyetlerine kavuşmuşlardır. İmam Kurtubî’nin rivayet ettiği şu olay durumun vahametini ve İslam’ın neleri ortadan kaldırdığını gayet iyi ortaya koymaktadır: “Bir gün Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) huzurunda devamlı kederli duran ashabından birine: ‘Ne diye üzülürsün?’ diye sorar. Sahabi ‘Cahiliyye devrinde bir günah işledim. Müslüman olsam da Allah’ın o günahımı bağışlamayacağından korkuyorum.’ dedi. Allah Resulü affedilmeyeceğini düşündüğü günahını söylemesini emredince Sahabi: ‘Ey Allah’ın Resulü! Ben kız çocuklarını diri diri öldüren kişilerdenim. Benim bir kızım olmuştu. Geleneklere uyup onu öldüreceğimden endişelenen hanımım yaşamına kastetmemem için bana yalvarırdı. Ben de bıraktım büyüdü, gelişti. Öyle ki emsallerinin en güzeli oldu. Evlenmek için ona talip oldular. Ancak beni müthiş bir kıskançlık aldı. Kalbim ne onu evlendirmeye ne de kocasız evde bırakmaya tahammül etmekteydi. Bu duygular içerisinde hanımıma filan kabileye akrabayı ziyarete gitmek istiyorum, kızımı da benimle gönder dedim. Annesi bu teklife sevindi ve kızımı takı ve elbiseleriyle süsleyip donattı. Geleneklere uyup ona ihanet etmemem hususunda da benden sözler aldı. Yavrumu alıp bir kuyunun başına gittim. Kuyuya baktım. Kızım kendisini kuyuya atmak istediğimi anlayınca sımsıkı bana sarıldı. Şöyle diyerek ağlamaya başladı: ‘Babacığım bana ne yapmak istiyorsun?’ Ağlamasına dayanamadım. Merhamete gelip bir an vazgeçtim. Ardından tekrar kuyuya baktım. Yine kıskançlık beni kuşatınca kızım bana sarılarak bu defa: ‘Babacığım! Annemin emanetini zayi etme!’ diye yalvarıyordu. Tekrar kuyuya ve kızıma baktım. Ona merhamet gösteriyordum ki şeytan bana galip geldi ve kızımı yakalayıp baş aşağı kuyuya attım. O ise kuyuda ‘Babacığım öldürdün beni!’ diyerek feryat ediyordu. Sesi kesilinceye kadar orada bekledim. Öldüğünden emin olunca geri döndüm.” Hadise karşısında hem Allah Resulü hem de sahabe gözyaşlarını tutamadı. Sahabenin tahkiyesi bitince Efendimiz (sallellahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Eğer cahiliyyede yaptığından dolayı birine ceza vermek bana emredilseydi, mutlaka yaptığından dolayı seni cezalandırdım.”[ref]Kurtubî, el-Camiu li Âhkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, VII, 64; Muhammed b. Muslihiddîn, Hâşiyet-u Muhyiddîn Şeyh Zâde, Beyrut, 1999, IV, 156. [/ref]
Yalan ve Gözyaşı
İnsan da ağlar timsah da. Fakat biri kalp taşıdığından diğeri ise hazımsızlıktan dolayı gözyaşı döker. Hüzünlenen kalbin etkisiyle akan gözyaşı saftır, berraktır. Dildeki yalanı desteklemek için akıtılan gözyaşı ise yapmacıktır, sahtedir. Fıtrattaki ilahi kodlarla oynayan zalimler de timsahlar gibi suni gözyaşı döker, mağdur olarak kendilerini takdim ederler. Nitekim Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri de “akşamleyin ağlaya ağlaya babalarına gelmiş”[ref] Yusuf: 16. [/ref] masum olduklarını iddia etmişlerdi.
Hakkı teslim makamında olanlar, davalarda hak ihlallerine sebep olmamak için yalancıların bu yönünü göz ardı etmemelidirler. Nitekim ifade vermek üzere Kadı Şureyh’e gelen bir kadın, Kadı’yı iddialarına inandırabilmek için ağladığında huzurda bulunan İmam Şa’bi Kadı’ya: “Ey Eba Ümeyye! Ağlamasına ne diyorsun?” deyince, Kadı: “Yusuf’un kardeşleri de zalim ve yalancı oldukları halde ağlayarak babalarının huzuruna çıkmışlardı.” Dolayısıyla hâkim akıtılan gözyaşlarına göre değil sadece hakka göre hüküm vermelidir.”[ref]Fahruddîn Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XVIII, 81[/ref] Zira göz yaşı her zaman hüzünlenen kalbin ateşinden doğmaz.
İhtilal
Kanuni Sultan Süleyman atına ordudaki bir asker tarafından nal çakıldığını öğrenince “Orduya esnaf karıştı.” diyerek hiddetlenmiş ve hiç vakit geçirmeden ilgilileri cezalandırmıştı. Benzer yaklaşımı diğer Osmanlı devlet adamlarında da görmek mümkündür. Devlet adamlarını bu derece hassas davranmaya sevk eden başlıca amil ise “Askerin alan dışı işlerle uğraşması durumunda asıl vazifesini ihmal edeceği endişesiydi.” Zira askerdeki zafiyet bütünüyle devletin sarsılıp yıkılması anlamına gelmektedir. Nitekim yeniçerilerin kışla dışı işlere bulaşması devleti zayıflatmış, ittihat ve terakki düşüncesinin komplocu yaklaşımı da devleti inkıraza sürükleyip eşkıyanın önünü açmıştı. Ali Fuad Başgil Hoca 27 Mayıs ihtilaline sevinen insanları görünce bir an Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllara gider ve hemşehrisi Mehmed Yüce’ye şunları söyler: “Ben ihtilalden ürkerim. Meşrutiyet ihtilalinde rüşdiyeyi henüz bitirmiş bir çocuk idim. Fakat gayet iyi hatırlıyorum: ‘Çarşamba kazasının pazarı idi. Bütün köylüler şehirde, omuz omuzu sökmez, bilirsin. Tellal Tufan meydanlarda, ilânı hürriyet fermanı okuyor, neyin nesi olduğunu pekiyi anlamadan halk coştu. Papazlar imamlarla kucaklaştı. Üç gün üç gece bayram şenlikleri yapıldı. Çünkü hürriyet ilan edilmişti. Manastır’da Şemsi Paşa vurulmuş, Enverler, Niyaziler ayarttıkları askerle dağa çıkmış, Padişah II. Abdulhamid Hürriyet Fermanı’nı imzalamaya ve Meşruti İdare’yi yeniden kurmaya mecbur olmuştu.
Halkın çoşkusu son haddinde. Önde kebapçı şeytan Karabet, Con Mustafa, Pörtlek Cavit, komitaci Tanas, Hükümet Konağı’na yüründü. Kaymakam balkona çağrıldı. Tehditler hakaretler savruldu. Artık vergi yok, askerlik yok. Köyde tahsildar yok… Yaşasın hürriyet, asalet, müsâvat, uhuvvet!..
Çok geçmedi, arkasından Arnavutluk isyanı, 31 Mart faciası ve Hareket Ordusu, arkasından Balkan Harbi, arkasından Harb-i Umumi… Koca İmparatorluk üç beş sene içerisinde dağılıp çöktü. Ve onu felakete sürükleyenlerin her biri bir tarafa savuşup gitti. İhtilalden korkarım. İhtilal, dik kenarlı, dibi görünmeyen bir suya benzer. Dalması kolay; fakat içinden çıkması zordur.”[ref]Başgil, a.g.e., s. 79. [/ref]
28 Şubat’tan iftiharla bahseden komitacılardan geriye, talan edilen hazine, hala düzeltilemeyen bir ekonomi, işini dolayısıyla aşını kaybeden yüz binler ve milletin sefaletini fırsat bilip servet edinen Karunlar kaldı. Bütün bunlar hadisenin maddi boyutu. Ya manevi boyut…
Başkası İçin Yaşamak
Cömertlikten daha üst bir haslet olan îsâr, kişinin başkalarını kendisine tercih etmesidir. Cömertlik fazla olanı vermek ya da malın bir kısmını infak etmek anlamına gelirken, îsâr ihtiyaç duyulanı vermektir. Yani başkalarını yaşatmayı yaşamaya tercih etmektir.
Îsârın kendi içerisinde dereceleri vardır. En üst derecesi ise İla-i Kelimetullah için, feda-i can edebilmektir. Nitekim Molla Cami şöyle demektedir: “Gümüş ve altınla cömertlikte bulunmak kolaydır; hoştur o kimse ki, canıyla cömertlik eder.”
Îsâr’ın en güzel örnekleri sahabenin özellikle de Ensar’ın hayatında mevcuttur. Bu yüzdendir ki Allah Teâla onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunanlar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[ref]Haşr(59): 9[/ref]
Sahabenin canıyla îsârda bulunması ile alakalı Beyhâkî Ebu Cehm b. Huzeyfe el-Adevî’den şöyle bir rivayette bulunmaktadır: “Yermük günü yanımda bir kırba su olduğu halde amcamın oğlunu arıyordum. Şöyle düşünmüştüm: ‘Eğer son demlerinde ise sudan ona ikram ederim ya da onunla yüzünü silerim.’ Bu düşünce ile dolaşırken yaralılar arasında bulduğum amcaoğluma: ‘Su ikram edeyim.’ dediğimde, amcaoğlum başı ile evet diye işaret etti. Tam su içecekken arkada susuzluktan ‘ah’ diye inleyen birini işitti. İma ile suyu ona götürmemi işaret etti. Suyu götürdüğüm kişi Amr b. As’ın kardeşi Hişam b. As’tı. Su ikram edeceğim esnada ‘ah’ diye inleyen bir başka yaralıyı işiten Hişam da, ima ile suyu yaralıya götürmemi işaret etti. Suyu Hişam’ın işaret ettiği kişiye götürdüğümde bu kişi ruhunu teslim etmişti. Sonra hemen Hişam’a döndüm O da ruhunu teslim etmişti. Amcamın oğluna geldiğimde Onu da şehit olmuş buldum.”[ref]Beyhakî, Şuabu’l-Îman, Beyrut, 2000, III, 260. [/ref]
Hayırdan Şer Doğar
Bereketli bahar yağmurlarından her cins toprak eşit derecede istifade edemez. Sadi’nin dediği gibi “Gökteki bulut söz temsili ab-ı hayat yağdırsa, sen söğüt ağacından asla meyve yiyemezsin.”[ref]Kamil Miras, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara, 1978, V, 248. [/ref] Bazen yağan yağmur mümbit topraklarda lale, sümbül, gül gibi birbirinden güzel çiçeklerin tomurcuklanmasına vesile olurken aynı yağmur kıraç topraklarda ise zehirli otların, dikenlerin bitmesine sebep olabilir.
Makam, para, nimet de böyledir. Zenginlik de her zaman iyinin, güzelin zeminini hazırlamaz. Ebû Saîd el-Hudrî’nin rivayet ettiği hadis-i şerif dünyada hayır gibi görünen bir şeyden nasıl şer doğacağını göstermesi açısından önemlidir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) günün birinde minber üzerine oturmuştu; biz de onun etrafında oturmuştuk. Bu hâlde Allah Resulü: “Benden sonra dünyâ çiçeği ve zîynetlerinin önünüze serilmesi, sizin adınıza korkmakta olduğum şeylerdendir.” buyurdu. Bunun üzerine bir Sahabî: “Yâ Resûlellah! Hiç hayır/nimet, şer/mefsedet getirir mi (ki korkuyorsunuz)”? diye sordu. Allah Resulü (vahiy bekleyerek bir müddet) sükût etti. O soran kişiye Sahâbe tarafından: “Sen de kim oluyorsun da Allah Resulü’ne suâl soruyorsun? İşte sana karşılık vermiyor.” denildi. O sırada biz, Allah Resulü’ne vahiy gelmekte olduğunu fark ettik. Efendimiz dökmekte olduğu bol teri alnından sildi ve suâl soran kimseyi över bir edâ ile: “Sual sahibi nerededir?” diye sordu. Ardından şöyle buyurdu: “Aslında hayır/nimet, şer/mefsedet getirmez (fakat sebep olabilir): Baharın bitirdiği otlardan (zehirli) bir kısmı vardır ki, o (yiyeni) öldürür yâhut ölüme yaklaştırır. Lâkin yeşil ot böyle değildir. Onu otlayan hayvan, ölüm tehlikesinden korunmuştur. Bu hayvan, o yeşil otu yer, iki böğrünü şişirince bahar güneşini karşılar. Kolayca dışkısını çıkarır, idrarını yapar, büyür. İşte bu dünyâ malı da yeşil ot gibi çekicidir, tatlıdır. Bu nimetten miskîne, yetime, vatanından ayrı düşmüş yolculara sadaka veren zengin Müslümân ne hayırlı kişidir!”, “Şu muhakkak ki haksız, haram mal toplayan kimse de dâima yiyen, bir türlü doymayan obur gibidir. Kıyamet gününde bu mal, kendi sahibinin cimriliğine şâhit olacaktır.”[ref]Buhârî, Zekât 49; Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, IX, 55-59. [/ref]
Hadis ve Edeb
Muhaddisler hadis rivayetine başlamadan önce hazırlık yapar, en güzel sarıklarını sarar, koku sürülür, kürsüde Allah Resulü’nün huzurunda bulunuyor gibi müeddeb bir tavır içerisinde otururlardı. Abdullah b. Mübarek (rahimehullah)’in anlattığı şu hadise onlardaki edebin hangi boyutta olduğunu göstermesi açısından önemlidir: İmam Malik’in meclisinde Allah Resulü’nden rivayet ettiği hadisleri dinliyordum. Ders esnasında kendisini on altı defa akrep ısırmıştı, rengi değişti, sarardı. Fakat Allah Rasulü’nden hadis rivayet etmeye devam etti. Hadis meclisinden ayrıldıktan, insanlar da etrafından dağıldıktan sonra geri dönüp kendisine; “Ey Eba Abdullah! Sende bir tuhaflık gördüm?” diye sorunca, “Evet, muhakkak ki bu, Allah Resulü’nün hadisine olan saygıdan kaynaklanan bir sabırdır.” şeklinde cevap verdi.[ref]İbn Ferhûn el-Malikî, ed-Dîbacu’l-Mezheb, Kahire, 2005, s. 109. [/ref]
Batı ve Hesap
Mukaddesatımız çiğneniyor, hanümanlarımız talan ediliyor, coğrafyamızın büyük bir bölümünde kardeşlerimiz içmeye su, yemeye ekmek bulamıyor, ajanslar sürekli olarak emperyalistlerin işgal ettiği İslam beldelerinden haber merkezlerine katledilen Müslümanların haberlerini geçiyorlar. Ne hazindir ki, bütün bu olanlar karşısında “sabır” ve “teslimiyetten” öte yapabilecek bir şeyimiz olmadığını düşünüyoruz. Maalesef bu düşünce, yaşanılan hali sıradanlaştırdığı gibi mevcut köleliğin de ömrünü uzatıyor.
Durumumuzu arz edip hakkımızı talep ettiğimiz hükmi ya da hakiki şahsiyetler zalimlerin ta kendileri olduklarından “özür” beklerken yoğunlaştırılmış zulümle yola devam etmek zorunda kalıyoruz.
Ümmetin teslimiyetçi yaklaşımı “Yunan Aklı”, “Roma Hukuku” ve “Hristiyan Ahlakı” üzerine ibtina eden Batı Medeniyeti’ni daha da cesaretlendiriyor ve onun global sömürü ağıyla kurumsal yapısını “derinden” işletmesine zemin hazırlıyor.
Buhara, İslamabad, Konya ovalarında ırgatlık yapıyor, ürettiğimiz ürünlerle dünya sofrasına katkıda bulunuyoruz. Karşılığında ise, masa başında oturup para basan Batılı adamdan bir miktar kâğıt alıyoruz.
Yer altı ve yer üstü madenlerimiz sömürülürken bilmem kaçıncı dünya ülkeleri muamelesi görüyoruz. Bütün bunlar olurken zalimlere “Neden böyle yapıyorsunuz?” diye sorma hakkını kendimize çok görüyor ya da buna cesaret edemiyoruz.
Tam iki asırdır “Yapılanların hesabını sormak için henüz erken, biraz daha sabretmeli.” diyerek birbirini oyalayanlar her geçen gün sömürünün biraz daha derinleşmesine sebep oluyorlar.
Hakkı gasp edilen, onu istediğinde ise; “Hakkının bir miktarı iade edilebilir; fakat bu, inancından vazgeçmene bağlıdır.” cevabını alan ümmetin hâli şu ayet-i kerimeler ve onların inişine sebep olan olayla bire bir örtüşmektedir: “Demircilikle iştigal eden Habbab b. Eret (radiyellahuanh)’in müşriklerin ileri gelenlerinden As b. Vail’den bir miktar alacağı vardı. Parasını almaya gittiğinde, As kendisine şöyle demişti: ‘Hayır, Allah’a yemin olsun ki Muhammed’i inkâr etmedikçe sana borcumu ödemeyeceğim.’ Bunun üzerine Habbab: “Allah’a yemin olsun ki sen (şimdi burada) ölüp, sonra (gözümün önünde) tekrar dirilecek olsan dahi onu asla inkâr etmeyeceğim.” Bu defa As: “Ben ölüp sonra dirildiğimde orada malım olacaktır, gelirsen sana da malını veririm.”[ref]Buhârî, Buyû’ 29, İcâre 15; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn 35; Bkz. el-Hâzin, Lübâbu’t-Te’vil, Mısır, 1955, IV, 259. [/ref] diyerek Habbab’la alay eder. Hadise üzerine şu ayeti kerimeler nazil olur: “(Resulüm!) Ayetlerimizi inkar eden ve ‘muhakkak surette bana mal ve evlat verilecek’ diyen adamı gördün mü? O gaibi mı bildi, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız.”[ref]Meryem: 77-80. [/ref]
Bir gün mutlaka ümmetin Habbabları haklarını dava edecek ve “Neden böyle?” diyerek As’ları sorgulayacaklardır. İşte o zaman bütün dünya “Hak geldi ve batıl zail oldu.” ayetinin yeniden tecelligâhı olacak ve adaletle dolacaktır.