İbadetler yürekleri tevhîd eder; kalabalıkları ümmet yapar. Bu yüzden namaz, tecritten tevhide bir rıhledir. Her gün şu kadar farklı evden, şu kadar insan günde beş defa namazda yekvücut olur. Kuzeyden güneye, Üsküp’ten Patani’ye saflarda omuz omuza duran müminler namazın sonunda sağa ve sola selam vererek kendileriyle yekvücut olduğu kardeşlerini namazdaki şuurla murâkabe eder; edeceğine dair de ahdeder. Hac da, kalabalık olmaktan Ümmet olmaya bir yürüyüştür. Yeryüzünün farklı köşelerinden “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk…” diye yollara düşenler, Kâbe-i Muazzama’nın etrafında gecenin karanlığında, gündüzün aydınlığında, yağmurlu havada, güneşin altında “بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ/birbirine kenetlenmiş bina” sûretinde tavaf eder. Bu, eşi ve benzeri olmayan bir iman ordusunun kesrette vahdeti gerçekleştirdiği bir ameliyedir. Dilleri, renkleri, coğrafyaları, yaş ve cinsiyetleri farklı bir sevâd-ı âzam, kâmil bir ordudan daha mükemmel bir halde ve tamamen hasbî bir şekilde, “Gerçekten biz rabbimize döneceğiz.”[1] diyerek yürür.
Kâinat’ın Sahibi diğer ibadetler gibi Ramazan-ı Serîf’te farz kıldığı oruçla da Müslüman’daki ictimâî şuuru harekete geçirir. Ramazan, Müslümanlara ümmet olduklarını ve ancak ümmet olmanın gereğini yerine getirdikleri müddetçe oruçlarının oruç, bayramlarının da bayram olacağını anlatır. Bunun içindir ki, hasta ya da yolcu olmayan Ramazan orucunu başka bir ayda tutamaz. Mutlaka bu ay içerisinde tutmalı, bir milyar sekiz yüz milyon öğrencisi olan oruç üniversitesine diğer kardeşleriyle birlikte aynı zamanda başlayıp aynı zamanda mezun olmalıdır. Âlem-i İslâm’ın farklı köşelerinde, imsak vaktinden iftara kadar tek bir “Müslüman” -özürsüz- yemek yemez, su içmez. Müslümanlar lisân-ı hâlleriyle derler ki: “Yâ Rab! Bayram’a kadar Aliler, Ahmetler, Zeynepler, Fâtımalar olarak oruç mektebinde nefsimizi terbiye etmeye azmettik. Oruca sen değil, biz muhtacız. Bizi kulluğuna kabul edip mükellef kıldığından dolayı hamd olsun.”
Oruç Mektebinin Esasları
Oruç Mektebinden “muttakî bir kul” olarak mezun olabilmek için ümmet olma şuuruna sadâkat göstermek ve nefsin arzularına gem vurmak zarûrîdir. İmam Gazzalî R İhya’da der ki: “İftar vakti sofra hazırlandığında menü, kişi eğer oruç tutmasaydı nelerden oluşacaksa, yine onlardan olmalıdır.”[2] Yani bir tas çorba, bir tabak yemek ve biraz da ekmek… Eğer sofra, yılın diğer zamanlarında yenmeyen gıdalarla donatılır; Ramazan haricinde akşam yemeğinde üç parça yiyecek yerken iftarda bu altı, yedi oluyorsa o zaman orucun hikmeti kaybolur.
Sahurdan iftara kadar Ümmet Coğrafyası’ndaki kardeşlerimizin açlığını, onların zor şartlarda nasıl mücadele ettiklerini anlayabilmek için oruç tutuyoruz. Oruç pek çok hakîkatin yanında bize cemâdât değil, cemaat olduğumuzu bunun da paylaşmayı gerektirdiğini öğretir.
Müslümanlar namazda olduğu gibi, imsaktan iftara kadar oruç safında ve iftar sofrasında yekvücut olur; zengin, fakir ayrımı yapmadan farklı vesilelerle aynı sofraya otururlar. Eğer orucun bu anlamı kaybolursa Müslüman, Allah Rasûlü’nün ﷺ haber verdiği şu tehlike ile karşı karşıya kalır: “Nice oruç tutan ve namaz kılan var ki, onların oruçtan ve namazdan nasîbi sadece açlık ve uykusuzluktur.”[3] Buna göre, Müslüman oruç tutar fakat akşamleyin sofrasına sâir zamanlarda y(iy)emediği yemekleri getirip yerse, sanki orucun mükâfatını iftar vakti sofrada kendine takdim ediyor, demektir. Oruç tutar fakat sabahtan akşama kadar her nev’i fitneye bulaşır ya da oruç tutar fakat gözleri ile yine haram seyrederse bunların oruçtan payına ancak açlık ve susuzluk düşer.
Orucu Niçin Tuttuğunun Şuuruna Ermek
Allah Rasûlü ﷺ Ramazan mektebinde öğrenci olanları başka bir hadîs-i şerîfte şu şekilde ikaz ediyor: “Kim Ramazan orucunu imanlı bir halde sadece Allah’ın rızasını umarak tutarsa, onun geçmiş bütün günahları affedilir.”[4] Oruç tutanlar arasında imansız bir güruh olmayacağına, Allah Rasûlü’nün ﷺ bu sözleri de tahsîl-i hâsıl kabilinden addedilmeyeceğine göre, “bir halde sadece Allah’ın rızasını umarak tutarsa” ifadesi nasıl anlaşılmalıdır? Allah Rasûlü ﷺ şunu söylüyor: “Eğer sizler annelerinizden, babalarınızdan gördüğünüz şekliyle hakikatine vakıf olmadan ya da daha sağlıklı olalım diye gece sahura kalktıysanız ya da zayıflamak için oruç tuttuysanız ya da bir yerde çalışıyorsunuz; mesai arkadaşlarınızın tamamı oruç tutuyordu da, onların yanında mahcup olmamak için oruç tutuyorsanız, o zaman Ramazan’dan payınıza sadece bir ay aç ve susuz kalmak düşer.”
Oruç ve Cihad
Allah Rasûlü ﷺ, ümmetine kardeşlik ruh ve şuurunu öğreten orucu farklı açılardan okumayı emretti. Sahabe oruçla, tâkati nisbetinde kulluğu kuşanmaları ve kendilerini koruyacak bir kabile, sığınacakları bir akraba olmadığı durumlarda da arkalarına bakmadan yürümeleri gerektiğini öğrendi; “Siz de, yeryüzünde hiçbir şekilde fitne kalmayıp din tamamıyla Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla cihad edin!”[5] talimatına uyup yeryüzünde söz de, irade de, idare de Allah Azze ve Celle’nin oluncaya kadar küffar üzerine at sürdü. Allah Rasûlü ﷺ ile ümmet-i davet arasında köprü, İslâm’a kürsü oldu sahabe. Öğrencileri de onlar gibi yaşadı. Sahabe’den haleflerine cihad miras kaldı. Bu şuur, İslâm’a yeni özgürlük alanları açtı. Medine’den, Mekke’den yola çıkanlar İstanbul’a kadar at sürdü. “Yeryüzünün farklı yerlerinde insanlar bizi bekliyor, onlara da İslâm’ın kardeşlik şuurunu ulaştırabilir miyiz?” diye nice mesafeler katedildi. Müslümanlar gittikleri yerlerde medreseler, camiler, hanlar yaptı. Namaz, oruç ve hacdaki ümmet bilinci neyi, nasıl yapmayı emrediyorsa mucebince amel edildi. Oruç onlara kardeşleri ile paylaşmaları gerektiğini öğretti. Bunun için cemiyetler, vakıflar kuruldu; Bilâd-ı İslâm mîsâk-ı millî olarak kabul edildi.
Oruç ve Vefa
Devlet-i Aliyye âhir ömründe, ümmetten yardım talep edince gönderecek parası olmayan müslümanlar, temel ihtiyaç maddelerini açık artırmayla satıp karşılığını halifeye gönderdi. Osmanlı için seferber olan İslâm Coğrafyası’nda acılar, ızdıraplar var. Onlarca yıldır müslümanların üzerine gökyüzünden sanki ölüm yağıyor. Devlet-i Aliyye’nin “Halifeye imdat ediniz.” çağrısı kendilerine ulaştığında (Hintli Müslümanlar gibi), eğer evlerine iki ekmek götürecek kadar paraları varsa yavrularına, “Halifemiz zor durumda” diyerek eve bir ekmek götürüp, diğer ekmeğin parasını İstanbul’a ulaştıranlar, şimdi bizden hamle bekliyor.
Allah Rasûlü’nün ﷺ öğrencilerinin uçakları, klimalı arabaları yoktu. Fakat Arakan’a yakın bölgelere kadar gittiler, oralara İslâm’ı götürdüler, insaniyeti öğrettiler. Modern zaman Müslümanı’nın ise zâhirde mânî teşkil edecek bir engeli yok; uçağa binme imkânı da var, klimalı arabası da. Fakat gidemiyor. Çünkü iradesi yok.
Mazlum Müslümanlar ve Ramazan
Bize ümmet olduğumuzu hatırlatan Ramazan’da yine farklı bölgelerde Müslümanlar teravihi ya da başka bir namazı kılmak için evlerinden çıktıklarında müşrikler tarafından öldürülecek; belki kaçırılacak, rehin alınacak ya da bir gemiye binecek, açık denizlerde “Bizi kabul edecek bir ülke yok mu?” diye dolaşıp sığınacak bir liman ararken boğulacak. Mazlumların acılarını duyan, feryatlarına Allah’tan ﷻ başka kulak veren yok. Onlar mülteci kamplarında ya da her gece basılan evlerinde Kur’ân’ın, “Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever”[6] âyetini okuyacak ve diyecekler ki: “Yâ Rab! Kur’ân’ında Müslümanlardan bahsediyor ve buyuruyorsun ki, onlar namazda durdukları gibi, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettikleri gibi, oruç mektebinde ümmet şuurunu yaşadıkları gibi, Allah yolunda da yekvücutturlar. Siyasette, iktisatta, akidede, amelde yekvücut olan o Müslümanlar nerede?! Onları bekliyoruz.” Bizler şu kadar nimetle iftar ederken onlar, şöyle diyecekler:
“Yâ Rasûlallah! Hani Müslümanlar’ın bir vücut gibi olduklarını haber vermiştin. Vücudun bir organı acı çektiğinde sâir organlar sabahlara kadar nasıl uykusuz kalırsa, İslâm Coğrafyası’nın bir noktasındaki acının hissedilmesi de her bölgede aynı olacaktı. Nerede bizim ızdırabımızı duyup uykuları kaçacak, sıtma nöbetine girecek o Müslümanlar? Onlar Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin hâsılası mahiyetinde olan fıkıh mecmularını da okuyor, şu fetvayı da biliyorlar: ‘Eğer kâfirler Âlem-i İslâm’ın doğusunda bir Müslüman kadını esir alsalar, batıdaki bütün Müslümanlara o kadını fidye vererek kurtarmak vacip olur.’…”
Mazlumların hâli ne kadar oruç tuttuğumuzun ya da Allah Teâlâ katında orucumuzun nasıl kabul edildiğinin bir göstergesidir. Mazlumlar, Kur’ân’a, Sünnet’e ve fıkha bakıyorlar, sonra da bir milyar sekiz yüz milyon Müslüman içerisindeki sahipsizliklerine bir anlam vermeye çalışıyorlar. Onların çözemediği bu müşkil durumun çözüm yeri mahşerdir.
Namaz,
hac ve oruç… Hepsi ruhumuzu aynı vadiye boşaltıyor; tecritten tevhide
götürüyor, bizi büyük bütünle birleştiriyor. İbadetlerimiz ne kadar gayelerine
uygun? Tuttuğumuz oruçlar Allah Azze ve Celle katında ne kadar makbul? Bu
soruların müsbet cevabı her şeyden önce ümmet bilincimizle alakalıdır.
[1] Zuhruf, 43/14: ﻭَﺍِﻧَّٓﺎ ﺍِﻟٰﻰ ﺭَﺑِّﻨَﺎ ﻟَﻤُﻨْﻘَﻠِﺒُﻮﻥَ
[2] el-Gazzâli, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâ-u Ulûmiddîn, Dâru’l-Ma’rife, Beyrût, 2005, c.1, s.234.
[3] İbn Mâce, Savm, 7, H. No: 1690: ( رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلاَّ الْجُوعُ وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلاَّ السَّهَرُ).
[4] Buhârî, Savm, 30, H. No: 1768: مَنْ صَامَ رَمَضَانَ إِيمَانًا وَاحْتِسَابًا غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ
[5] Enfal 8/39: ﻭَﻗَﺎﺗِﻠُﻮﻫُﻢْ ﺣَﺘّٰﻰ ﻟﺎَﺗَﻜُﻮﻥَ ﻓِﺘْﻨَﺔٌ ﻭَﻳَﻜُﻮﻥَ ﺍﻟﺪِّﻳﻦُ ﻛُﻠُّﻪُ ﻟِﻠّٰﻪِ ﻓَﺎِﻥِ ﺍﻧْﺘَﻬَﻮْﺍ ﻓَﺎِﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﺑِﻤَﺎ ﻳَﻌْﻤَﻠُﻮﻥَ ﺑَﺼِﻴﺮ
[6] Sâff, 61/4: ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻳُﺤِﺐُّ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻳُﻘَﺎﺗِﻠُﻮﻥَ ﻓِﻰ ﺳَﺒِﻴﻠِﻪِ ﺻَﻔًّﺎ ﻛَﺎَﻧَّﻬُﻢْ ﺑُﻨْﻴَﺎﻥٌ ﻣَﺮْﺻُﻮﺹٌ