İslâm’dan önce Arap kabîleleri arasında sonu gelmez savaşlar vardı. Güçlü olan baskın yapar zayıfın sofrasından ekmeğini, çadırından oğlunu, kızını alır götürürdü. ‘Âtıs b. el-Celâh el-Himyerî adındaki biri içinde “Hazami” adında bilge bir kadın olan kabileye saldırı hazırlığı yaparken bir küçük kuş sesten rahatsız olup uyuyamaz, saldırıya uğrayacak kabîlenin olduğu yere doğru uçar. Kuşu uzaktan gören Hazami, “Ey Kavmim! Gidin buralardan, göç edin uzaklara; eğer kuş gece çıkan seslerden rahatsız olmasaydı buralara kanatlanmaz, yuvasında uyurdu.” der. Eşi Lüceym de “Hazami bir şey söylediğinde onu tasdîk edin. Zira tasdîk edilecek söz Hazami’nin sözüdür.”[1] diye halkını Hazami’ye uymaya çağırır.
İnsanlar, Hazami’nin sözü mûcibince amel eder ve oldukları yerden ayrılıp, bir dağa sığınır, onları yerinde bulamayan ‘Âtıs’ın ordusu da baskın yapıp hedefine ulaşamadan geri döner. Hazami’nin kavmi baskından onun keskin bakışı, derin idrâki vesîlesiyle kurtulur. Daha sonra Hazami ile alâkalı söylenen bu ifade âlim, ârif, hâkim zatlar konuştuğunda, onların sözü üzerinde söz kabul etmeme noktasında darb-ı mesel olur.
Bir Hazami Daha Göçtü Bu Dünyadan
İlim, fikir, hareket cephesinin Hazamileri vardır. Onlar eşyâ ve hâdiseye ibretle bakar baharda kışı, kışta da baharı görür. İlmin nûru, fikrin irâdesi, hareketin bereketi, târihe vukûfiyetten doğan şuur onlarda keskin bir idrâke dönüşür ve netîcede pek çok insanın göremediğini görürler. Şeyh Edebâliler, Dursun Fakihler küçücük bir beylikte cihan devletini görürken, velîler, hakîmler de cihan devletinde parçalanmanın, dağılmanın sahnesini görüp, Müslümanları îkaz etmişlerdir. Sihirbazla hakîmin beyânı arasında ise geceyle gündüz kadar fark vardır. İlki mahza yalan söylerken, eşyâ ve hâdiseye vukûfiyetin verdiği bereketle konuşan hakîm ise iz sürer, mâziyle hâl ya da âti arasında irtibât kurar ve nihâyet hükmünü verir. Hazamilere kulak vermeyen bir millet ayakta duramaz, kendi olarak kalamaz. Onların îkazları çerçevesinde önlemler almayan milletlerin zaferleri hezimete, baharları da kışa döner.
Kim Meczub?
Üstad Kadir Mısıroğlu, kudemâ bezmine âhir zamanda gelen bir Hazami idi. Büyük kalabalıkların îcat ettiği sahte kahramanları, etkin azınlığın ideolocyalarını reddetti, ilahlarının önünde eğilmedi, Kelime-i tevhîdin birinci yani Allah’tan (c.c) başka bütün ilahları reddetme faslını sadece diliyle değil hayatıyla da söyledi. Gençliğe, mektep sıralarında kendilerine kahraman olarak gösterilenlerin gerçekte birer hain olduklarını anlattı. “Uydum kalabalığa” diyenler, kalabalıktaki hevâyı din edinenler ezberlerini bozan bu kahraman karşısında sarsıldı. ‘Ne diyor bu adam?!’ diyecek kadar bir tahkîk cehdi göstermeyenler, “Susturun bu meczubu!” diye tahkîr, tezyif dolu cümleler kurdu. Yakın târihi sahte kahramanlarla dolu olan bir milletin kâhir ekseriyeti Üstad’ın söylediklerine inansa da, “Şimdi keyfimizi kaçırmanın zamanı mı?!” diyenlerin sayısı da küçümsenmeyecek orandaydı. Çoğunluğun “an”ı yaşama derdine meftun olduğu bir zamanda yarınların sancısını çekenler garip kalmaya, yalnızlaşamaya mahkumdur. O, Ümmetin selameti için hürriyet dahil sahip olduğu her şeyi feda edecek bir irâdeyle meydan yerine çıktı ve yalnızlığına bakmadan bunun gereğini yaptı.
Her Cümlesi Kazanılmış Bir Zafer Gibiydi
Her cümlesi, kazanılmış bir zafer hükmünde olan eserleri, gür sesi, kararlı ifadeleri ve sarsılmaz şecaatiyle bir asırdır bir yenilgiden diğerine savrulan Müslümanların, küffarı sarsan pençesiydi Kadir Mısıroğlu. Ümmetin Hazamisi›ydi o. Onu dinleyen ya da okuyanın ufkunda küfrün saltanatı yok olur, kesreti azalır, milyonlar bir kaç yüz kişi suretinde görünürdü.
Buyur Üstad!
Uzun zaman önceydi… Bir Tv kanalında üç saatten fazla Sünnet-i Seniyye’ye dair yöneltilen sorulara cevap vermem, Üstadla birinci derecede muârefeme vesîle olmuştu. Programdan sonra sabah uçağıyla gittiğim Trabzon’da öğle vakti telefonum çaldı. Açtığımda karşımda, millete dağ gibi azâmetli gösterilen varlıkların gerçekte mukavvadan sûretler olduğunu anlatan, yalan dağlarını çökerten nidâyı koparan kahraman vardı. Müslümana sürur, küfre hüzün veren sesiyle selamdan sonra “Hocayla görüşecektim.” dedi. Sesini tanıdım, “Buyrun Üstadım!” deyince “Akşam seni televizyonda izledim, dâvayı çok güzel ifâde ettin, İstanbul’a geldiğinde seni bekliyorum. Ehl-i Bidatla mücadelede daha müessir olmalıyız. Bu mevzuda ne yapmalı, gel konuşalım.” dedi. Hâl hatır faslından başka şeyler de konuştuktan sonra, selamlama ile görüşme nihayete erdi. Birkaç hafta sonra arkadaşlarla evine gittik. O tarih henüz tab’ edilen bir kitabım yoktu. Kendisine moderniteyi tenkit kabilinden telif etmeye çalıştığım makalelerden takdim ettim. “Bana bu mevzuda daha çok makale lazım. Yaz getir ya da gönder.” deyince “Şeref olur Efendim!” dedim. Söz Üstad Necip Fazıl’a, Selâhaddîn-i Eyyûbî’ye gelince şu çerçevede bir şeyler söyledim, “Efendim! Tarih müktesabatı, fikri istikâmeti, dâva şuuru itibariyle zamanın Hazamisi olan Müslüman gençliğin büyük tarih hocası Kadir Mısıroğlu’nun, Üstad Necip Fazıl’la alâkalı ifadeleri Büyük Doğu’dan koparacağı gençleri ya Sünnet-i Seniyye’yi reddedenlere ya da mezhepsizlere doğru savurur. Bundan ise en ziyade siz ızdırap çekersiniz.”, deyince durdu. Selâhaddîn-i Eyyûbî üzerine de müzâkerede bulunduk, “Efendim şu zâviyeden bakılsa nasıl olur gibi…” birkaç vecihten bahsettim. Konuşurken sanki tarihe dair mevzûlar gözünün önünde duruyor, oradan okuyup anlatıyordu. Talebe-i ulûma hem fart-ı muhabbeti, hem de derin bir ihtiramı vardı. O, üstad, bense kitaplarıyla büyüyen bir talebesi mesabesindeydim. Lakin itiraz etmedi, kızmadı. Anlatıldığı gibi hiç değildi. Edeple ve delille söylenen her sözün onun dünyasında bir karşılığı vardı. Arada “Hoca! Severim seni…” diyordu. İfadelerinde tam bir mürebbî şefkati vardı.
Âhiret Sermayesi
Eserleri üzerinde konuşurken, “Her Müslüman gibi bu fakir de sizden çok şey öğrendi, hakkınızı helal ediniz.” deyince, durdu, gözleri doldu. Ayrılmak için izin istediğimizde kitaplar, belgeler emretti, onları takdim ederken şöyle dedi, “Hoca! Eğer eserlerim cihetiyle yetişmende bir katkım olduysa ne mutlu bana. Bu hâl, âhiret sermayem olur inşaallah!” dedi. “Tabi ki Efendim! Tefekkürü Üstad’dan, târihi şuurunu da sizden aldık. Sebil’e de, Kadir Mısıroğlu’na da çok şey borçluyuz.” diye karşılık verdim.
Üstad’ın gelene gidene sürekli kitap hediye etmesi, İFAM’dan ziyaretine giden pek çok talebeyle bu fakire kitap göndermesi de göstermekteydi ki o, âhiret sermayesi olsun diye konuşuyor, bunun için yazıyordu.
Şeyhülİslâm Mustafa Sabri Efendi
İstanbul’a gittiğimde vakit bulduğumda Üstad’a uğrardım. Hususi olarak onu ziyarete gittiğim de olmuştur. Bir defasında Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin -çocukluk yıllarımızda- Sebil’den çıkan “Dini Müceddidler” ve “Meseleler” kitaplarından söz ederken, oğlu İbrahim Sabri’nin “Mevkifü’l-Akl ve’l-İlm-i ve’l-Âlem” kitabına yaptığı tercümenin elinde olduğunu basması için birisine verdiğini lakin birinci cildinden Mustafa Kemal’le alâkalı pek çok yeri çıkarıp da bastığını, sonra eseri ondan geri aldığını söyledi. “Hoca! İslâm’a hizmet cesaret ister. Mustafa Sabri Efendi’ninin yazdıklarını basmaya cesaret edemeyenden yayıncı mı olur muş?!” diye öfkesini izhâr etti. “Eğer üzerinde çalışırsan vereyim sana sen tab’ et!” diye de ekledi.
Kâfirlerin Yekününü Sivrisinek Hükmünde Görürdü
Üstad, Ehl-i İslâm’ın hâmisiydi. Mazlum bir mü’min gördü mü meşrebine, bölgesine bakmadan müdafaa eder, ona sahip çıkardı. Öyle muhteşem bir imanı vardı ki, ona “Bütün kâfirler tek bir safta toplandı!” dense, yine de hepsini sivrisineğin kanadından daha hafif görürdü. O konuşurken kendinizi Mekke’den ayrılırken bütün müşriklere meydan okuyan Hz. Ömer’in (r.a) yanında hissederdiniz.
Târih Şuuru
Târihe ve İslâmiyete vukûfiyeti Üstad’a farklı bir ferâset kazandırmıştı. Söyledikleri büyük oranda tezâhür ederdi. Bir gün kendisine “Efendim! Yıllar önce söyledikleriniz olduğu gibi çıktı, ehl-i kerâmet misiniz?” deyince “Hoca bu, hâdiselere tarih şuuruyla bakmanın bereketidir.” dedi. Hangi hareket ya da zat hakkında konuşup milleti uyardıysa, onun serencamına bir bakın ya savruldu ya da savrulmak için zaman dolduruyordur.
Osmanlı’dan Bir Kahraman
Üstad ilmi, irfânı, şecaatiyle tam bir Osmanlıydı. Sohbetlerinde âyet-i kerîmelerden iktibâs yapar, hadis okur, kelâm-ı kibar naklederdi. Bu memlekette önde olan pek çok hocadan daha çok âyet ve hadis bilirdi. Onda her şey İslâm’a hizmete vâsıtaydı. Bunun için yazar, bunun için konuşurdu.
Üstad kimse için mücâmele cümleleri kurmaz, hak neyi, nasıl söylemeyi emrediyorsa, öyle konuşurdu. Fıtratı da böyle bir mücâmeleyi kaldırmazdı. Ricali devlete de yanlış bildiğini söyleme noktasında tereddüt etmezdi.
Yol Açtı, İz Bıraktı
Yolumuza koyulan ve bizi hakîkatten uzaklaştıran ne kadar levha varsa onlara işaret etti, doğrusunun ne olduğunu belirtti. Yol açtı, iz bıraktı. Yalnız kaldı. Lakin “Hak geldi, bâtıl zâil oldu!” âyetinin ufkunda İbrâhîm olup, put kırmaktan ödün vermedi. Kaç âlim, kaç bin târihçi hakikate onun gibi hizmet edebilmiştir?!
Hani Fikir Piyasasının Kahramanları Nerede?!
İlim, yaşanması ve insanlara ulaştırılması gereken bir emanettir. Kim onu gizlerse Allah Azze ve Celle ve bütün lanet ediciler ona lanet eder.[2] Bu ve benzeri âyetler onu konuşmaya icbar etti. Bildiklerini muknî ve müfîd bir lisân ile anlattı, eserler te’lif etti, hakikate sözcü oldu. Öyle ki, bugün fikir piyasasında kahraman olarak dolaşanların çoğu onun konuştuğu bir mecliste rey izhâr etmek şöyle dursun, korkudan oturamaz bile. Birilerinin oturmaya cesaret edemediği yerlerde o İslâm’ı, Osmanlı’yı, ecdadımızı müdafaa etti.
Çamlıca Camii’ndeki Şehadet
Üstad zor şartlarda vazifesini yaptı. Son sözü “Allah” olduğu hâlde ölüm meleğini istikbal edip ayrıldı aramızdan. Ramazân-ı Şerîf’in birinci günü, onu âhirete uğurlamak için Çamlıca Camii’nde mahşeri bir kalabalık toplandı. “Şâhitliği/bildiklerinizi gizlemeyin.”[3] âyet-i kerîmesi mûcibince yaşayan, hakîkat adına her ne biliyorsa söyleyen büyük Müslümana Çamlıca Camii’ni dolduran mü’minler Allah’a (c.c), Rasûlü’ne (s.a.v), Kitâb’a, Ümmet’e sadâkat gösterdiğine, İ’la-i Kelimetullah uğrana çile çektiğine, bu uğurda zindana girdiğine, gurbette yaşamak zorunda kaldığına şehâdet etti.
Cenaze Günü Farkı
Üstad, hayatta iken ona tek kelime edemeyen, İslâm’a “uydurulmuş!”, hevâlarına “indirilmiş din!” diyen Ehl-i Bidat, vefatında Ehl-i Küfürle aynı safta ictimâ edip saldırıya geçti. Üstadın şahsında Ahmed b. Hanbel’in, “Ehl-i bidata söyleyin, aramızdaki fark cenaze günü belli olacak!”[4] sözü bir kez daha tecelli etti. Küfür cephesinin kurmay kadrosu vefatına öyle sevinmişti ki, utanmasa Hakk’a yürüdüğü gününün resmi bayram olmasını talep edecekti. Bu büyük pek çok âlimde olduğu gibi kimin kahraman kimin de esfel olduğunu cenaze günü kıymetlendirdi. Millet küfürbazlara cevabı Çamlıca’daki mahşeri kalabalıkla verdi. Onlardan hangisini -olağan üstü bir hâl dışında– Üstad’da olduğu gibi bir büyük cemaat uğurlayabilir?!
Ne mutlu bize ki Müslümanız. İslâm, küfürbazların tanrılarıyla mücâdeleyi, ideolocyaları reddetmeyi emreder lakin, başkalarının tanrılarına sövmeyi de nehyeder.[5] Ne mutlu bize ki Müslümanız. Ebû Cehil’in oğlu İkrime gelirken etrafındakilere, “Ölülere söverek dirilere azab etmeyiniz.” buyuran bir Peygamber’in (s.a.v) ahlak nizâmına tâbîyiz.
Hülâsa
Üstad da kuldu, onun da kusurları, hataları vardı. Lakin mahfiyet sahibiydi. Onda Allah Azze ve Celle’nin celâl sıfatının tecellisini görürdünüz. Ümmet diye bir derdi, Âlem-i İslâm diye bir dâvası vardı. Onun ihyâsı ve inşâsı için yalnız başına çetin fikir muharebelerine girdi. Duruşu, konuşması, yazması Müslümana güven, kâfire korku verirdi.
O, kanatlarını gerip hakikati koruyan bir kartal gibiydi. Ramâzan-ı Şerîf’in ilk gecesi kanatları düştü, göklerin kapısı açıldı ve ön safta vuruşup destanlar yazan büyük Müslüman çekildi dünyamızdan. Yerini ancak kaleme aldığı eserler ve yaptığı konuşmalar doldurabilir.
Ya Erhamerrâhim! Üstadımıza rahmet eyle, uğrunda can vermeyi büyük bir lütuf kabul ettiği Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v) şefaatine onu mazhâr eyle!
[1] Bkz Nûreddîn Muhammed b Îsâ, Şerhü’l-Eşmînî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 1998, III, 166.
[2] Bkz. Bakara 2/159.
[3] Bakara, 2/283.
[4] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Dârü İbn Kesîr, Beyrût, 2010, XI, 186.
[5] En’âm, 6/108.