Müslüman önce inanır, sonra yaşar ve ardından insanları yaşadıklarını yaşamaya çağırır. İdeolocyaların bağlılarından ise şu üç özelliğiyle ayrılır: Allah’a ﷻ çağırır, ameli salih işler, “Ben Müslümanlardanım” der.[1] İslam’dan başka bir nizamı ne yaşamaya ne de anlatmaya değer bulur.
1. YENİ NESİL MÜSLÜMANLAR
Müslüman, kardeşlerine karşı mütevazi, kâfirlere karşı vakurdur.[2] Olanca muhabbetini Müslümanlığından dolayı ezilen, aşağılanan kardeşleri üzerinde toplar. Malını onların selameti için harcar, kalemiyle onların hukukunu müdafaa eder. Bütün öfkesini ise Allah’a ﷻ ve Rasûlü’ne ﷺ düşman olanlar üzerinde cem eder ve onların her birini kurtarılmayı bekleyen, hayvandan daha aşağı varlıklar[3] mesabesinde görür.
Müslüman, “Allah ﷻ yolunda cihad eder ve hiç kimsenin kınamasından korkmaz.”[4] Allah ﷻ ve Rasûl ﷺ düşmanları ırkları, soyları, boyları ve iktidarları için savaşır; Müslümanlar ise Allah’ın ﷻ rızasına nâil olabilmek için cihad eder. Bu uğurda kimlerin onlar hakkında neler söylediğine bakmadan, duruşları, oluşları, tesettürleri, sakalları, sarıkları hakkında ne dediklerine aldırmadan yürürler.
Müslüman, fikir planında tarihin en kapsamlı irtidadının yaşandığı günümüzde, riddet yıllarında sarsılmaz bir dağ gibi durup Ümmet’e yol gösteren Büyük Sahabi Hz. Ebu Bekir’in izinde tarihi bir misyon üstlenir; müminlere karşı mütevazi, kafirlere karşı vakur olmayı ve İ’lâ-i Kelimetullah uğruna kimsenin kınamasından korkmadan cihad etmeyi “Allah’ın ﷻ dilediğine verdiği bir lütuf”[5] olarak kabul eder ve bu lütfu dünyevi hiç bir payeye değişmez.
2. TATİL, HAYATI TATİL; İSTİRAHAT İSE İHYA EDER
Müslüman, atanmış değil, Allah ﷻ yoluna adanmış adamdır. Atanmışlar sabah sekizden akşam beşe kadar mesai yapar; günün üçte birinde çalışır, sair anlarında keyif yapar. Yüreklerin imarına memur olan Peygamberler, sıddıklar, veliler ise durmadan, yorulmadan, usanmadan gündüz gibi gece de Allah yoluna çağırır; günün üçte ikisinde cihad eder, geri kalan vakti ise yemek, istirahat ve sair ihtiyaçlara eye ayırır.
Tatil mi İstirahat mi?
Putperest bir hayattan vazgeçmeyen kavmine duyduğu öfkeyle ülkesinden ayrılan, daha sonra denize atılan ve bir balık tarafından yutulan, Allah Teala’nın lütfuyla sağlığı bozulmuş bir hâlde kurtarılan Hz. Yûnus’a tatil yapması ya da dinlemesi için bir müddet takdir edilmeden, yüz bin ya da daha fazla kişiye elçi olarak gönderildi.[6]
Allah Rasûlü ﷺ Tatil Yaptı mı?
İnsanların yorulduklarında tatile gitmeleri bir ahirzaman ihtiyacıdır. Kimi bir isyan merkezine, kimi sahillere, kimi çöllere, kimi de kayak merkezlerine gider. Bir grup da günah işlemekten aciz olduklarında ebeveynlerini, eğer onlar sağ değilse memleketlerini ziyaret eder. Ne var ki hayatının bütün fasıllarıyla alakalı, nerede ne yaptığı, ne buyurduğu, nasıl buyurduğu ile ilgili -neredeyse- her sözü ve her hâli rivayet edilen Allah Rasûlü’nün ﷺ filan yere tatile gittiğine dair bir bilgi yok. Mesela Hicret’ten, Bedir’den, Uhud’dan sonra ailesini alıp bir sahil şehrine gitmedi ya da bir yaylada beş-on gün tatil yapmadı.
Bir gazveden diğerine giden, gündüz devlet idare eden, gece namaz kılmaktan ayakları şişen bir Peygamber’in ümmeti her haftanın iki gününü tatile ayıramaz.
Cuma, Tatil Günü mü?!
Cuma, zannedildiği gibi tatil değil, mücahede günüdür. Ancak eskiden Cuma namazı bir şehirde bir ya da birkaç yerde kılındığından, bugünkü gibi vasıta olmadığından ve bir de Cuma günü camiye erken girenin faziletinin sonra gelenlere nisbetle daha fazla olacağı gibi hususlardan dolayı insanlar Cuma’ya saatler kala evlerinden çıkar, ikindiye ya da akşama doğru dönerlerdi. Yahudilik’te olduğu gibi İslam’da çalışmanın yasaklandığı bir gün yoktur. Nitekim “Ticaret bir farzdan sonra emredilen ikinci farzdır.” rivayeti Cuma namazıyla ilgili “Namaz kılındı mı artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın ﷻ lütfundan nasip arayın.”[7] mealindeki ayet-i kerimeyi ifade noktasında varid olmuştur.
Medresede Tatil Var mıydı?
Medreselerde Salı günleri ders olmaması malum anlamda bir tatil anlayışından mütevellit değil, talebenin -bugünkü gibi matbaa olmadığından dolayı- kitapları istinsah etmesine, ders tekrarı yapmasına ve çamaşır yıkamak gibi hususi ameliyeleriyle meşgul olmasına imkân vermek içindi. Zamanla okutulan kitaplar çoğalıp talebeye istinsah için bir gün yetmeyince Cuma da Salı’ya dâhil edildi. Daha sonra Molla Fenâri Hazretleri buna Pazartesi’yi de ekledi. Sair İslam beldelerinde ise talebe bu işleri Perşembe öğleden sonra ve Cuma günü yapardı. Osmanlı’da IXX. yüzyıla gelindiğinde Medrese ve memurlar için Perşembe öğle sonrası ve Cuma günü tatil günü olarak ilan edildi.
Batı Uygarlığının Mesai Zulmü ve Hafta Sonu Tatili
Yahudilikte hafta tatili Cuma akşamı güneş battıktan sonra başlar ve Cumartesi akşamı sona erer, Cumartesi çalışmak ise yasak addedilir. Hristiyanlar da başlangıçta Yahudiliği taklid ederek Cumartesi’yi kutsallaştırmışlardı. I. Konstantinos zamanında Pazar resmî tatil olarak belirlendi. İnsanların hayatına önemli değişiklikler getiren sanayi devrimiyle birlikte günlük çalışma süresi 18 saate çıkınca, maden ocakları ve dokuma atölyeleri gibi müesseselerde belirlenen süreden daha fazla mesai yapıldığından, çok sayıda çocuk ve kadın ya ölmüş ya da sakat kalmıştı. Bu zulmün kamuoyunda sebep olduğu infialin önüne geçmek için Yahudilik’teki ve Hristiyanlık’taki tatil günleri esas alınarak Cumartesi ve Pazar resmi tatil olarak ilan edildi. Bizde bu günlerin tatil olarak ilan edilmesin tek dayanağı, Havra ve Kilise buyruklarına göre şekil alan Batı uygarlığını taklit marazıdır.
Boşa çıkarmak, devre dışı bırakmak, bozmak gibi manalara gelen “ta’tîl”in mevcut haliyle İslam’da bir karşılığı yoktur. Bizde daha verimli çalışmak için “istirahat” maksatlı uyumak, dolaşmak ve dinlenmek gibi hususlar vardır.
Ramazan-ı Şerif Nasıl Anlaşılmalı?
Ramazan-ı Şerif gibi ibadetin daha yoğun olduğu ay ya da “an”lar sadece ibadete ya da istirahate tahsis edilseydi Allah Rasûlü ﷺ bir Ramazan ayında Bedir’e gitmez, yine bir Ramazan’da Mekke’nin fethi için Medine-i Münevvere’den yola çıkmazdı. Her yaşlı gibi gençlere nisbetle daha çok dinlenmeye ihtiyaç duyan Ebû Eyyûb el-Ensârî de ilerleyen yaşına rağmen atın üzerinde İstanbul önlerine kadar at sürmezdi.
Müslüman’ın Yirmi Dört Saati
Allah ﷻ rızası için olması kaydıyla her nei okumayı da çalışmayı da ibadet kabul eden İslam’a göre, bir Müslüman bedeni ne kadara tahammül ederse o kadar ayakta kalmalı ve o kadar çalışmalıdır. Hicret’in yirminci yılına gelindiğinde İmparatorlukları ortadan kaldıran sahabe ordusu, Doğu Roma’nın ordularını da hezimete uğratınca “Kim bu sahabiler?” diye soran İmparatora çevresindekiler şöyle demişti: “Gece ibadet eder, gündüz at sırtında cihad ederler.”
Günün üçte ikisini, Cumartesi ve Pazarın tamamını tatil yapan Ümmet-i İslam’ın bu ataletten kurtulmasının bir şartı da, hayatını, gündüz çalışan ya da mütalaa eden, gecenin bir kısmında kıyama duran, üçte birlik zamanı ise yeme-içme, uyuma gibi ameliyelere ayıran bir anlayışla yeniden tanzim etmesidir.
3. HERKES MEMUR, HERKES MESUL
Her Müslüman yaşadığı yerde İslam’ı temsil ve tebliğ etmekle mükelleftir. Ashab-ı Kehf , yaşadığı şehirde sayılarına bakmadan “Rablerinin” kral değil, yerin ve göklerin de Rabbi olan Allah Azze ve Celle olduğunu ve yalnız O’na ibadet edeceklerini ilan etmiş[8]; Hz. Asiye Firavun’un Sarayında yalnız başına bir Mümine kadın olarak tevhidi haykırmış ve bu uğurda gözünü kırpmadan feda-i can etmiş[9], İmran’ın Kızı Hz. Meryem Yahudiler’in yalanlarına karşı Rabbinin buyruklarına sarılmış ve yalnız O’nun sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti.[10] Allah Rasûlü’nün ﷺ meclisinde kısa süre de olsa kalma bahtiyarlığına eren sahabe, kendilerini, O’nunla ﷺ uzun süre birlikte olanlar gibi İslam’ı tebliğ etmeye memur addetmişti.
4. İSLAM, RAHİPLER YA DA MESLEKTAŞLAR DİNİ DEĞİLDİR!
Kadın-erkek, genç-yaşlı, akıl-bâliğ olan her Müslüman fert ve cemiyet planında İslam’a yol açacak. Baba evinden, anne kızından, imam cemaatinden, muallim öğrencisinden, devlet başkanı milletinden mesuldür.[11] Kilise’de, Havra’da sair dinlerin manastırlarında “Din Adamı” olarak bilinen yığınla papaz, haham, keşiş vs. olur, oralarda din adına bunlar konuşur. İslam ise, rahipler ve hahamlar gibi bir zümrenin dini değildir, onun buyruklarına göre her Müslüman muvazzaf ve (temiz olan) her yer mescittir. Din Adamlığının bir mesleğe dönüşmesini reddeden ve topyekün bütün Müslümanların İslam’ı neşretmekle mükellef olduklarını ifade noktasında Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz.”[12]
5. İLİMDE BİLİNİRLİK, DERVİŞLİKDE GİZLİLİK ESAS
Mühim olan hayırlı bir işi kimin yaptığı değil, onun yapılıp yapılmadığıdır. Her mevzunun olduğu gibi tedrisin de bir hocanın önünde okuma, icazet alma gibi kendine has kuralları vardır. Bütün bunlar tedrisi hocayla talebe arasında belli mekânlarda, belli zamanlarda, belli usûllerle akdedilen bir ameliye olmakla sınırlamaktadır. Zındıkların Müslümanları İslam’a karşı İslam’la savaştırmak için eserler yazması, onların içindeki yüz mevzunun doksan sekizinde doğru, iki tanesinde ise kişiyi küfre sokacak meselelerden ya da bütünüyle Ümmet’ten koparacak hususlardan bahsetmesi, müelliflerin tanınması zaruretini ortaya çıkardı. Muhammed b. Sîrîn mevzuyla alakalı şöyle buyurdu: “Muhakkak ki (okumakta olduğumuz) bu ilim, din(in kaynağı)dir. Dininizi(n delillerini) öğrendiğiniz insanları(n hallerini) araştırınız.”[13] Sahabe ve Tâbiûn’un büyükleri -genellikle- hadisin isnadını sormaz, ravilerin kim olduğunu araştırmazdı. Şia, Mürcie, Kaderiyye gibi Ehl-i Bid’at fırkalar zuhur edip müntesiplerini hadis uydurmaya teşvik edince Selef-i Salihin her hadis rivayet edene, “Size bu hadisi rivayet eden ravilerin kimler olduğunu söyleyin de onların ‘sikâ’ olup olmadıklarını bilelim, ona göre rivayetlerini kabul edelim. Eğer zayıf iseler rivayetlerini hadis zannedip aldanmayalım.”[14] derdi. Tabakât kitapları da bir âlimin, kimlerden okuduğu ve kimlerin de ondan ders aldığını belirtir, böylece zındıkların araya girmesine mani olurdu.
Sahih bir isnadla Allah Rasûlü’nden ﷺ günümüze intikal eden ilim bir emanet olduğundan, ulemada bilinirlik, İslam’ı daha çok hâl diliyle tebliğ eden dervişlerde ise gizlilik esas olmuştur. Ariflerin, dervişlerin kahir ekseriyeti diyar diyar dolaşıp tebliğde bulunur; bir yerde maruf olup insanlar onların sözlerinden ziyade züht ve takvalarından bahsetmeye başlayınca bilinmedikleri bir başka diyara hicret ederlerdi. İslam’ın yayılmasında bu namsız ve nişansız velilerin, dervişlerin çok büyük payı vardır. Moğol ve Haçlı saldırılarından sonra tarihçiler “Bu Ümmet bir daha ayağa kalkamaz.” hükmünü verdiğinde, sahneye isimleriyle değil, eserleriyle şöhret olan veliler çıktı. Şark’tan Garb’a kadar Bilâd-ı İslam’ı dolaşıp yürekleri onardı, Osmanlı’nın Fetih yolunu açtı.
Büyük bir kesret içerisinde kaht-ı ricâl yaşayan Müslümanların kariyerli hocalara değil, adından ziyade hizmetiyle bilinen hasbi müminlere ihtiyacı var.
6. MERHAMET DAVASI
İnsanlar Allah Teala’ya “fıtrî” hususiyetlerinden ziyade “kesbî“ olan amelleriyle yaklaşır. Zira hayvanlarda da fıtrî hususiyetler vardır. Devenin susuzluğa dayanması, bülbülün sesinin güzel olması, eşeğin anırması, ineğin süt vermesi hep “fıtrî” özelliklerdir.
Merhametin Nihaî Noktası
Her annenin yavrusuna karşı merhametli olması “fıtrî” bir özelliktir. Aynı annenin Gazze’de, Bağdat’ta, Arakan’da, Doğu Türkistan’da açlığa ya da çeşitli işkencelere maruz kalan çocuklara merhamet edip imkânı nisbetinde onlar için bir şeyler yapması, bir yardım kuruluşu nezdinde yardım toplaması ise “kesbî” bir durumdur. Anne, “fıtrî” olan şefkatinden dolayı değil, “kesbî” olan merhameti sebebiyle büyük ecir alır. Âlimler, ârifler, dava adamları cemiyette fıtrî hususiyetleri yanında “kesbî” duruşlarıyla da temayüz eder ve kesbî olan iman, ahlak, şuur ve iradeleriyle insanlığın yolunu açarlar.
İslam Devleti; taşlanan, dışlanan, hakaretlere uğrayan yine de düşmanları için, “Allahım! Kavmime hidayet et, onlar bilmiyorlar.” diye niyazda bulunarak insandaki “kesbî” merhametin nihaî noktasını gösteren Allah Rasûlü’ne ﷺ ilahi bir armağandı. Yeni armağan da yürekleri merhamet mahşeri olan müminlere ihsan edilecektir.
Hira’dan Mekke’ye, Türkiye’den Dünyaya
Allah Rasûlü ﷺ Hira Mağarasında diri diri toprağa gömülen kız çocuklarını, güçlü insanlar tarafından sofrasından ekmeği alınan yoksulları, köle pazarlarında insanlığı satılan köleleri, onuru çiğnenen kadınları, faiz sarmalında sömürülen mazlumları düşünür; yüreği daralırdı. İnşirah Sûresi’nin ikinci âyet-i kerîmesi, insanlığın selameti için acı çeken Peygamber’e ilahî bir lütuf olarak, belini büken manevî yükünden alarak O’nu rahatlatan sahabeyi gönderdiğini müjdeliyor.
Sûre’nin, “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”[15] âyeti, “zorluktan sonra kolaylık vardır.” şeklinde olsaydı, anlam, “Dayanın! Bu yokuştan sonra iniş gelecek.” şeklinde geleceğe matuf bir teselli ifade ederdi. Lakin Allah Azze ve Celle Kur’ânî bir mucize olarak “Muhakkak ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” buyurarak her kolaylığın, zorluğun rahminde saklı olduğunu, musibetlerden hayır doğacağını haber vererek insanlığın hidayeti için uykuları kaçanlara, yüklerini alacak kahramanlar gönderileceğini müjdeler.
Hira’dan baktığında Hicaz’daki bütün acıları yüreğinde hisseden Peygamber-i Ekber ﷺ gibi biz de Türkiye’den yakın ve uzak çevremize baktığımızda Ümmet’in acılarını aynı hassasiyetle hissedebilirsek İslam’ın durdurulan yürüyüşü yeniden başlayacaktır.
7. SEN VARSAN, BİZ DE VARIZ
Müslüman, İslam söz konusu olduğunda misafir ya da mukim, amir ya da memur, kadın ya da erkek olmasına bakmadan meydan yerine çıkar. Allah Rasûlü ﷺ, “Burada olanlar olmayanlara sözlerimi tebliğ etsin.” buyurarak Müslümanları hiçbir ayrıma tabi tutmadan vazifeye davet etmiş; onlara tebliğle mükellef olduklarını haber vermiştir.
Antakya yöresinde üç davetçi durdurulup taşlanmakla tehdit edildiğinde şehrin en uzağından koşup gelen ve davetçileri müdafaa eden Habib en-Neccâr[16] hadisesi de bize, sonunda ölüm de olsa Müslümanlık için yapılması gereken hiçbir vazifeden imtina edilmemesi gerektiğini haber vermektedir.
Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî
Müslüman bilir ki dünyadaki bütün makamlar fânidir. Bâki olan ise yalnız Allah Azze ve Celle’dir. Sûfîler bu hakikati zihinlerinde canlı tutabilmek için hatme-i hâcegânda her gün, “Allah’tan başka her şey helak olacaktır.”[17] meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsiri hükmünde, defalarca “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî!”[18] derler.
Yürek Fethi
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar nerede? Otuz-kırk yıl önce protokolde oturanlar ne yapar şimdi? Makamlar sahipleri için kalıcı olsaydı, bir defa oturan bir daha kalkar, koltuklar öncekilerden sonrakilere kalır mıydı? Güçle gelenler, daha büyük bir güçle gider. Çığ gibi dünyayı istila eden İskender ve Cengiz, saman alevi gibi sönüp tarihten çekilmedi mi?
İslam’ı yürekten yüreğe taşıyan, Mekke’de ashabını korumaktan aciz olduğu günlerde Devlet Başkanı Necaşi’nin kendisine iman ettiği Peygamber-i Ekber’in ﷺ iman devleti ise ilk günkü ihtişamıyla yürek fütâûhâtına devam ediyor.
Firavun Gibi Zalim, Karun Gibi Emek Hırsızı, Bel’am Gibi Din Tahripçisi
Çilesiz, külfetsiz ya da Firavunsuz bir dünya, imtihan yeri olmaktan çıkar. Bu yüzden Müslüman, “Niçin her yer Ebu Cehil dolu?” diye sitayişte bulunmaz, bilakis Ebu Cehil etkisinin kırıldığı bir dünya özlemiyle, hükmün yalnız Allah’a ﷻ ait olacağı bir gelecek için çalışır.
Kur’an-ı Kerim zalimin, soyguncunun, din tahrifçisinin hep en büyüklerinden bahseder. Peygamberler de Firavun gibi zalim, Karun gibi emek hırsızı, Bel’am gibi hainlerden söz ederek müminlere, “Siz daha ne gördünüz ki, ne tescilli dinsizler vardı bu dünyada!” diyerek onları teselli eder.
Her iş gibi her Müslümanın da manileri vardır. Lakin hiçbir davetçi o manilerin arkasına saklanıp Allah’a davetten uzak kalamaz. Nitekim Allah Rasûlü ﷺ Tebük’e giderken -genelde- Allah’a ﷻ ve Ahiret’e iman etmeyenler O’ndan izin istemiş; yaşlı bir merkebi olan, fukaradan Ebu Zer el-Gıfârî Hazretleri gibi müminler ise yola koyulmuştur.
8. AHLAK DAVASI
Yürekler sözle değil, ahlakla fethedilir. Aktörlerin etkisi film bitene kadar, hâl dilinin tesiri ise ömür boyu devam eder. Allah Rasûlü’nün ﷺ kumandan, devlet başkanı gibi pek çok meziyeti vardı lakin Kur’an-ı Kerim O’nun üstün ahlakını öne çıkardı.[19] Çünkü O’nun fert ve cemiyet planında yaptığı eşsiz inkılapta en büyük pay ahlakına aittir.
Allah Rasûlü’nün Taksimine Razıyız
Allah Rasûlü ﷺ ötekileştiren ve dışlayan değil, kucaklayan ve yücelten bir ahlaka sahipti. Huneyn Gazvesi’nden alınan ganimetten Mekkeliler’e büyük paylar vermesi, buna mukabil Ensar’a bir şey takdir etmemesi onları üzmüş ve içlerinden bazıları (gençler) şöyle demişti: “Allah ﷻ, Rasûlüllah’ı ﷺ affetsin! Kureyş’e veriyor da bize vermiyor. Hâlbuki hâlâ kılıçlarımızdan (İslam’a çok sonra giren) Kureyş’in kanı damlıyor.[20] Savaş gibi zor bir durum olduğunda biz çağrılıyoruz lakin ganimet bizden başkasına veriliyor.”[21] Bu sözler Allah Rasûlü’ne ﷺ ulaşınca, haber gönderip Ensar’ı bir deri çadırda topladı. Yanlarına gidip onlara, “Bana sizden ulaşan bu söz de neyin nesidir?”[22] dedi ve ganimeti Mekkeliler arasında paylaşmasının gerekçesini şöyle ifade etti: “Kureyş henüz Müslüman oldu, savaştan da yeni çıktılar. Ben onların yaralarını sarmak ve gönüllerini İslam’a ısındırmak istedim. İnsanlar evlerine buradan aldıkları dünyalıklarla/ganimetle, sizse Allah Rasûlü ﷺ ile dönseniz, buna razı olmaz mısınız?” Ensar, “Tabiki razı oluruz Yâ Rasûlallah” diye karşılık verince Efendimiz ﷺ, “Bütün insanlar bir vâdiye, Ensâr da dar bir dağ yoluna girse, ben Ensâr‘ın dar yolunu seçer, onlarla beraber giderdim.” buyurdu.[23] Allah Rasûlü’nün ﷺ bu duruşundan etkilenen Ensar duygulanıp ağladı, gözyaşları sakallarını ıslattı ve sonunda “Allah Rasûlü’nün taksimi neyse biz ona razıyız.” dediler.
Muhal farz… Allah Rasûlü ﷺ Ensar’a kızıp “Nasıl benim hakkımda böyle ifadeler söylersiniz. Bu münafıklıktır. Sizi nankörler, demek sözümün üstüne söz söylersiniz. Tez zamanda bu gençler cezalandırıla!” nevinden ifadeler söylemedi; sahabeyi ihanetle itham etmedi. Onlara tasarrufunun gerekçesini anlattı, Ensar da bu duruştan o derece hüzünlendi ki başını öne eğip ağladı, gözlerden boşalan yaşlar yeri ıslattı.
Sorun Çözmek
Müslüman, sorunları “habbe”yi kubbe yapmadan, yanlış yapanları tahkir etmeden çözer. Allah Rasûlü eşinin yanında iken sair hanımlarından biri içinde yemek olan bir tabak gönderdi. Allah Rasûlü’nün evinde olduğu hanımı (Hz. Aişe), kıskançlığından dolayı tabağı getiren hizmetçinin eline vurdu, tabak yere düşerek kırıldı. Manzara karşısında Allah Rasûlü ﷺ kırılan tabağı birleştirip içindeki yemeği toparladı ve şöyle buyurdu: “Anneniz kıskandı!” Ardından tabak evinde kırılan hanımı (Hz. Aişe) tarafından yeni bir tabak getirilene kadar hizmetçiyi yanında tuttu; yeni tabağı, tabağı kırılan eşine gönderip kırılanı ise kıranın yanında bıraktı.”[24]
Allah Rasûlü ﷺ, gözü önünde tabak kırılmasına, “Bre kadın, sen ne yaptığının farkında mısın!” diye bir tepki verebilir, Hz. Aişe’yi azarlayabilirdi. Lakin öyle yapmadı. Hadiseyi Hz. Aişe’nin (radiyallahu anha) kadınlık fıtratına hamletti ve problemi Hz. Aişe’ye (radiyallahu anha) bizzat şunları söyleterek çözdü:
-Ey Allah’ın Rasûlü! Bu yaptığımın bedeli nedir?
-Tabağın misli bir tabak, yemeğin misli bir yemek.
Hülasa
“Bu haram! Bu gayr-i İslami!” dendiğinde, “Etrafımız kuşatılmışken şimdi bunu söylemenin vakti mi?” diyerek haramları meşrulaştıranlar(!) da bilmeli ki Ümmet, bu iki asırlık krizden, Risalet hayatının tamamı olağan üstü şartlarda geçmesine rağmen İslamın tek bir hükmünden taviz vermeyen Allah Rasûlü’ne ﷺ, O’nun zaman ve mekân hassasiyetine, davet usûlüne, herkesi mesul kabul eden dava anlayışına sahip olur ve bunun gereğini yaparsa kurtulacak.
[1] Fussilet, 41/33: وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللّٰهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ اِنَّنٖى مِنَ الْمُسْلِمٖينَ
[2] Mâide, 5/54: يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دٖينِهٖ فَسَوْفَ يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ
[3] A’râf, 7/179: وَلَقَدْ ذَرَاْنَا لِجَهَنَّمَ كَثٖيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا اُولٰئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ اُولٰئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
[4] Bkz. Mâide, 5/54: يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ
[5] Mâide, 5/54: ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْتٖيهِ مَنْ يَشَاءُ
[6] Sâffât, 37/139-148: ﻭَﺍِﻥَّ ﻳُﻮﻧُﺲَ ﻟَﻤِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺮْﺳَﻠِﻴﻦَ ﴿﴾ ﺍِﺫْ ﺍَﺑَﻖَ ﺍِﻟَﻰ ﺍﻟْﻔُﻠْﻚِ ﺍﻟْﻤَﺸْﺤُﻮﻥِ ﴿﴾ ﻓَﺴَﺎﻫَﻢَ ﻓَﻜَﺎﻥَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺪْﺣَﻀِﻴﻦَ ﴿﴾ ﻓَﺎﻟْﺘَﻘَﻤَﻪُ ﺍﻟْﺤُﻮﺕُ ﻭَﻫُﻮَ ﻣُﻠِﻴﻢٌ﴿﴾ ﻓَﻠَﻮْﻟﺎَٓ ﺍَﻧَّﻪُ ﻛَﺎﻥَ ﻣِﻦَ ﺍﻟْﻤُﺴَﺒِّﺤِﻴﻦَ ﴿﴾ ﻟَﻠَﺒِﺚَ ﻓِﻰ ﺑَﻄْﻨِﻪِٓ ﺍِﻟٰﻰ ﻳَﻮْﻡِ ﻳُﺒْﻌَﺜُﻮﻥَ﴿﴾ ﻓَﻨَﺒَﺬْﻧَﺎﻩُ ﺑِﺎﻟْﻌَﺮَٓﺍﺀِ ﻭَﻫُﻮَ ﺳَﻘِﻴﻢٌ ﴿﴾ ﻭَﺍَﻧْﺒَﺘْﻨَﺎ ﻋَﻠَﻴْﻪِ ﺷَﺠَﺮَﺓً ﻣِﻦْ ﻳَﻘْﻄِﻴﻦٍ ﴿﴾ ﻭَﺍَﺭْﺳَﻠْﻨَﺎﻩُ ﺍِﻟٰﻰ ﻣِﺎﺋَﺔِ ﺍَﻟْﻒٍ ﺍَﻭْ ﻳَﺰِﻳﺪُﻭﻥَ ﴿﴾ﻓَﺎٰﻣَﻨُﻮﺍ ﻓَﻤَﺘَّﻌْﻨَﺎﻫُﻢْ ﺍِﻟٰﻰ ﺣِﻴﻦٍ ﴿﴾
[7] Cum’a, 62/10: فَإذَا قُضِيَتِ الصَّلٰوةُ فَانْتَشِرُوا فِى الْاَرْضِ وَابْتَغُوا مِنْ فَضْلِ اللّٰهِ
[8] Bkz. Kehf, 18/14: وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَا مِنْ دُونِهٖ اِلٰهًا لَقَدْ قُلْنَا اِذًا شَطَطًا
[9] Bkz. Tahrîm, 66/11: وَضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا امْرَاَتَ فِرْعَوْنَ اِذْ قَالَتْ رَبِّ ابْنِ لٖى عِنْدَكَ بَيْتًا فِى الْجَنَّةِ وَنَجِّنٖى مِنْ فِرْعَوْنَ وَعَمَلِهٖ وَنَجِّنٖى مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمٖينَ
[10] Bkz. Tahrîm, 66/12: وَمَرْيَمَ ابْنَتَ عِمْرٰنَ الَّتٖى اَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فٖيهِ مِنْ رُوحِنَا وَصَدَّقَتْ بِكَلِمَاتِ رَبِّهَا وَكُتُبِهٖ وَكَانَتْ مِنَ الْقَانِتٖينَ
[11] Bkz.Tahrîm, 66/6: يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا قُوا اَنْفُسَكُمْ وَاَهْلٖيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ
[12] Âl-i İmrân, 3/110: كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
[13] Muhammed el-Emîn el-Hererî, Şerhu Sahîh-i Müslim, Beyrut, 2009, I, 245.
[14] Bkz. el-Hererî, a.g.e., I, 247.
[15] İnşirâh, 95/5: فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
[16] Bkz. Yasîn, 36/20. (وَجَاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلٖينَ)
[17] Kasas, 28/88: كُلُّ شَیْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ
[18] Baki olan ancak sensin Ey Baki! Fâni olanların zulüm saltanatından dolayı ne gam, ne keder!
[19] Kalem, 68/4: وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ
[20] Müslim, “Zekât”, 46.
[21] Buharî, “Meğâzî” 57.
[22] Müslim, “Zekât” 46.
[23] Buhârî “Meğâzî”, 57.
[24] Buharî, “Nikâh”, 108.