Kardeşlerim!
Büyük Doğu, İslam’a sımsıkı perçinli bir dünya görüşü… Büyük Doğu, ezelden ebede akan İslam mecrasını anlama, onun önündeki engelleri kaldırma ameliyesi…Üstad’ın ifadesi ile “İslam’a yol açma cehdi” ve “ne yeni bir meşrebin ne de yeni bir mezhebin adı”. Sadece Allah ﷻ ve Rasûl ﷺ davasının emir eri olma davası…
Büyük Doğu “Kim var?” diye seslenilince, sağına soluna bakmadan meydan yerine çıkabilme ve “Rabia Meydanında” Esma olabilme ruhu… Parmaklıkların arkasında Mursi olup küresel güçlerin gönüllü işbirlikçilerine, “Allah’u Ekber” diyebilme cesareti… Siz büyükseniz; denizde, havada, karada ordularınız varsa da, “Allah ﷻ en büyüktür” deme aşkı, vecdi, heyecanı… Kölelikten kulluğa yürüyüşün, halis hürriyeti Hakk’a kullukta arayışın adı.
Üstad buna talip oldu, zor yerlerden, menzillerden geçti. Gulyabani mevzilerinde, aşılmaz engelleri, bozulmaz sanılan tuzakları aştı. Fikirden ve aksiyondan yana, can pahası bir kavga ile Allah ve Rasûl davası peşine koştu. Bu çerçevede Büyük Doğu, Efendimiz’in ﷺ izinde, “Ufuk da Sen, Umut da Sen ya Rasûlallah” diyerek durmadan, duraksamadan yürüyen dâvânın adıdır. Necip Fazıl ise bu davanın mimarı, kahramanıdır.
Büyük Doğu’nun Kaynağı İslâm’dır
Kur’an-ı Hakim “İkra/Oku” diye başlar. Diğer peygamberlere bakarsanız onların hayatında, onların iman, ilim, hareket mecralarında ilk duyulan ilahî buyruğun “Va’budullah/Allah’a kulluk et” ayeti olduğunu görürsünüz. Cenab-ı Hakk onların muhataplarını kulluğa davet eder. Kulluğa çağrıyla başlar her nebevî hareket. Aslında Mekke’de de böyle bir hitap, böyle bir ayet bekliyorsunuz fakat öyle değil. Mekke’de 17 ev kalem biliyor, 17 evde insanlar okur-yazar. Buna rağmen Mekke’ye, Hazreti Muhammed aleyhisselam’a gelen Kur’ân’ın ilk ayeti “İkra/Oku”… Ümmî bir peygambere ötelerden Allah’ın ﷻ ayetleri geliyor ve “İkra” diye başlıyor: Oku!.. Peki, okumayı bilmiyor, o hâlde neye işaret var? Kur’an-ı Kerim, Peygamber’in ﷺ ufkunda bütün bir âleme şunu söylüyor: Bütün bir insanlık ilim ve fikirde, edeb ve hikmette, tefekkür ve tahassüste Allah’ın inzal buyurduğu bu kitaptaki esaslara tutunmalı, onların emrettiği gibi olmalı; Allah’ın ﷻ ahlakıyla ahlaklanmalı.
Pazarlıksız bir imanla zuhur eden kadroların dâvâsı hiç boş kalmadı ve sancakları hiç yere düşmedi. Ne zaman yere düşecek gibi olduysa işte o zaman bu ümmetin içerisinden âlimler, mütefekkirler geldi ve sancağı yükseltti. Bu sancak dünya semasına Gazalilerle, Razilerle, İmam Rabbanilerle, Necip Fazıllarla yükseldi ve öyle de sürecek; Allah Azze ve Celle’ye şehidler gönderen cihad safları hiç boş kalmayacak.
Allah Rasûlü ﷺ ezelden ebede yürüyen kutlu mücadeleye başladığında Mekke’de akşamdan sabaha gitmez, dediler. İslam yarına kadar dayanmaz, dediler. Sokaklar kapalı, evler kapalı… Bunları, bu gulyabani mevzilerini geçip de Dâru’n- Nedve’nin merkezinde küfrün beynini, şuurunu patlatırcasına “Allahu Ekber” diyemez, biter, dediler… On üç yıl sabretti, dayandı. Peygamber aleyhisselam’la birlikte Bilal dayandı, Ammar dayandı. Sümeyye’ler, Yasir’ler dayandı. Bir zaman sonra Allah Rasûlü ﷺ hicret ettiler, İslam, hicretle biter dediler. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ordularla Allah Rasûlü aleyhisselam’ın üzerine yürüdüler. Her defasında Allah Azze ve Celle, Rasûlünü ﷺ küfür ve şirk ehli üzerine galip kıldı.
Asrı saadetten bir sahne: Ashabın sayısı şu kadar… Mekke’de acı var, Mekke’de ızdırap var. Bilal bin Rebah boynunda bir kement, Mekke sokaklarında süründürülüyor, emperyalizmin temsilcisi Ebu Cehiller, Ebu Lehebler atın üzerinde… Bilal’in, hakikatin sözcüsünün boynunda kement var… Yerden yukarıya atın üzerindeki adamlara Kur’an’ın ayetleri ile meydan okuyor: “Ölçüde, tartıda hile yapanların vay haline!”[1] İnsanların alın terini, emeğini sömüren soysuzlara, yolsuzlara sonsuza kadar yuh olsun diyor.
Sizler, kardeşlerim!.. Gün olur, meydan yerine düştüğünüzde arkaya bakmayacaksınız. Abdullah bin Mes’ud gibi Dâru’n-Nedve’nin önüne geleceksiniz. Kim okur Allah’ın ayetlerini? diye duyduğunuzda, herkeste kavmiyetten, mal ve makamdan neşet eden güç olduğu halde şu sayıda, şu mikyasta hesapları işittiğinizde bütün yalnızlığınıza rağmen küçücük boyunuzla meydan yerine koşacaksınız. Allah’tan ﷻ başka dayanağınız yok. Yalnız Allah ﷻ var!.. Dâru’n-Nedve’nin önüne geliyorsunuz, Ebu Cehil’in yüzüne bakarak, “Dinle zalim, dinle Sümeyye’nin katili!.. Yer ve gökleri yaratan Allah konuşuyor: Rahman, Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı.”[2]diyorsunuz. Dinle Mısır, dinle İran, dinle Bizans, dinle Sodom ve Gomore, diyorsunuz. Allah’ın ﷻ ayetleriyle yeryüzüne meydan okuyorsunuz… Allahu Ekber, diyorsunuz. Allahu Ekber, deyince artık büyük zannettikleriniz, mukavvadan heykeller, hepsi tarumar oluyor, yıkılıyorlar. Çünkü siz ruha bakıyorsunuz. Karşınızda ruhu olmayan bir iskelet var, bir heyula var, ona tekbirle, cüceler aynasında dev zannedilen bir cüce olduğunu hatırlatıyorsunuz.
Büyük Doğu Pazarlıksız Allah ve Rasûlü Davasıdır
Büyük Doğu bir cephesiyle İslamî mücadelenin yekûn ifadesidir. İslam’a muhatap anlayışın örgüleştiği kurtarıcı nizamın adıdır. Allah Rasûlü ﷺ Mekke’de ne buyurduysa, Medine’de ne yaptıysa zerre sapmaksızın benzerini önce Anadolu’da, ardından bütün bir âlemde hâkim kılabilmenin mücadelesi içinde olmaktır. İman, tefekkür ve peşi sıra dava şuurudur. “İmanın tezahürü” halinde fikir ve aksiyon, fikrin ve aksiyonun tezahürü halinde ise medeniyettir. Bütün bunlar dâhilinde müthiş bir aşk, vecd ve gözü karalıktır. Malum olduğu üzere kişiye çöl gibi gelenler, Peygamber aleyhisselam “göldür” diyorsa “GÖLDÜR”. Buna inanacak ve çölün göle nasıl döndüğüne şahit olacaksın. Mazeret üretmeyecek ve “Bunlar bu zamanda, bu asırda olur mu ya Rasûlallah?” demeyeceksin.
Büyük Doğu demek, İblis’in mevzilerini aşarken düşmanın kesretine bakıp üzülmemek, Allah’a ﷻ ulaşma arzusuyla sevinmektir. Mazeret cümleleri terkip etmemektir. İnsanların içine çıkıp ağlamamaktır. Devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla, ciğerinizden kaleminize kan çekmek ama yine de Allah ve Rasûlü’nün ﷺ dâvâsını kaytan bıyıklı savcıların önünde müdafaa ederken, “Allah Rasûlü’nün ﷺ dâvâsının yolunu müdafaa etmek sizin kanunlarınıza göre suçsa o zaman kurun darağaçlarını” diyebilmektir. Üstad, bir davasında “Kurun darağaçlarını, o üç ayaklı sehpanın yağlı urganına Necip Fazıl’ın başı feda olsun” demiştir.
Allah Rasûlü’nün ﷺ zahiri şeriat, batını tasavvuf… Büyük Doğu, “TEK”te tezahür eden bu ikilinin çağımız insanına izah mefkûresi ve tatbik yoludur.
Tüm kâinat sırlarla kuşatılmış vaziyette. Sırrı anlamak ise, Allah’ın ﷻ kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Peygamber-i Ekber’e ﷺ aidiyet payesinde saklı. Üstad’ın Gençliğe Hitabesi’nde bu ifade bedihi halde açık. Ama burada bir parantez açayım. Bazı hoca kardeşlerim buna itiraz ediyorlar, buna şirk diyorlar. Bu mevzu bir hadis, diyorlar. Evet, bu Hadis (Levlake hadisi), bu ifadeleri ile bu hâliyle sahih bir hadis değil. Lakin otuz dokuz yaşında Rabbine giden ve geride 120 tane eser bırakan İmam Leknevî (rahmetullahi aleyh)’in bununla alakalı bir risalesi var. Der ki: (Levlâke) rivayetinin farklı ifadelerle, farklı lafızlarla sahih senetleri var. Dolayısıyla çekinmeden şunu söyleyebilirsiniz: Allah’ın ﷻ kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Hazreti Muhammed aleyhisselatü vesselam’ın, “Tek cümleyle, Allah’ın ﷻ, kâinatı yüzüsuyu hürmetine yarattığı sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik…”
Sen meydan yerine çıktığında onlar da, kubur fareleri de yok olacak. Mealcilik hareketiyle Peygamber’i Kur’ân’dan ayıran, peygambersiz bir İslam’ı bu milletin evlatlarına dayatanlar da tasfiye olacak. Peygamber aleyhisselatü vesselam’ın kucağına bir gecenin karanlığında hendeğe düşer gibi düşen Muhammedî gençlik Allah’ın ﷻ vadinin tecellisi olarak mutlaka gelecektir.
Büyük Doğu İzzet ve İffettir
Mişkatü’l-Mesâbîh dersinde gençler bir fotoğraf göstermişti. Düzce’de bir üniversite, bahar şöleninden bir görüntü. Tesettürlü görünen genç bir kız nahoş halde, erkeklerin omuzunda. Ne hale getirildik?! Düne kadar iffet ve iffetimizin sembolü başörtüsü –ki hâli hazırda gerçek İslam kadınlarında hayâ timsali örtü bütün zarafet, güzellik ve edeb ölçüsüyle yaşatılmakta- kimlere şal olmuş, süs olmuş, aksesuar olmuş. Büyük Doğu Mimarı’nın “Burnunu göstermekten bile hayâ eden” ifadesiyle sembolleştirdiği kadın ise ne kadar zarif ve ince. Onlar ayaklarını abdestsiz yere basmaktan hayâ ederlerdi. Ama şimdi bu milletin önüne geçen bir güruh var, bir taife var. Bunlar bu milletin evlatlarını Allah’ın ﷻ kitabı Kur’an’ı Hakim’in ayetlerini abdestsiz tutmaya çağırıyorlar. Yani nereden aldılar, nereye getirdiler. Şimdi bir bahar şenliği var, bu milletin çocukları yavrularını kağnı arabalarına koyan, öküzleri öldüğü zaman onların yerine kendisi geçip çarşafıyla Anadolu bayırında Yunan’a karşı savaşan, oğluna evladına o hâlde mermi taşıyan… Heyhat! “Yeter ki gâvur gelip de çarşafımıza, başörtümüze, pardösümüze elini uzatmasın!” diyen anaların çocukları ne hâle geldi. Konserde bir kız, başına bir bez parçası koymuş, erkeklerin omuzlarında, sarhoş kusmukları arasında eğlenmekte(!) Hayır! Böylesi bir neslin Allah Rasûlü ﷺ ile alakası olamaz. İslam kadını zerafet ve ahlak timsalidir; bakışları Fatıma’yı, duruşları Asiye’yi, sadakatleri Hatice’yi, edepleri Aişe’yi andırır.
Üstad, işte şu kadar yıllık mücadele hayatında ciğerinden kalemine kan çekerek, Anadolu kürsülerinde Hakkari’den Edirne’ye kadar karış karış dolaşıp Efendimiz’in ﷺ bu hakikatine davet etti. Ama o kardeşim, başındaki örtüyle erkeklerin omuzlarında, sarhoş kusmukları arasında o konser alanına gittiyse onun suçlusu “ben”im kardeşim, ben!.. O’na dini böyle anlatan hocadır, ilahiyatçıdır, din tüccarıdır. O konser salonlarına onları çıkaranlardır. Yarın Rabbimin huzurunda önce bunlar hesaba çekilecek.
Berlin’de bir toplantıda idim. Binlerce kardeşimiz var… Almanya’da, gurbette, Efendimiz’in ﷺ kadri kıymeti, büyüklüğü daha yakından idrak ediliyor gibi. Küçük çocuklarına salat-ü selam öğretmişler, sahneye çıkarmışlar. 7-8 yaşlarında… Onlar salat-ü selam okuyorlar. Sahneye çıkınca dedim ki: “Birileri şimdi yine Amerika’daki adamın talimatlarıyla ‘Bilim Olimpiyatı’ adı altında stadlara bu ümmetin evlatlarını, dışarıdan içeriden toplayacak, dans ettirecek, sonra da diyecekler ki: Allah Rasûlü aleyhisselatu vesselam’ı orada gördük. Bu, muhalin, mümkün olması kadar muhal bir şey… Neden?! Çünkü bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına baldızı Hazret-i Esma (radiyallahu anha) geliyor. -Peygamberin kalbinden daha temiz bir yürek var mı? Elbette hayır!- Buna rağmen Hazreti Esma, Peygamber aleyhisselam’ın yanına üzerinde ince elbiseler olduğu hâlde gelince, Allah Rasûlü ﷺ baldızına bakmaz ve buyurur ki: “Kız çocuğu buluğa erdiğinde eli ve yüzü dışındaki organlarının görünmesi helal olmaz.” Peygamber ahlakı, ne müthiş bir edeb ve hassasiyet. Bütün insanlık bu ahlaktan bir damlacık nasiplense yeryüzünde ne fesat ne fitne kalır.
Salavat getiren o küçücük çocuklar, masum yürekler… Belki Peygamber-i Ekber onlara -Allahu âlem- bakar, selamlarına cevap verir ve belki ziyaret eder. İşte Büyük Doğu bu manayı surete bürüme mücadelesinin adıdır.
Büyük Doğu İlim ve Tefekkür Hazinesidir
Nereden ve nasıl başlamalı?! Önce Huzeyme gibi bir iman, sonra tefekkür: “et-Tefekkürü fi âlâillah ve lâ tefekküra fi zâtillâh.” Yani Kâinatta neler varsa, sizi Allah Azze ve Celle’ye götüren nimet babında her ne mevcutsa onlar üzerinde düşünün! Zatı noktasında tefekkürden ise beri olun. Eserden müessire, mahluktan Halık’a gidin. Hani diyor ya Üstad:
Seni anlamak için beni uzaklara attın
Âlemi benim, beni de kendin için yarattın
Kuyruğu etrafında dönen kedi bile hayrette
Âlim ki hayreti yok ne boş yere gayrette.
O hayret ve gayretle kâinata bakıyorsun; “Neler varsa kâinatta, hepsi benim adıma, bana memur Ya Rabbi. Ben de sana memurum!” diyorsun. Halis hürriyeti Allah’a ﷻ kullukta arıyorsun. Vur ha Vur gidiyorsun, “Allah-u Ekber” dedikçe Pentagon küçülüyor, “Allahu Ekber” dedikçe Birleşmiş Milletler küçülüyor, “Allahu Ekber” dedikçe Londra küçülüyor, Paris küçülüyor. Karşınızda Ebu Cehil var, Ebu Leheb var, ellerinde kırbaçlar, müminlerin sırtlarında kırbaç, boyunlarında ise kement var. Bilal bin Rebah’sınız , “Allah-u Ekber” diyorsunuz. İşte Büyük Doğu Ebu Cehillerin Mekkesi’nde Hz. Bilal’in ruhunu kuşanmaktır. “Bütün mevcudiyetinizle, pazarlıksız bir iman.” diyor Büyük Doğu Mimarı: “Ya hep İslam ya hiç!” Müslüman, “hep”in olmadığı yerde “hiç”e taliptir. Efendimiz ﷺ bu muvazeneyi kuruyor. Sonra bu muvazenede inhitatlar, kırılmalar, sarsılmalar var.
Ulema bugün yaşadığımızdan daha keskin kırılmaları Efendimiz’den ﷺ aldığı ruhla onardı. Onlar “Anladık, Allah Rasûlü aleyhisselatü vesselam’ın ruhaniyetine teslim olmadan başka bir kurtuluş yok, çare yok.” dedi. Biz ise bir asır önce medreseyi yani “çare”yi kaybettik, ona bağlı olarak da varlığımızı…
Batılılar gücünü medreseden ve tekkeden alan Osmanlı’nın üzerine gelemeyince, ilim, fikir ve siyaset ehramımızı çökertemeyince, coğrafi seyahatlerle başka diyarlara açıldı, tıpkı aç kaldığından dolayı şehre inip, ortalığı talan eden bir kurt gibi… Sömürdü, çaldı, aldı, Batı’ya taşıdı. Batı daha sonra siyasi mecralarını derinleştirdi. Debisi yükselince, mecralarımızı vurdu, surlarımızı yıktı. Bizi paramparça yaptılar. Çünkü son zamanlarda bizim siyasi mecramızın önündeki en büyük bend II. Abdülhamid Han’dı.
Bazen davalar insanların etrafında şahsileşir. O insanlar düşünce o dava da düşer. Devlet-i Âliye’nin ahir ömründe Allah ﷻ ve Rasûl ﷺ davası 33 yıl Abdülhamid Han Hazretleri’nin etrafında şahsileşmişti. İslam düşmanları bunu gördü ve üzerine yürüdüler. Alacaklar Abdülhamid’i… Tanzimat beslemesi umerâ ve batılılaşmış aydın tiplemeleri içeriden ihanet ediyor. Mehmed Âkif de aldananlar kadrosunun en önünde durup şöyle diyordu:
Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek,
Otuz üç yıl bizi korkuttu ‘Şeriat!’ diyerek.
Toplanıyorlar. Gizli bir meclisleri var. Orada Abdülhamid Han Hazretlerinin hall fetvasını yazacaklar. Şeyhülislam diyor ki: “Benim ellerimde râşeler var ben yazamam. Mecalim yok, takatim yok.” Çok güvendiğiniz, itimad ettiğiniz, hepinizin belki ellerinde eseri olan büyük bir âlimimiz var. Adını ben burada vermeyeyim, elini öperiz, o kadar büyük bir âlim. Ama o âlim, onun bin tane eseri bir Abdülhamid yapmaz. Her gün şu kadar defa okuyun, Gazze’de çocukları kurtaramazsınız. Demir parmaklıklar ardından Mursi’yi alamazsınız. “Allah-u Ekber” dedi diye Mısır’da idama mahkûm olanlara özgürlük getiremezsiniz. II. Abdülhamid düşünce ümmetin bütün cepheleri düştü. Çünkü Abdülhamid o gün itibariyle 350 milyon Müslüman adına direniyordu İstanbul’da. O âlim öne çıktı, “Ben yazarım hall fetvasını” dedi. Şu nevi ifadeler var fetvada: “Emiru’l-Mü’minin olan Zeyd, fıkıh kitaplarından mesail-i fıkhiyye’yi çıkarsa, kitapları yaksa, yıksa, yok etse, medreselerin kapılarına kilitler vursa, âlimleri darağaçlarına gönderse, devletin malını alsa, çalsa, soysa, bu devlet adamını iktidardan uzaklaştırmanın hükmü nedir?” El cevap: “Vaciptir.”
Fetva hazır… Sıra Abdülhamid Han Hazretleri’ni tahttan indirmekte… Şu isimlerden oluşan dört kişilik bir heyet Meclis-i Mebusan kararını tevdi etmeye gidiyor: Yahudi Emanuel Karasu, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani ve Gürcü Arif Hikmet Paşa… Filistin’den toprak istediği zaman Sultan’ın huzurundan kovduğu Emanuel Karasu da sarayda. Kararı teslim ederken diyorlar ki: “İşte bu milletin kararı. Millet sizi iktidardan uzaklaştırdı.” Abdülhamid Han Hazretleri şöyle cevap veriyor: “Eğer bu milletimin kararıysa, neden bu kararı bana milletim değil de, Ermeni Aram Efendi ile Emanuel Karasu getirip teslim ediyor?”
Abdülhamid’in düştüğü yerden bu millet ayağa kalkacak. İşte Büyük Doğu ayağa kalkışın adıdır. Yıllarca bu milletin okullarında, kürsülerinde amfilerinde “Kızıl Sultan” diyerek hakaret edilen Abdülhamid Han Hazretleri’ne ilk defa Necip Fazıl “Ulu Hakan” demiştir. Yine Üstad’ın diline mahsus bir ifade: “Abdulhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır.” Çünkü Abdülhamid Han’ın üzerinden küfür yobazları İslam’la hesaplaştılar, Peygamber aleyhisselam’la hesaplaştılar. Üstad Necip Fazıl, küfrün ördüğü o barikatları imanlı yumruklarıyla dağıtan ilk kahramanın adıdır. Ankara’da Abdülhamid piyesi oynanırken meclis dalgalanıyor; “Abdülhamid Han’la ilgili bir piyes Ankara’da nasıl oynanır.” diyorlar. Meclis ayağa kalkıyor. Ankara’da bir teyakkuz hali var. Çünkü Abdülhamid demek, tersine asılan tabelaların yeniden Osmanlı’yı, yeniden Medine’yi, yeniden Hazreti Muhammed’i ﷺ gösterecek şekilde tayin edilmesi, tespit edilmesi demek.
İlim Saraylarımız, Fikir Saraylarımız Çökmeye Yüz Tuttu
İstanbul’dan Paris’e, Londra’ya eğitim için gönderilen talebeler geri döndüklerinde geride dini ve milli ne varsa, manamız mukaddesatımız adına her şeyi inkâr ediyorlar, reddediyorlar. Böyle bir savrulma hâli var. Üstad Necip Fazıl da böyle bir zamanda Avrupa’ya gidiyor. Orada da benzer mikroplar var, Üstad da o arızalarla savrulacak gibi oluyor, marazlar içinde boğuşuyor, onlarla geri geliyor.
Bu dönemde çok şey kaybedildi. Mısır gitti, Suriye gitti, Mekke ve Medine gitti, Nice Afrika ve Asya devletleri gitti. Mısır İngilizlerce işgal edildi ama orada Ezher’i kapatmadılar, harf devrimi yapmadılar. Yine 500 milyonluk Hindistan sömürgeleştirildi, Bangledeş ve Pakistan gibi yarı sömürge devletler kurdular. Orada harf devrimi yapmadılar ama İstanbul’da yaptılar. İslam alfabesini Latin alfabesi ile değiştirdiler. Süleymaniye’nin, Selimiye’nin, Beyazıt’ın kapısına kilit vurdular. Biliyorlardı ki, mağdur ve mazlum ümmet bir gün yeniden İstanbul’dan ayağa kalkacak. Onun için Mısır’ı bozdular, Hindistan’ı bozdular, İstanbul’u imha etmeye, yok etmeye kalktılar.
Ankara Samanpazarı, şimdilerde Ulucanlar. Hikâyesi oldukça can yakıcı. Osmanlı’nın son dönemi âlimleri diyebileceğimiz birçok âlim için burada darağaçları kuruldu. Ankara’da halk sabahleyin kalkıyor işe gidiyor. Ulucanlar’ın olduğu yerde darağaçlarında aksakallıları görüyorlar. Ulucanlar ismi buradan miras kalıyor geleceğe.
Hilafet Ümmetin Can Damarıydı, Kestiler
Hilafetin kaldırılma dönemi… Tartışmalar ayyuka çıkmış… İhanet her tarafta kol geziyor ve at izi it izine karışmış vaziyette. Ümmete en ağır darbe vuruluyor. Kendini kaybetmiş makam, mevki, rütbe gözünü bürümüş birkaç tane adam… Biri Urfa’dan bir şeyh, diğeri ise Balıkesir’den. Saffet ve Servet Efendiler.
Mecliste hilafet konuşuluyor, hilafeti kaldıracaklar. Trabzonlu Binbaşı Ali Şükrü Bey kürsüye çıkıyor ve şu çerçevede bir konuşma yapıyor: “Allah Rasûlü ﷺ on dört asır önce insanların ruhuna, manasına baktı, bir millet yapısı kurdu. Hilafeti kaldırırsanız o millet yapısını paramparça yaparsınız, bu ümmet bir daha ayağa kalkamaz, bundan sonra bu ümmet ebediyen mağlup olur, mahkûm olur. Allah rızası için yapmayınız!” Ali Şükrü Bey kürsüye bir çıkıyor bir iniyor. Nihayet Ali Şükrü Bey on altıncı defa kürsüye çıkıyor. Rauf Orbay önde, ceketine yapışıyor, “Ali’cim! Yapma, bu kadar kürsüye çıkma, seni idam edecekler!” diyor. Hocaların, âlimlerin sustuğu mecliste Trabzonlu Binbaşı kürsüye tekrar geliyor ve şu çerçevede bir konuşma yapıyor: “Biliniz ki Ali Şükrü, Hazreti Muhammed’in ﷺ yolunun fedaisidir. Allah Rasûlü’ne ﷺ de, Gazze’ye de, Mısır’a da, Arakan’a da, Doğu Türkistan’a da Ali Şükrü’ler feda olsun!” Ve Ali Şükrü Bey konuşmasının akabinde, akşamleyin şehidler safında yerini alıyor.
En son Seyit Bey adında büyük bir âlim kürsüye çıkıyor. Hilafet’in Mahiyet-i Şer’iyye’si diye uzun bir konuşma yapıyor. Sonra bu konuşmayı kayda geçiyorlar, Anadolu’ya dağıtıyorlar. Seyit Bey’e bakın. Seyit Bey büyük adam, büyük bir âlim. Usul-ü Fıkıh’a dair eserleri var. Ama şimdi Adalet Bakanı olarak kürsüde. “Yok” demek istiyor, “Ali Şükrü, sen askersin. Sen ne anlarsın bundan. Hilafet diye İslam’da bir müessese yok.” diyor Seyit Bey. Hilafeti kaldırıyorlar, Seyit Bey bekliyor ki onu Başbakan yapacaklar. Çağırıyorlar diyorlar ki: Bir kişi iki görevde bulunamaz, hem Adalet Bakanı’sın hem de Dâru’l -Fünun’da Fıkıh hocası… Hadi bakalım sen Adalet Bakanlığı’ndan istifa et.” Daru’l-Fünun’a hoca olarak gönderiyorlar, bir otel odasında sıkıntıdan beyin kanamasından ölüp gidiyor. Yani bu hayat böyle… Büyük ihanetler ve hıyanetler var…
“Allahu Ekber” Demek Yasak
Resmi yazılarla okullara tamimler gönderiyorlar: Bundan sonra üniversitede, lisede, sokakta Allah’tan ﷻ bahsetmek yasak. Üstad bu günlerde Avrupa’da. Bohem hayatında sabaha kadar eğleniyor, sabah güneş yüzü görmeden evine gidiyor. Varoluş ızdırabı ile birlikte meçhulü kurcalama arasında büyük hafakanlar yaşıyor. Daha sonra “Fikir Çilesi” diye anacağı o ulvi oluşun ilk doğum sancıları gibi. Bir buhran, delice bir metafizik buhran. Dönüyor, İstanbul’a geliyor. İstanbul’da acıları var, sıkıntıları var. Üstad anlatıyor: “Doktora gidiyorum, doktor bana bir reçete veriyor, üzerinde bir insan başı, insan başı üzerinde çarpı işareti, şu dozdan daha fazla alırsan hayatını kaybedersin yazıyor. Eve gidiyorum, gece karanlık… Gecenin yarısı iki katını alıyorum o ilacın, gözlerimi demir kerpetenlerle kapatsam yine gözlerime uyku girmiyor. Dolaşıyorum. O ocak bu bucak diyorum, elimdeki kitapları alıyorum, onları sabah atıyorum, cinnet nöbetlerim var, intiharı bekliyorum… İşte böyle bir gün İstanbul’dayım. Haliç’te bir gemiye bindim, gidiyorum. Yanımda nur yüzlü, aksakallı birisi var. Halimi o’na arz ediyorum, “Acaba bu çare olur mu?” diyorum. Birkaç güzel kelam ve ardından “Bundan ötesi Ağa Camii’nde Abdülhakim Arvasi Hazretleri var, ona gideceksin.” ifadesi.
Allah demenin sadece camiye mahkûm edildiği, hapsedildiği yıllar… Bir cuma günü… Yanında ressam arkadaşı Abidin Dino var. Üstad’ın ‘Hadi kalk o büyük adama gidelim, belki o bu hâle çare olur.’ ifadesi. Günlerden cuma ve Ağa Camii’ne gidiş… Bundan sonrasını Necip Fazıl “O ve Ben” isimli eserinde şöyle anlatır:
“Camii… Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı, beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat… Önünde, kitabını koyduğu küçük bir yer masası… Etrafında, diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan… Aralarına geçip oturduk. Son derece tesirli bir ses… Tane tane konuşuyor. Ders bitince ön sırada oturan bir gencin yardımıyla kürsüden indiler. Etrafındakilere şefkatle baktılar. Potinlerimizi giyip kendilerini kapıda beklemeye başladık. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini üzerimize diktiler. (…) Ben atıldım:
-Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek saadetine erebilir miyiz?
Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli bir cankurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.
-Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz, dediler; Gümüşsuyu’nda, ne zaman isterseniz buyurun.”
Allah Rasûlu aleyhissalâtüvesselâm’ın nur yolunu temsil eden nur yüzlü bir Allah dostu. Bir bakış, bir nazar. Üstad’ın diliyle bir daha tekrar edecek olursak:
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız,
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!”
Allah Rasûlü’nün ﷺ hâl dili gibi. Hani gulyabaniler Mekke’nin yollarını tutmuşlar Efendimiz aleyhissalâtüvesselâm’a gidişe mani oluyorlar… Mekke’ye dışarıdan gelenlere “Aman ha, sakın ha gitmeyin. İçeride birisi var, o mecnun! O’nun meclisine oturursanız onunla hemhal olursanız, sizi yolunuzdan, sizi geleneklerinizden alır uzaklaştırır.” diyorlar. Bir bedevi bu telkin ve propaganda sağanağı arasında Mekke’ye geliyor bir ağacın altında yahut bir duvarın dibinde Efendimiz’i ﷺ görüyor. Gözleri Allah Rasûlü’ne ﷺ bir değiyor, sonra ona yöneliyor, Efendimiz’e ﷺ geliyor, atından iniyor ve diyor ki: “Bu yüz yalancının yüzü olamaz. Söyle ya Muhammed hangi hakikate davet ediyorsun?”
Filozofların Değil Peygamberlerin Bildirdiği Allah ﷻ
Hâl dili… Kişinin samimi davranışı ve yaşayışı dilden daha önemli ve tesirli. Anne yavrusuna iffeti öğretirken kendi hâliyle örnek olmalı, esnaf müşteriye yahut çalıştırdığı tezgâhtara sadakati öğretirken hâliyle örnek olmalı. İşte bu hâl dili Kant’ı, Decartes’i, Heidegger’i… hepsini geçen, hiçbirinde ruhuna zerre kadar itminan bulamayan, bu coğrafyanın en cins kafasında, Üstad’da tezahür ediyor, yer buluyor. Büyük adamlar düştüğü zaman onları ancak kâşifler, büyük ruhlu adamlar ayağa kaldırabilir. Büyük adamlar yıkıldığı zaman semadan sekinetle, sükûnetle gelen Hazret-i Kur’an onlara çare olabilir. Onun için Tolstoy hayatının son günlerinde atına biner ve çöle doğru gider. Bir daha ondan haber yoktur. Çünkü Batı’nın ve Rusya’nın birinci sınıf aklı entelektüel krize girdiği zaman elinden tutacak Hazreti Muhammed ﷺ gibi bir kâşiften, rehberden mahrumdur. Onun için büyük adamlar hep ona dönerler. Pascal hayatının sonuna doğru bir manastıra kapanır. Filozoflar yanına gelip ona terapi uygularlar. Psikologlar gelir, hepsini elinin tersiyle reddeder ve “Filozofların bahsettiği değil, peygamberlerin haberini getirdiği Allah’tan ﷻ haber verin!” der. O cins kafalar gelirler, bir yerde hafakan vardır, çile ve ıstırap vardır. Eğer o el, Hazreti Muhammed’e ﷺ tutunursa, O çeker alır, onu kurtarır.
Bu sebeple Üstad, İslâm’la koalisyon kurmaz; pazarlıksız teslim olur. Ne dediyse, ne buyrulduysa o. O güne kadar yazdıklarını büyük veliye, Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ne getirir, ona arz eder. Hatta beğendiklerini ondan rica eder. Şiirlerinden bir tanesi için “altın harflerle yazılmaya değer” iltifatını duyan Üstad, mealen “Efendim! Şeriat nazarında bir yazıyı, bir kitabı, bir makaleyi kefenin içine koymak caiz değil ama müsaadeniz olursa bir Allah adamının, bir peygamber öğrencisinin, Necip Fazıl’ın şu ana kadar yazdıklarının beraati hükmünde olarak sizin bu ifadenizi kefenimin içine koymak istiyorum. Bunu vasiyetime yazmak istiyorum. Fetvası var mıdır?” der.
Üstad, Allah’ın ﷻ ve Rasûlü’nün ﷺ dostundan yazdıklarına, çizdiklerine beraat alan bir şair ve mütefekkirdir. Kaşgâri Dergâhı… Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrinden biraz ileride, yukarıya doğru tırmanırken… O tepenin adının bir Fransız ressamın adı olması kabul edilemez, değişmeli. Ebu Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrine yukardan aşağıya bir kâfir Pierre Loti diye bakamaz, bakmamalı.
Arvasî Hazretleri soruyor Üstad’a: “Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?” Üstad bu soru ile ilgili şunları söylüyor: “Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. Semeretü’l-Fuad ve Divan-ı Nakşi’yi söyledim. Son zamanlarda da, karıştırdığım Marifetname… Nakşi Divanı’nın kimin eseri olduğu sualine cevap veremedim. İşte ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk fikir: Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?” Ve hemen akabinde Abdulhâkim Arvasi Hazretleri’nin yanından ayrılışını ise şöyle hikaye ediyor: “Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vakti miydi, ikindi miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman akşam olmuş, karanlık bir seccade gibi Eyüp’ün üstüne atılmıştı. Bana ilk günden son güne kadar: ‘Bizdensin!.. Seni mensup ve mahsuplarımızın arasına alıyoruz! Yola kabul edildin!’ dediler…”
Bu sözler ve ardından birçok sohbet… Necip Fazıl’da gitgide artan teslimiyet ve kemâlat belirtileri. İşte Büyük Doğu bu pişmeden sonra Allah ve Rasûl davasının emir eri olur. Büyük Doğu gaye değil Büyük Doğu vasıta, Allah ve Rasûl davasının önünü açma vasıtasıdır. Bazen insanlar mensubu olduğu cemaati yahut partiyi gaye yaparlar. Hayır!.. Ne Üstad ne bağlıları böyle bir yola girmediler ve tevessül etmediler. O sadece Allah ﷻ ve Rasûl ﷺ yolunun bir neferi olma davası güttü. Büyük Doğu mecmuası bu istikamette çıktı. Üstad anlatıyor: “Aldım”, “İlk nüshayı Efendime götürüp teslim edeceğim. Koştum Kaşgâri Dergâhına. Dediler ki, ‘Emniyetten geldiler. Abdulhâkim Arvasi Hazretleri’ni aldılar.’ Merkeze koştum. Merkezde İstanbul’da bir olay olur diye İzmir’e naklettiler. İzmir’den de Ankara’ya. On dokuz gün sonra Ankara’da Bağlum’da Abdulhâkim Arvasi Hazretleri Rabbine irtihal ediyor. Üstad’da derin hüzün… O hâliyle diyor ki: “Efendim, mürşidim, kurtarıcım. Kaç milyon anne ve baba senin milyarda birin edebilir.”
“Keşke bu kadar zeki olmasaydın” dediği Üstad’ı Ümmete kazandıran Arvasî… Düşünün!.. Böyle büyük bir mürşidle Tevfik Fikretler Nazım Hikmetler tanışmış olsalardı. Kim bilir neler olurdu? Her şey nasip ve takdir meselesi.
Herkes Kendi Kaderini Yaşar
Ziya Gökalp’i biliyorsunuz. En son Diyarbakır’da İmam-ı Gazali Hazretleri’nin “el Munkız mine’d-Dalal”ini okuyor. O zaman medresede bunlar okunuyor, müfredat bu kadar geniş. Sonra Dr. Abdullah Cevdet geliyor. Ona “Allah’ı İnkâr” diye bir kitap veriyor. Kitabı okuyor sonra geliyor âlimlerin oturduğu bir meclise, “Eğer sizin inandığınız Allah varsa beni öldürmesin” diyor. Şakağına dayadığı silahın tetiğini çekiyor ama ölmüyor. O kurşun beyninde kalıyor. Bundan sonrasını Üstad’dan takip edelim: “Bundan kırk küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne Ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi, Türk edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse… Kimsenin kastla, ne lehinde olabilir, ne aleyhinde… Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi… ‘İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesine yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp dediler. Mebusmuş(milletvekili). Profesörmüş… İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar Allah’a ﷻ en galiz(ağır) kelimelerle sövdü… O kadar fena oldum ki bu hâl karşısında odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allah’a ﷻ inanmazmış…”
Burada duralım. Eğer Ziya Gökalp’ın karşısına Abdulhâkim Arvasi gibi birisini çıkarabilseydi bu millet, yahut o böyle bir arayışa girseydi; yok olmayacak, kaybolmayacaktı. Lakin ilahi takdir… Nazım Hikmet’in ilk şiirlerine bakın. Ağa Camii şiirinde “Ey cami bize bir mucize gönder” diyor. Dergâh şiirinde, dergâhın kuyularında medet arıyor. Fakat Yahya Kemal’in ona, annesine, ailesine ihanetinden dolayı Yahya Kemal’de temsilini gördüğü dinden, imandan nefret ediyor ve bu sebepten İslâm’dan uzaklaşıyor.
Büyük Doğu, Anadolu’ya Serpilmiş Tohumdur
Üstad dergi çıkarırken aynı zamanda karış karış Anadolu’yu gezer. Birçok şehirde konferans verir, yazıları mecliste tartışılacak kadar ses getirir. Büyük insan toplulukları Üstad’ı sevgi ve muhabbetle kucaklar. O diyor: “Hakkâri’den Edirne’ye kadar serseri kuşlar gibi dolaştım. Dolaşırken ağzımızdan bıraktığımız o tohumlar şimdi bakıyorum da Anadolu’da gür ormanlar haline gelmiş.” Bugün birileri İslam adına, küfür yobazlarına ellerini kaldırıp onlara hadlerini bildiriyor, hudutlarını gösteriyor ve Allah ﷻ ve Rasülü ﷺ adına seslerini yükseltebiliyorsa her birinin üzerinde Büyük Doğu’nun, Necip Fazıl’ın tesiri, etkisi vardır.
Ve daha neler neler… Üstad dönemin jakoben rejim müdafilerince yakın takipte. Konferans yerlerinde simitçiler var, orada çaycılar var ama çoğu ajan, üstadı dinliyorlar. Mitin arşivinde bir dönem sergilemişlerdi. Necip Fazıl arşivi diye. Kocaman bir salonu, mit elemanlarının üstadın konferanslarında, meydan konuşmalarında çektikleri fotoğraflarla doldurmuşlardı. O kadar yakın takipteydi, o kadar zindana girdi ama o aksiyonundan Ashab-ı Kehf gibi zalimlerin karşısında durup “Allahu Ekber” demekten zerre kadar imtina etmedi. Öyle bir göze, öyle bir söze ve de öyle bir cesarete sahipti.
Prof. Dr. Recep Doksat Hoca vardı. Merhum diyor ki: “Geldim ki, bu Necip Fazıl kim? Neden bunu bu kadar büyütüyorlar? Neden bunu bu kadar öne çıkarıyorlar? Bir gece rüyadayım, bir çöldeyiz böyle bir halka var, yaklaştım, kim dedim bunlar? Dediler ki: “Kırklar, Allah ﷻ dostları bunlar. Yaklaştım daha da yaklaştım, baktım ki en ön tarafta Necip Fazıl oturuyor. Dedim ki bunlar Allah ﷻ adamı ise o zaman bu Necip Fazıl’ın bu adamlar arasında yeri nedir, nasibi nedir? Hepsi bana doğru yöneldiler sus dediler. Necip Fazıl’ın aksiyonu var. Necip Fazıl, Allah demenin yasak olduğu zamanda işte peygamberin izi, geliniz! diyen adamdır.” Âlimlerin sustuğu, iman ve ahlaktan başka mevzulardan bahsedemediği, minberlerden börtü böcek hutbeleri okunduğu zamanlarda meydanlarda “Allahu Ekber” diyen adamdır. O fikir ve aksiyonuyla bu milletin evlatlarını Allah Rasûlü’nün ﷺ yoluna çağırdı.
Üstad’ın İslam anlayışını kendisinden dinleyecek olursak: “İslâm yenilenemez, anlayışı yenilemek gerekir! Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenemez. Göz yenilenir. İslâm, başı ve sonu olmayan ebedî yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik… ‘Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.’ hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir. Dava işte bu manada İslâm’ın yeni neslini yoğurmakta…”
Bir bakıyorsunuz bir tarafta Afgani’den, Abduh’dan gelen bir damar var. Bunlar İslam’ın, Batı’nın eline ve uygarlığına mahkûm olduğunu düşünürler. Kendileri de bu anlayışın avukatlarıdır. Bu yüzden dini Batı’ya uydurmaya gayret ederler. Derler ki, İslam’da recm yoktur, İslam’da şu yoktur, bu yoktur. Birçok açık hükmü inkâr ederler. Neden inkâr ederler, bunların ayrıntısına girmiyorum. Batılıların arzularına, hevalarına, global dünya tasavvurlarına itiraz etmeyen bir İslam uydurmaya çalışırlar. İkinci sınıf, Batı’da yeni bir siyasi meşrep, yeni bir siyasi damar çıkınca hemen meydan yerinde söz alır. Eğer demokrasi ise “İslam Demokrasisi” liberalizm ise “Liberal İslam” derler. Yani Allah’ın dinini salt beşeri ideolojilere yamarlar, yamalı bir sınıf ortaya çıkarırlar. Üçüncü sınıf ise, sadece İslam der. “ الي الاسلام من جديد ” Üstad Necip Fazıl onu söylüyor. Sadece İslam diyor. Aynı şekilde sentezci, terkipçi kavmiyetçi anlayışa da şiddetle karşı çıkıyor. Sadece Allah ﷻ ve Rasûlü’nün ﷺ en has, en muazzez yolunu tanırım, diyor. O yolu kirletmeye çalışanları elinin tersiyle itiyor. Bu minvalde “Sahte Kahramanlar” ve “Doğru Yolun Sapık Kolları” eserini yazıyor.
Türk, Müslüman Olduktan Sonra Türk’tür
Üstad şişeyle suyun terkibi/sentezi olmaz hesabı Türk İslam, Kürt İslam, Arap İslam gibi eklemelere şiddetle karşı çıkıyor. Türk de, Arap da Kürt de Müslüman olduktan sonra Türk, Kürt ve Arap’tır. Büyük Doğu Mimarı bu hususta mealen diyor ki: “Bizim milliyetçilik anlayışımız şudur: Biz insanların ırkına, cesedine, kimyasına bakamayız. Bizim millet örgümüzü millet yapımızı Hz. Muhammed ﷺ tayin etti.”
Bir gün konferans veriyor. Orada gençler var. Üstad’ın dergi/kitap formatında çıkardığı “Rapor”larda da var bu ifade. Bağırıyorlar, diyorlar ki: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız!” Üstad’ın bu ifadeye Büyük Doğu zaviyesinden cevabı: “Tanrı Dağı bir put ismidir. Hira ise Kâinâtın Efendisine vahyin nazil olduğu sadece bir mekân adıdır ve zıt manalar asla birleşmez.”
İslâm sentezi reddeder. Türk-İslâm sentezi olursa birileri Kürt-İslâm sentezi ile çıkar. Siz, Türk-İslâm sentezi ile çıkarsanız birileri Arap-İslâm sentezi ile gelir. Ya hep İslâm, ya hiç İslâm! Dolayısıyla üstad diyor ki: “Bütün davamızın hülasası: ‘Ne mutlu Müslümanım diyene!’dir.” Türk İslam, Kürt İslam yahut Arap İslam tipi bir sentezi Hazreti Muhammed’in yolu kabul etmez. Eğer kabul etseydi, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Habeşli Bilal’le, Rum Süheyb’le, İranlı Selman’la değil, amcası Ebu Leheb’le yürürdü. Allah Rasûlü ﷺ ruhi muhtevaya bakıyor, Allah’a ﷻ iman meselesini dikkate alıyor.
Üstad bir gün Nihal Atsız’a diyor ki; “Anlat bakalım! Sana göre milliyetçilik nedir? Onun koordinatlarını sen nasıl tayin ediyorsun?” Atsız, “İslam Türk’ün dini olduğundan ona bir alakam var” diyor. Peki diyor Üstad, “Eğer Türk’ün dini Şamanizm olsaydı Şamanizm’e de aynı alakayı gösterecek miydin?” Atsız, “Evet aynı alakayı Şamanizm’e de gösterecektim” deyince Üstad diyor ki: “İşte bu İslam’dan nasipsiz olmanın adıdır.”
Üstad’ın yanına bir gün bir Kenyalı geliyor. “Kenyalı’ya baktım” diyor, “Şöyle kehribar yüzü var. Yüzüne daldım ecnebi bir lisanla kendisiyle saatlerce konuştum. Sonra ayağa kalkarken ona dedim ki: “Şimdi benim yanımda bir Bulgar yahut Gagavuz olsa onunla aynı lisanla konuşsak, aynı renge aynı ırka aynı kokuya sahip olsak ama benimle onun arasında dağlar kadar mesafe olacak. Sen! Sen, yüreğimin içinde hep kalacaksın. Çünkü sen bana Hazreti Muhammed’in hediyesisin” Üstadın milliyetçilik telakkisi budur.
Üstad ardında yüzden fazla eser bıraktı. O eserlerde, İslam nasıl tatbik edilecek, nasıl devletleşecek, yazdı. Vasiyetinde diyor ki: “Cenazemde, namazıma durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Ne de, kim olursa olsun, kadın… Ve bilhassa, ölü simsarı cinsinden imam! Ve “bid’at” belirtici hiçbir şey!.. Başucumda ne nutuk, ne şamata, ne medh, ne şu, ne bu… Sadece Fatiha ve Kur’an…”
Üstad Fikir Öfkesi Olan Adamdı
Üstad vasiyetini şöyle bitiriyor: “Allah ﷻ, Allah ﷻ dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını! Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız! Beni de Allah ve Rasûl aşkının yanık bir örneği; ardından bir takım sesler bırakmış zatının divanesi olarak, arada bir hatırlayınız!”
Kardeşlerim!Büyük Doğu Mimarı’nın özlediği gençlik olarak bütün muhabbetinizi Allah ﷻ ve Rasûlü’nü ﷺ sevenler üzerinde toplayınız ve bütün nefretinizi, bütün öfkenizi de Allah ﷻ ve Rasûlü’ne ﷺ düşman olanların üzerinde. Ve şunu unutmayınız! Fare kafasıyla insan kafasını birbirinden ayıran en temel hisse fikir öfkesidir. Bir Müslümanın fikir öfkesi yoksa dine imana küfreden, Allah ﷻ ve Rasûl ﷺ davasıyla alay eden bir rezile haddini bildirmiyorsa bu hâl o Müslümanın ilahi huzurda makamını izah etmeye yeter de artar bile. Fikir öfkesini, en yüksek edeb ve ahlak ile hızla ve tesir edici bir aksiyonla gösterebiliyorsa, işte o, Büyük Doğu Mimarı’nın açmış olduğu yolda yürüyordur. Sakarya misali dağları aşabiliyorsa, engin denizlere açılabiliyorsa dosdoğru gidiyor demektir.
[1] Mutaffifîn, 83/1. (وَيْلٌ لِّلْمُطَفِّفِينَ)
[2] Rahmân, 55/1-3. (الرَّحْمَنُ عَلَّمَ الْقُرْآَنَ خَلَقَ الْإِنْسَانَ)