Hacc sözlükte, “bir yere yönelmek, gitmek”[ref]İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, IV, 18.[/ref] anlamlarına gelmektedir. Fakat sıradan yönelişler haccın zarfına giremezler. Çünkü hacc, “yüce olana gitmektir.”[ref]İbn Hümam, Fethu’l-Kadir, Beyrut, 2003, II, 120.[/ref] yani mananın maddeye tecelli remzi olan Kâbe’ye yönelmektir.
Fıkıh ıstılahında ise hacc, imkânı olan Müslümanların muayyen bir zaman içerisinde Kâbe, Arafat, Müzdelife ve Mina’da belli vazifeleri usulüne uygun bir şekilde yerine getirmelerinden ibarettir.
Umre, “ziyaret etmek”[ref]İbn Esir, en-Nihaye fi Ğaribi’l-Hadis, III, 297.[/ref] anlamına gelmektedir. İbn Esir kelimeyi “kendine özel şartlarla Kâbe’yi” ziyaret etmek şeklinde tefsir eder.
Bu durumda ziyaret, zilhicce ayının belirli günlerinde olursa hacc, sair gün ve aylarda olursa umredir ki o da “küçük hac”[ref]İbn Kudame, Muğni, IV, 14.[/ref] olarak kabul edilir.
Umrenin belirli bir vakti yoktur. Fakat -Hanefilere göre- hacca tahsis edildiklerinden Arefe, bayramın birinci (Nahr), ikinci, üçüncü ve dördüncü (Teşrik) günlerinde umre yapılması tahrimen mekruhtur.[ref]Kasani, Bedaiu’s-Sanai, II, 227; Ali el-Kari, el-Meslekü’l-Mutekassıt fi’l-Menseki’l-Mütevassıt, ( Abdulğani el-Mekki’nin haşiyesi İrşadu’s-Sari ile birlikte), Beyrut, 1998, s. 510.[/ref] Umre için en faziletli vakit, Ramazan ayıdır. Çünkü Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ayın gündüz ya da gecelerinde yapılan bir umrenin hacca denk olduğunu bildirmiştir.[ref]Tirmizi, Hac, 90.[/ref]
Hacc, şartları tahakkuk ettiğinde mükellefe farz olur. Umre ise, Ahmed b. Hanbel ve Şafiilerden rivayet edilen iki görüşten birine göre farz,[ref]Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fi Ahkami’l-Mer’e ve Beyti’l-Müslim, II, 369.[/ref] Hanefilerde tercih edilen görüşe göre ise müekket sünnettir.[ref]el-Kari, a.g.e., 508.[/ref]
İlk Hacılar
Haccın ilk kahramanları Hz. İbrahim’in davetine uyup “Lebbeyk Allahümme lebbeyk/buyur Allahım buyur.” diye yollara düşen kadim zamanların nasibdar müminleridir. O gün bugün milyonlarca mü’min teslimiyetlerini en üst perdeden ifade edebilmek için farklı iklimlerden “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” nidalarıyla yürüyüşlerini yinelemektedirler. Bu yürüyüşlerin sonunda kullar, “doğduğu gün gibi günahsız hale gelirler.”[ref]Buhari, Hac, 1141.[/ref] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hacc ve umrenin ecrini kıymetlendirirken şöyle buyurmaktadır: “Umre, bir sonraki umreye kadar işlenen günahlar için keffarettir. Makbul olan bir haccın mükâfatı ise ancak cennettir.”[ref]Tirmizi, Hac, 90.[/ref]
Allah Resulü’nde (sallallahu aleyhi ve sellem) Hacc
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) –hicretten sonra- bir hacc, dört umre yaptı. İlk umresinde Hudeybiye’ye kadar gidebildi. Kureyş, daha öteye geçmesine engel oldu. Sonraki yıl, bu umreyi kaza etti. Bu yüzden ikinci umreye “Kada Umresi” dendi. Mekke’yi fethettiği yıl, Ci’rane’de umre için ihrama girdi. İhrama girdiği yere nispetle üçüncü umreye “Ci’rane Umresi” dendi. Son umreyi ise Veda Haccı ile birlikte yaptı.[ref]İbn Kesir, el-Fusul fi Sireti’r-Resul, Beyrut, 1996, 227.[/ref]
Notlar
Bu makale ilk planda bir umrecinin “Haremeyn Notları” olarak kaleme alınmıştı. Okurların zihnine hacc ve umre ile alakalı küçük de olsa bir katkıda bulunmak arzusu onu, hacc fıkhı, hali müşahede ve geçmişle mukayese formatında şekillenen yeni bir yazıya dönüştürdü. Bu yüzden yazıda menasik bilgisi, hatıra ve hali müşahede iç içe görülmektedir.
Medine
24 Mayıs 2006… Yer İstanbul… Sabah namazı vakti… Geceyi farklı yerlerde geçiren arkadaşlarla Yeşilköy Havalimanında bir aradayız. Yüreklerde hafakan, yüzlerde sevgiliye kavuşmanın heyecanı… Etrafta, bedenleriyle banklarda oturan, dünyaya kapattıkları gözleriyle ötelerde dolaşan derin müminler var. Eşya, tabii halinden çok daha farklı görünüyor. O’na (sallallahu aleyhi vesellem) kavuşmanın heyecanı kilometrelerce öteden beşer telakkisini etkisi altına almış. Öyle ki beton yığınlarını altın sırmalı köşkler gibi görüyorsunuz. Bu hale ister algı yanılması ister başka bir şey deyin.
Sabah 8.30 sularında uçak havalandı. Her saniye Medine’ye daha yakınız. Müminlerin bilinçaltında şu mana müstakar: “O’nun (sallallahu aleyhi vesellem) ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak”[ref]Necip Fazıl, Çile, s. 14.[/ref] layık olmadığım halde O’na (sallallahu aleyhi vesellem) gidiyorum.
12.00 sularında Medine toprağına ayak bastık. Her şey en güzel. Çünkü O’nun (sallallahu aleyhi vesellem) şehrindeyiz.
Havalimanında bizi bekleyen otobüslerle Medine’ye doğru ilerliyoruz. Yol boyu müşahede edilen her toprak parçasında ayrı bir mana görünüyor. Taşlara hiçbir kutsiyet atfetmemekle beraber şunu söylemek gerekir: Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) gören bu taşlar cemadatın en bahtiyarlarıdırlar.
Bir ara gözlerim yol kenarındaki kırmızıyı andırır bir rengi olan kaya parçalarına çakılıp kaldı. Zihnimde ise kadim zamanlarda yaşayan müeddeb müminlerin Medine’ye girişleri mahyalaştı. Hatıralar, görme zafiyeti yaşayan gözlerime nerede olduğu ve eşyayı nasıl okuması gerektiği noktasında ihtarda bulundu.
Kendimle mazideki O has müminleri kıyaslıyorum. Görüyorum ki manzara tozların dağlarla mukayesesine benziyor. İçindeki “ben”i yok etme gayesiyle yollara düşen “ben”, Medine’nin girişiyle Ravza arasındaki mesafeyi otobüsle kat ediyorum. Yaşadıkları şehirlerden Medine’ye kadar hayvanların sırtında ilerleyen yorgun müminler ise şehrin girişinden Ravza’ya kadar yaya yürürlerdi.[ref]Şey Nizam, el-Fetava el-Hindiyye, Beyrut, 2000, I, 292.[/ref] Onlar, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek ayaklarıyla şereflenen Medine toprağını atlarının nallarına çiğnetmekten hayâ duyarlardı. Şu anekdot bu hakikatin binlerce şahidinden sadece birisidir: Medine’de İmam Malik’i ziyaret eden İmam Şafii kapıda Horasan (ya da Mısır) atları görür. İmam Şafii (r.a.) hayatında onlardan daha güzellerine şahit olmamıştır. Kendini alamayıp İmam Malik’e “ne kadar güzel atların var” der. İmam Malik: “Ey Ebu Abdullah! Al, atlar, sana hediyem olsun.” diye mukabelede bulunur. İmam Şafii “binmek için kendinize bir tane bıraksanız ya…” deyince, Malik (r.a.): “Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) içinde bulunduğu bir şehrin toprağını atımın tırnaklarına çiğnetmekten hayâ ederim.”[ref]Ebu Hamid Muhammed el-Ğazzali, İhyau Ulumi’d-Din, Beyrut, 2000, I, 48.[/ref] diye karşılık verir.
Selef-i salihinden tevarüs eden bu ruhu Osmanlı kalıcı hale getirebilmek için birkaç önemli adım attı. Bu bağlamda Mekke ile Medine arasındaki güzergahta Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) farklı zamanlarda uğradığı ya da namaz kıldığı mekanlara 20 tane mescit[ref]Şeyh Nizam, a.g.e., I, 292.[/ref] bina etti. Medine yolcuları henüz vuslata ermeden oralarda namaz kılar, zihni planda kendilerini “Büyük Buluşmaya” hazırlarlardı.
Havalimanından şehre doğru ilerlerken gözler, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile bereketlenen bahtiyar topraklardaki Osmanlı eserlerini arıyor, teessüfle söyleyeyim ki ne kitaplarda bahsedilen mescitler (çoğu yıkıldı ya da yıktırıldı.) ne de onlarda ibadet etme liyakatine eren derin müminler var… (Nasipsizlik çağında yaşıyoruz.)
Tekerlekler döndükçe yüreklerde O’na (sallallahu aleyhi vesellem) kavuşmanın iştiyakı daha da derinleşiyor. Ravza’ya yaklaştıkça dünyadan uzaklaşıyor, getirilen salat ve selamın feyzini iliklerinizde hissediyorsunuz.
Sadece Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) ziyarete ayarlı yürekler Ravza’ya yaklaşan bastıkları her karış toprakta farklı bir heyecan yaşıyorlar. Salavatlar, dilden yüreğe doğru daha bir süratle iniyor. Görüş alanına giren Medine ağaçları O en sevgilinin gülleri gibi muhabbet kokuyor. Şair Nabi’nin Mufarrah Dağı üzerinden Kubbe-i Hadra’yı gördüğü an söylediği mısralar hale tercüman oluyor:
Senin aşkının gamı ile kucaklaştım
Akıl, fikir ve şuurdan yabancılaştım.[ref]Şair Nabi, Hicaz Seyahatnamesi, İstanbul, 1996, s. 152.[/ref]
Kadim zamanın müminleri, Ravza’nın havasını solukladıklarında samimiyetleri büyük bir ah ve feryat bulutuna döner, gözyaşı olarak zuhur ederdi.
Medine eteklerinde o devirlerden kalma ah u vahlar, iniltiler, kendinden geçen divaneler artık pek yok. Daha dün kadar yakın zamanlarda Ravza’nın ilk görüntüsüyle ne güzellikler yaşanmıştı. Akif, badiyeden badiyeye Mecnun gibi “Hayme-i Leyla”yı görmek için koca bir kafile ile koşarken “Kubbe-i Hadra”nın zuhuru ile kendinden geçmemiş miydi:
“Menaha”dan geçiyorduk, ikindi olmuştu.
Çıkınca karşıma cananımın yeşil yurdu.
Gözüm karardı, atıldım harim-i cazibine;
Yarıp cemaati, düştüm direklerin dibine.”[ref]Mehmed Akif Ersoy, Safahat, İstanbul, 1975, s355.[/ref]
Niyet
Karşınızda Mescid-i Nebi… Onu mu yoksa Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Kabri şerifi’ni mi ziyarete niyet etmelisiniz? Bu konuda ulema arasında farklı mütalaalar var. Fakat İbn Hümam, hem yaşanan vecd halini koruyabilmek, hem de “kim ziyaretten başka bir haceti olmaksızın bana gelirse kıyamet günü ona şefaat etmek üzerime hak olur.”[ref]İbn Hacer, Telhis, II, 267.[/ref] hadisine muhatap olabilmek için kişinin sadece Kabri Şerif’i ziyaret etmeye niyet etmesi gerekir demektedir. Niyet bu şekilde yapıldığında tazim Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) en üst perdeden arz edilmiş olur.[ref]İbn Hümam, a.g.e., III, 168.[/ref]
“Mescid-i Haram, benim şu mescidim (Mescid-i Nebi), ve Mescid-i Aksa’dan başka hiçbir mescit için (namaz kılmak maksadı ile) seyahat etmek uygun olmaz.”[ref]Buhari, Savm, 67.[/ref] hadisini gerekçe göstererek sıla-i rahim, ilim öğrenme, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), İbrahim (aleyhisselam.) ve âlimlerin kabirlerini ziyaret emek için yapılan seyahatlerin uygun olmadığını söylemek doğru değildir.[ref]Ayni, a.g.e., VII, 370; İbn Abidin, a.g.e., II, 627.[/ref] Zira hadiste söylenmek istenilen diğer mescitlerin sevab cihetiyle birbirlerine müsavi olduklarıdır.
Bazı alimler sadece Efendimiz’i (sallallahu aleyhi vesellem) ziyarete niyet etmekle kalmamış, Mevlana Molla Camî gibi kimisi de seyahatinin Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) ziyaret etmekten başka bir amacının olmadığını tescil edebilmek için Medine’ye uğramayı hacdan ayırmış,[ref]İbn Abidin, a.g.e., II, 627.[/ref] Ravza’yı özel olarak ziyarete gitmiştir.
Ravza
Mescid-i Nebi’nin hemen yanı başındayız… Ne ki Mescit, ben de büyüğüm dercesine heybet arz eden betondan modern dağların kuşatması altında. Fakat müeddeb müminler onların hallerine aldırmaksızın aralarından seller gibi Ravza’ya akıyorlar. Manzara Nabi’nin şu mısralarını terennüm ediyor:
Sakın terk-i edepden kû-yı mahbub-i Hudadır bu
Nazargah-ı İlahidir makam-ı Mustafadır bu
Müraa’at-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergaha
Metaf-ı kudsiyandır busegah-ı enbiyadır bu.[ref]Nabi, a.g.e., s. 154.[/ref]
Ravza’ya yaklaştıkça his yoğunluğu artıyor. Müminler salat ve selamı bir an dahi dillerinden düşürmüyorlar. Allah Teâlâ’nın, Resulü için hicret yurdu olarak seçtiği, vahyin geldiği, imanın doğduğu şehir Medine’de olduklarının bilinci içerisinde tevazu ve huşu ile Mescid’in muhtelif kapılarından içeriye giriyorlar. İlk defa gidenler Cibril[ref]İbn Hümam, a.g.e., III, 168.[/ref] ya da Selam kapılarını tercih ediyorlar.
Ayak bastığınız yere Resulullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) ayaklarının değdiğini, izlerinizin O’nun izlerine tesadüf ettiğini düşünmeniz muazzam bir duygu…
Selam Kapısından (Babu’s-selam) Ravza’ya giren müminler direkt olarak Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) kabr-i şerifi ile minberi arasında yer alan “Cennet Bahçesi”ne[ref]Buhari, Fadlu’s-Salat-i fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine, 1195.[/ref] doğru ilerliyorlar. Umre zamanı olmasına rağmen yine de izdiham var. Kenarlarda bekleyenler sıra kendilerine gelince yeşil halılarla belirlenen bölgede “tahiyyetü’l-mescid namazı” kılıyorlar. Namaz ziyaretten önce kılınıyor. Çünkü Allah hakkı olan namazın, ziyarete önceliği var.[ref]Ali el-Kari, a.g.e., s. 557; Ravza’da izdiham olursa Mescid’in diğer taraflarında kılmak da yeterlidir. Fakat efdal olan Ravza’da kılmaktır. Bkz. Kadı İyaz, eş-Şifa, Beyrut, 2000, s. 588.[/ref]
Namazdan sonra Müvacehe-i Şerif’e doğru ilerliyorsunuz. Yürüyüş, sanki kendiliğinden gerçekleşiyor. Müminler, bağlı oldukları tabii mecraya doğru akıyorlar. Fuzuli’nin “Su Kasidesi”nde anlattığı manzara orada en tabii haliyle seyre açık. Namsız, nişansız, Mağrib’li, Yemenli, siyah, beyaz… yüz binlerce mü’min müeddeb bir halde ilerliyor.
Huzur
Huzur’dayız… Yüzler Allah Rasulü’ne (sallallahu aleyhi vesellem) dönük. Kıble arkada kalıyor. Omuz omuza durduğunuz mü’minlerin hafakanlarını hissediyorsunuz.
“Kabr-i Şerif”e bir metrelik mesafede önüne bakan mü’minlerin zihinlerinde O’nun (sallallahu aleyhi vesellem) hayali, belki de hakikati var.
Orada Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) verilen selamın bereketini yaşıyorsunuz. Efendimiz’in selamlara icabet ettiğini bilmeniz,[ref]Ahmed, Müsned, VI, 9.[/ref] hadiseyi tarifi imkânsız bir boyuta taşıyor: “Bir kimse bana selam verince Allah ruhumu bana iade eder, selamı alır, ona icabet ederim.”[ref]Ebu Davud, Menasik, 100.[/ref] Beyaz, siyah, Arap, Türk herkes orada lisanı haliyle kendini arz ediyor:
Es-selam ey server-i evlad-ı adem es-selam
Es-selam ey badi-i icad-ı alem es-selam
Es-selam ey gevher-i yekta-yı zat-ı akdesin
Ziver-i bala-yı tak arş-ı azam es-selam.[ref]Nabi, a.g.e., s. 158.[/ref]
Bedevi
Huzur-u Nebi’de el-Utbi’nin tanık olup naklettiği şu manzaraya muvafık nice haller var… el-Utbi naklediyor: Kabr-i Şerif’in yanında oturuyordum, bir bedevi geldi, kabre yönelip “Es-selamu aleyke ya Resulallah! İşittim ki Allah Teâlâ şöyle diyor: ‘Eğer müminler kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.’[ref]Nisa(5): 64.[/ref] ben de huzuruna, günahına istiğfar eden, Rabbine karşı, şefaatini bekleyen bir halde geldim.” diye yalvarır.
Samimi duygularla Allah Resülü’nden (sallallahu aleyhi vesellem) şefaat talebinde bulunan bedevi şöyle bir şiir inşad eder:
Ey kemikleri bu vadiye defnedilenlerin en hayırlısı olan Resul!
Kemiklerinin kokusundan ova ve tepeler güzel olmuştur.
İçinde bulunduğun kabre canım fedadır.
İffet, cûd ve kerem o kabrin içinde metfundur.
Bedevinin haline tanıklık eden el-Utbi hemen orada uykuya dalar. Rüyada Allah Resulü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) görür. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyururlar ki; “Utbi! Bedeviye yetiş ve ona, Allah’ın kendisini affettiğini müjdele.”[ref]İbn Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, III, 394.[/ref]
Velid b. Velid (radiyallahu anh)
Ravza defalarca hem bedevi gibi affedilip geri dönenlere, hem de affı müteakip orada ruhunu teslim edenlere tanık oldu. Onların kimi güneyden, kimi kuzeyden nice engelleri aşıp geldiler. Huzura vardıklarında da emaneti sahibine teslim ettiler.
O’na (sallallahu aleyhi vesellem) varmanın heyecanıyla ruhunu teslim eden ilk bahtiyarlar arasında bir sahabi var… Hadise şu şekilde gerçekleşir: Hicret emri gelince Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı Mekke’den ayrılır, mustaz’aflar ise geride kalırlar. O günlerde öylesine muzdarip bir hava vardır ki, müşrikler karabet cihetiyle kardeşleri olan mü’minlere dahi işkence etmekten geri durmazlar. Mustaz’aflar ise elleri semada “Ey Rabbimiz! Katından bize dost ver, bize katından yardımcı gönder.”[ref]Nisa(4): 75.[/ref] diye dua ediyorlar. Dua eden bir başkası daha var ki Mekke’den 450 km uzaklıkta rükûdan kalktığında Allah’a iltica eden Fahri Kâinat Efendimiz: “Allahım! Velid b. Velid’i ve mustaz’af mü’minleri kurtar.” Velid, duanın yapıldığı günlerde Mekke’de mahpustur. Hicret etmeye karar verince kendine ait malı Taif’te satar. Kavminin gaflet anını yakalayınca da Ayyaş b. Ebi Rebia, Seleme b. Hişam’la birlikte yaya olarak yola koyulur. Medine’ye kadar olan mesafeyi yalın ayakla kat eder. Huzura çıkınca Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle der: “Bitkin bir haldeyim, farzet ki ben bir ölüyüm. Elbisenin fazlasıyla beni kefenle. Kefen de mübarek vücuduna değen taraftan olsun.” [ref]İbn Hacer, el-İsabe, Beyrut, 1995, VI, 486.[/ref] Velid bu ifadelerden sonra ruhunu teslim eder.
Sudan’lı
Canı, Canan’ın huzurunda ilk olarak teslim eden bir sahabi: Velid b. Velid… Sonraki dönemlerde Ravza binlerce adayışa tanıklık etti. Akif’in şahit olduğu şu manzara bu adayışların en hasbilerindedir. Necid dönüşü Medine’ye uğrayan Akif, Ravza’da önce “Ya Resulallah!” nidası ile arşı inleten, sonra da “Ravza-i Peygamber’in ayaklarına” düşen Sudanlı ile karşılaşır. Sudanlı’yı bilenler kaç milyar Mecnun’a nispetle kaç milyar Leyla’nın bir nokta aşk-ı Nebi etmeyeceğini de bilirler:
Ya Nebi, şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pakine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
“Tahammül et!” dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hanüman, ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sûdan’ı,
Üç ay “Tihame” deyip çiğnedim beyâbânı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra’da;
Yetişmeseydin eğer, ya Muhammed imdada:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.
Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim;
Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikabını kaldır mezar-ı pakinden;
Bu hasta ruhumu ayırma hakinden!
Nedir o meşale?… Nurun mu?… Ya Rasulelellah!… [ref]Akif, a.g.e., s. 358-9.[/ref]
Bu ifadeler Sudan’lının son sözleridir. Ravza’nın demir parmaklıklara yapışık halde ruhunu teslim eder. Ruhu hareme, vucud-u fanisi ise Baki’ kabristanlığına defnedilir.
Edeb
Huzur’da Mağripli, Sudanlı, Buharalı, …, müminler yüzleri Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) mülaki salat ve selamla meşguller. Bu duruşun uygun olmadığını düşünen selefiler vecd halini imha edebilmek için yoğun bir gayret sarf ediyorlar. Sürekli olarak Huzur’dakilere “kıbleye yöneliniz.” ikazında bulunuyorlar.
Meseleyi, anlatacaksınız fakat orası yeri değil. Çünkü Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda meseleyi tartışmak edebe aykırı. Nitekim Halife Mansur, Mescid-i Nebi’de İmam Malik’le birlikte oldukları bir anda yüksek sesle bir meseleyi görüşmek istediğinde, Hicret yurdunun imamı, Halifeye; “Ey mü’minlerin emiri! Bu mescitte sesini yükseltme. Zira Allah Azze ve Celle, Efendimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşan bir cemaati şöyle diyerek tedip etmiştir: “Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.”[ref]Hucurat(49): 2.[/ref] Diğer bir topluluğu; “Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, Allah’ın gönüllerini takva konusunda sınadığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vardır.”[ref]Hucurat(49): 3.[/ref] diyerek methetmiştir. Sıradan bir insan gibi O’nu (sallallahu aleyhi vesellem) çağıranları ise şöyle diyerek yermiştir: “(Ey Muhammed!) Odaların arkasından sana bağıranların çoğu aklı ermeyen kimselerdir.”[ref]Hucurat(49): 3.[/ref][ref]Kadı İyaz, a.g.e., s. 520.[/ref]
Huzur’da “emr-i bi’l-maruf” yaptığını zanneden selefilerle konuyu konuşsanız da bir şey değişmez. Zira onlara Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında olduğu gibi vefatından sonra da saygı göstermenin zorunlu olduğunu[ref]Kadı İyaz, a.g.e., s. 521.[/ref] anlatamazsınız.
Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yönelince kıblenin arkada kalmasına çağdaş selefiliğin zuhuruna kadar ulemadan itiraz eden yoktu. Zira onlar neyin şirk, neyin tevhit olduğunun farkında idiler. Biliyorlardı ki Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) duası müstecaptır. O buyurdu ki; “Allahım! Benden sonra, kabrimi ibadet edilen bir put yapma.”[ref]Malik, Muvatta, I, 172; Kadı İyaz, a.g.e., s. 585.[/ref] Bu duanın bereketiyle Allah Teâlâ Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) kabrini, şirk görüntülerinden korudu. Tarih boyu Kabr-i Şerif’e secde eden, namazda Kâbe’ye doğru istikbal ettiği gibi Ona yönelen, Beyt-i Muazzam gibi Onu tavaf eden veya putçuluk kabul edilecek her hangi bir şekilde yanında ibadet eden bir mü’min olmadı.”[ref]Muhammed Beşir, el-Fıkhu’l-Maliki, Dımeşk, 2201, I, 559.[/ref]
Sahabe ile başlayan “Müvacehei-i şerif”teki selamlama zamanla sonraki kuşaklara da tevarüs etti. Nafi, Abdullah b. Ömer’i yüz defa ya da daha çok Efendimiz’in “kabri şerif”ine gelip “es-selam-u ale’n-nebiyyi”, “es-selam-u ala Ebi Bekr’in”, “es-selam-u ala Ebi( Allah’ın selamı babamım üzerine olsun)”[ref]Kadı İyaz, a.g.e., s. 586.[/ref] dediğini rivayet etmektedir. Benzer durum Enes b. Malik[ref]Kadı İyaz, a.g.e., s. 586.[/ref] ve diğer sahabilerden de rivayet edilmektedir. Bu noktada Ebu Hanife şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “Medine’de iken tabiun devri muhaddislerinden Eyyub-u Sahteyani de oraya gelmişti. Kendi kendime: ‘Tamam sırasıdır. Bakayım şu büyük tabii Hücre-i Saadet’i nasıl ziyaret edecek?’ dedim. Ebu Eyyüb, arkasını kıbleye, yüzünü de “Vech-i Saadet”e dönerek sessiz bir şekilde ağlayarak ziyaretini yaptı.”[ref]Kamil Miras, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, Ankara, 1976, IV, 186-7.[/ref]
Halife Mansur, Mescid-i Nebi’ye geldiğinde İmam Malik’e “Müvacehe-i Şerif”te nasıl duracağını; “Kıbleye dönüp mü yoksa Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yönelip mi dua etmesi gerektiğini” sorar. İmam Malik şöyle der: “Yüzünü niçin Allah Resulü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) başka bir yöne çevireceksin?! Zira O (sallallahu aleyhi vesellem) senin ve baban Âdem’in (aleyhi’s-selam) kıyamet gününde Allah Teâlâ’ya karşı vesilesi olacaktır. Ona yönel, şefaatini iste, Allah Teâlâ da O’nu (sallallahu aleyhi vesellem) hakkında şefaatçi kılsın.”[ref]Kadı İyaz, a.g.e., s. 520.[/ref]
Selamlar
Huzurda kimi babasının, kimi oğlunun, kimi öğrencilerinin, kimi de arkadaşlarının selamlarını takdim ediyor: “Ya Rasulellah! Filan oğlu falanın selamı var,” seslerini işitiyorsunuz. Selamların arzı esnasında öylesine muazzam huşu dalgaları insanı kucaklıyor ki, manzara ancak yaşanarak anlaşılabilir. Adına selam arz edilen kişide de aynı huşunun mevcudiyeti muhakkaktır. Bu yüzden Ömer b. Abdulaziz Şam’dan Medine’ye Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi vesellem) selamını arz etmek için postacı gönderirdi.[ref]İbn Hümam, a.g.e., III, 170.[/ref]
Müvacehe-i Şerif’ten bir yarım metre kadar sağa doğru çekiliyor Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) omuzları hizasında olan Hz. Ebu Bekir’e, ardından Hz. Resulullah’ın ayakları hizasında bulunan Hz. Ömer’e geliyor, selam veriliyor. Mü’minler her birini selamlarken farklı bir duygu sağanağı içinde buluyorlar kendilerini. Hz. Ebu Bekir’i selamlarken teslimiyeti, Hz. Ömer’i selamlarken izzeti yaşıyorlar. Ardından tekrar “Muvacehe-i Şerif”e geliyor, Hz. Ebu Bekir’deki “teslimiyet”i, Ömer’deki “izzet”i Huzur-u Nebi’deki “kabül”le mühürlüyorlar.
Dua
Selamlama bitince Kabr-i Şerif ile minber arasında ya da mescidin uygun bir yerinde dua eden, istiğfarda bulunan mü’minleri görüyorsunuz. “Allahumme’ğfirlî” (Allahım, beni affet!) diye yalvaran gözü yaşlı mü’minler, dualarının önemli bir bölümünü ümmetin ittihadına, küfrün inkırazına, Filistin’in, Irak’ın, Çeçenistan’ın, …, dirilişine ayırıyorlar. Titrek sesler ve gözden boşalan yaşlar eşliğinde semaya açılan eller, emperyalizmin vahşetini, ümmetin çaresizliğini dile getiriyor, dualarını mühürlerlerken de “bizi şu kabrin sahibi Muhammed sallallahu aleyhi vesellem hürmetine küfrün işgalinden kurtar Allahım!” diye yakarıyorlar.
Kardeşlerimin münacatlarına “âmin” derken aklıma şu hadis-i şerif geldi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah Azze ve Celle’ye yürekten yalvaran bir mü’minin yanında durup duasını dinliyor ve buyuruyor ki; “vecebe in hateme”[ref]Ayni, a.g.e., VI, 69.[/ref] yani eğer bu duayı “amin” ile mühürlerse mutlaka karşılığını bulacaktır. Ravza’nın köşelerinde öylesine muttaki yalvarışlar var ki kabul olmak için sadece bir “âmin” demeyi bekliyorlar.
Kabul olan bu duaların tahakkuku hangi bir zamana kadar muahhardır diye düşünürken Hz. Musa (aleyhisselam) ve ümmetinin duasını hatırladım. Çektiği çileler dayanılmaz bir noktaya ulaştığında Hz. Musa ümmetiyle birlikte şöyle dua etmişti: “(Rabbimiz) bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar.”[ref]Yunus(10): 86.[/ref]
Mustaz’af mü’minlerin samimi duaları İlahi Rahmetin kapısını aralamış, Cenâb-ı Hakk Hz. Musa ve ümmetine daha çok ibadet etmeyi, zulme ibadet ederek direnmeyi emretmişti: “Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılacak yerler yapın, namazlarınızı dosdoğru kılın. Ey Musa müminlere düşmanlarına galip geleceklerini müjdele! diye vahyettik.”[ref]Yunus(10): 87.[/ref]
Mü’minler namaza durdukça rahmetin kapısı daha da açıldı. Firavun her geçen gün biraz daha güç kaybetti. Ne ki güç kaybettikçe zulmünü artırdı, öyle ki eceline doğru zulmü, dayanılmaz bir haddeye ulaştı. Kurtuluş için dua eden Peygamber işte bu noktada ellerini beddua için kaldırdı: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine dünya hayatında nice ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler.”[ref]Yunus(10): 88.[/ref] Dua kabul oldu.[ref]Bkz. Yunus(10): 89.[/ref] Fakat İmam Taberi’nin rivayetine göre kırk yıl sonra Firavun Nil’de boğuldu. Hicaz’da ya da başka diyarlarda semaya ellerini kaldıran mustaz’af mü’minlerin duaları –inşaallah- kabul edilmiştir. Batı Emperyalizmi mutlaka çökecektir, belki on, belki kırk yıl sonra ama mutlaka çökecektir.
Mü’minler Medine’de bulundukları müddet zarfında namazlarını Ravza’da kılmak için yoğun bir gayret gösteriyorlar. Kimi elli adımlık bir mesafeden, kimi de Ben-u Selime gibi Medine’nin dış mahallerinden Ravza’ya geliyor. Gayeleri ise Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “Mecid-i Haram hariç, bu benim mescidimde kılınan bir namaz ondan başkalarında kılınan bin namazdan daha hayırlıdır.”[ref]Buhari, Fadlu’s-Salat-i fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine, 1190.[/ref] hadisinde bahsedilen ecre nail olmak.
Kapılar
Mescid’in etrafındaki kapıların her birinin ayrı bir adı var… Hz. Cebrail’in vahyi getirdiği cihette yer alan kapıya Cibril Kapısı deniyor. Nisa Kapısı, Resulullah’ın kadınlara tahsis ettiği bir kapı. Selam Kapısı, haşyet ve huşuyu resmediyor. Mescidin çevresindeki bütün kapılar kapandığında açık kalan tek kapı olan Ebu Bekir’in kapısı sadakati anlatıyor. Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) kuraktan her şeyin helak olduğunu anlatan ve yağmur yağması için dua talep eden bedevinin mescide girdiği kapının adı ise Rahmet Kapısı. Bu kapı rahmetle özdeşleşiyor, zira Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) duası esnasında cam gibi olan sema bir anda bulutlarla kaplanıyor. Ve altı gün güneş görülmeyecek şekilde yağmur yağıyor. Hz. Ömer’in borcunu ödeyebilmek için sattığı evin karşısında yer alan kapı ise Kada Kapısı…
Mescid’in her bir kapısı günün yirmi dört saatinde ümmete vaaz ediyor. Mesela Cibril kapısının altından geçerken vahyi, Ebu Bekir’den geçerken sadakati, Kada’dan geçerken adaleti dinliyorsunuz.
Baki’ Mezarlığı
Medine’de yapılması gereken ameliyelerden birisi de “Baki’ Kabristanlığı”nı ziyaret etmek… Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Şeyhan’ı ziyaretten sonra her gün Baki’ Mezarlığı’na gitmek müstehab… Baki’yi özellikle perşembe, cuma ve cumartesi günleri ziyaret etmek ise daha faziletli. Zira bu günlerde ölüler ziyaretçileri görürler.
Medine’de vefat eden 10 bin kadar sahabinin[ref]Ali el-Kari, a.g.e., s. 569.[/ref] neredeyse tamamı Baki’ Kabristanlığı’nda medfundur. Allah Rasulü’nün sütkardeşi Osman b. Mazun, Aşer-i mübeşşereden Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebi Vakkas, Efendimiz’in oğlu İbrahim, Ebu Hureyre ve daha birçok sahabi Baki’de yatıyor. Bu yüzden Baki’ Kabristanlığı’nda dolaşırken hacimli bir tabakat kitabı da okumuş oluyorsunuz.
Müminler dillerinde “esselam-u aleykum dare kavmin müminin ve inna inşallah-u bikum lahikun.” tahiyyesi ile girdikleri kabristanlıkta ibret ve dikkatle dolaşıyorlar.
Baki’ye ilk girişte gözler kitaplarda anlatılan kabirleri arıyor. Fakat onların tamamı yıkılmış. Osmanlı’dan tek bir iz bırakılmamış. Yerin üstünden sahabileri tanımak da güç. Fakat Allah’ın salih kullarını izlediğinizde, onların belli noktalarda fazla duruşlarından büyük sahabilerin nerelerde olduklarını sezebiliyorsunuz.
Uhut
Perşembe günü Uhud’a gidiyoruz. Uhut, kazanılan zaferin nasıl kaybedildiğini, Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) ittibanın ne derece önemli olduğunu anlatan bir cihat kürsüsü gibi. Belki de bunun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ondan bahsederken “Uhut bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever.”[ref]Buhari, 2889, 3367, 4084; Malik, Muvatta, II, 889.[/ref] buyurmuştur.
Uhut deyince akla ilk olarak Hz. Hamza geliyor. Orada Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “amcalarımın en hayırlısı Hamza’dır.” deyişini hatırlıyorsunuz. “Kıyamet günü şehitlerin efendisi Hamza olacaktır.”[ref]Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, III, 163.[/ref] ifadesi, ne muazzam bir şahsiyetin huzurunda olduğunuzu ihtar ediyor. İbn Mes’ud’un “Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Hamza’dan daha şiddetli hiç kimse için ağladığını görmedim.” demesi kalbin rikkatini tarifi imkânsız bir dereceye taşıyor.
Hz. Hamza’nın meşhedi içerisinde bir başka sahabi daha var ki O, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) halasının, Hamza’nın (radiyallahu anh) da kız kardeşinin oğlu Abdullah b.Cahş (radiyallahu anh).[ref]Ali el-Kari, a.g.e., s. 574.[/ref]
Uhut’ta mümin ruhlar, şühedaya verilen selamların nasıl geri döndüğünü seyrediyorlar. Musab’ın başucunda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurduğu şu hadisin bereketini yaşıyorsunuz. “Şehadet ederim ki siz Allah katında dirisinizdir. Şühedayı ziyaret edin, onlara selam verin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, Uhut Şehitleri kendilerine verilen selamlara kıyamete kadar icabet edeceklerdir.”[ref]Hakim, II, 248.[/ref]
Sünnet’e ittibanın gerekliliğini öğrenmiş bir halde Uhut’tan ayrılıyoruz.
Kuba
Uhut’tan Kuba’ya geçiyoruz. Kuba, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hicret esnasında -Buhari’nin rivayetine göre- on dört gün kadar ikamet ettiği bahtiyar bölgenin adıdır.[ref]Buhari, Menakibu’l-Ensar, 46, 258.[/ref]
İslam’da inşa edilen ilk mescit Kuba Mescidi’dir. Mescidin temeline ilk harcı koyan ise Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Ebu Bekir, Ömer ve Osman (radiyallahu anhüm)…[ref]İbn Hümam, a.g.e., III, 173.[/ref] Bu yüzdendir ki Kur’an-ı Kerim Kuba Mescidi’ni anlatırken “ilk günden temeli takva üzerine kurulan mescit” demektedir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye yerleştikten sonra her cumartesi binekle ya da yürüyerek Kuba’yı ziyaret ederdi. Ziyaret için cumartesiyi seçmişti. Çünkü Medine’nin iç ve kenar mahallerinde yaşayanlar Cuma günü Mescid-i Nebi’ye gider, orada “Cemaati Kübra”ya iştirak ederlerdi. Bu yüzden diğer mescitlerde Cuma namazı kılınmaz, oralar garip kalırdı. Cuma vaktindeki gurbetinden ve İslam tarihindeki öneminden dolayı Efendimiz cumartesi günleri Kuba’yı ziyaret eder, halkına moral verirdi.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) İslam’da bir başlangıç olan Kuba’nın zihinlerde hep canlı kalabilmesi için ümmetini orada namaz kılmaya teşvik etmiştir: “Kuba Mescidi’nde kılınan bir namaz umre gibidir.”[ref]İbn Mace, İkame, 197.[/ref] buyurmuştur.
Medine’deki ikametimiz üç günle sınırlı olduğundan Kuba’yı cumartesi yerine perşembe günü ziyaret ettik.
Ranuna
Efendimiz, (sallallahu aleyhi ve sellem) hicret esnasında on dört gün kaldığı Kuba’dan Cuma günü ayrıldı. Salim b. Avf oğulları yoluna çıkıp şöyle dediler: “Ey Allah’ın Rasulü (s.a.v.) Amr b. Avf oğulları yurdunda şu kadar gün kaldınız. Onlar sonsuza kadar bu şerefle övünecekler. Bizim yurdumuzda da kalsanız biz de sizinle şereflensek.” Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onların ricasını karşılıksız bırakamadı. Ömrünün ilk Cuma namazını Salim b. Avf oğulları yurdunda Ranuna denen vadide kıldırdı.[ref]İbn Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, Beyrut, 2002, II, 94.[/ref] Namazın kılındığı yere daha sonra inşa edilen cami “Cuma Mescidi” adıyla anıldı.
Salim b. Avf oğullarının derin samimiyetini ve Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) alâkasını resmeden Cuma Mescidini uzaktan seyrederek Kuba’dan ayrıldık.
Hendek
Hendek’teyiz. Selman-ı Farisi’nin dehasını belgeleyen savunma harbi harikaları hendeklerin izleri kaybedilmiş. İzler yok, fakat Hendek’te İslam’ın şartları belirleme noktasında etkin olduğu, bir “saba” rüzgârının küfrün bütün ordularını perişan edeceği zihinlerde dipdiri.
Hendek bıkmadan usanmadan ziyaretçilerine şunu tekrar ediyor: Allah Azze ve Celle sabır ve duanın bereketiyle münafıkların kalplerinde sakladıkları şenaatleri ortaya çıkarır ve mü’minleri bir “saba” rüzgârıyla zafere taşır.
Muhammed Avvame
Son olarak İki Kıbleli Mescit’i ziyaret ettik. Öğle namazına doğru Ravza’ya geri döndük. Namazdan sonra muhterem Halil İbrahim Kutlay Hoca ile otelde buluşup Muhammed Avvame’yi[ref]Muhammed Zahid Kevseri’nin talebelerinden Abdulfettah Ebu Ğudde’nin öğrencisi olan Muhammed Avvame hicri 1358 yılında Halep’te doğmuştur. Avvame, ilk tahsiline Halep’teki Şa’baniyye medresesinde başlamıştır. Hicri 1379 yılında Şa’baniyye Medresesi kapatılınca Şeria Lisesine kaydolmuştur. 1382 yılında Şeria’dan mezun olunca Dimeşk Üniversitesi Şeria Fakültesine başlamıştır. 1400 yılında Medine-i Münevvere’ye gidinceye kadar muallim, müdür gibi farklı statüler altında Suriye’de ilme hizmet etmiştir. Suud’ta, İslam, Muhammed b. Suud ve Melik Abdulaziz Üniversitelerinin çeşitli fakülte ve birimlerinde hoca ve araştırmacı olarak görev almıştır. İlim tahsilinin ilk yıllarında muhaddis, müfessir Abdullah Siracuddin’den harici dersler alan Avvame, ilerleyen yıllarda ise Şeyh Abdulfettah Ebu Ğudde’den hiç ayrılmamış, Onun özel talebesi olmuştur.[/ref]ziyarete gittik.
Eve varınca bizi bir odaya aldılar. Birkaç dakikalık hal-hatır konuşmasından sonra Avvame oturduğumuz odaya teşrif etti. Türkiye’deki dostlarından, Emin Saraç Hocaefendi’den ve İslami hizmetlerden sordu. Konuşma esnasında kendilerine İnkişaf’ı takdim ettik. Bazı makalelerle alakalı da bilgi verdik. Fazlurrahman, Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi tarihselcilerin iddialarından bahsedince Hoca hayretini gizleyemedi.
Sorularımıza mukni ve müfid cevaplar verdi. Avvame’nin dikkatimi çeken bir yönü de ilerleyen yaşına rağmen sorulan sorulara hiç beklemeden açıklamalar getirmesiydi.
Avvame’ye Kevserî sorulduğunda gözlerinde bir ışık beliriyor. Bakışlarından ve ses tonundan bir “İmam”dan bahsedeceğini anlıyorsunuz. Ona göre Kevserî, hocası Ebu Ğudde’yi yaşayan bir kütüphane haline getiren ilim membaıdır. Ebu Ğudde’nin Kevserî ile olan münasebetine dair ise şunları söylüyor: “Üstat, Ezher’den ayrıldıktan sonra bütün vaktini ya kütüphanede ya da Kevseri’in yanında geçirirdi.” Çünkü Ebu Ğudde’nin gözünde Kevserî “Elinde bir lamba olan ve onu kitapların içine tutup bilgileri aydınlatan, kitaplarda saklı olan kıymetli metinleri bulup, araştırmacıların dikkatlerine sunan bir âlimdir.”
Avvame’ye göre Kevserî, Ebu Ğudde gibi bir talebeye sahip olmaktan gurur duyardı. Nitekim “Kevserî Kevserî iken” Ezher’de okuyan bu talebesinin Zeylai’nin Nasbu’r-Raye’sindeki bir meseleyi farklı kaynaklardan derlediği bilgilerle onaylayan bir ibaresini gördüğünde, ibarenin yanına şöyle bir not düşmüştür: “Aziz kardeşim! Bu nakillerinde beni sevinçten sarsan bilgiler gördüm.”
Ebu Ğudde, Kevserî’nin bu ilgisine Ondan hiç ayrılmayarak karşılık verdi. Yalnızlık çektiği yıllarda Ona sadık bir dost oldu.
Ebu Ğudde’nin rüyaları Kevser3i’nin yanında gerçek oldu. Gerek yazma gerekse de matbu bir çok eseri tanıma imkânı buldu.
Ebu Ğudde, mürşidinde fena olan bir mürit gibi adeta Kevserî’de yok oldu. Onun gibi giyinir, sarığını onun gibi sarardı. Hocası gibi, ziyaret ettiği şehirlerin öncelikle kütüphanelerine uğrardı. Kitap almak için babasından miras kalan değerli bir arsayı satmıştı. Kitapları, bazılarının yaptığı gibi koleksiyon kurmak için değil, okumak ve ilim adamlarının hizmetine sunmak için alırdı. Aradığı bir kitap için, eğer onu bulursam, şu kadar namaz kılacağım diye adakta bulunurdu.
Avvame, Ebu Ğudde’nin kitaplarla olan münasebetini anlatırken şunları söylüyor: Yanına girdiğimde çok defa yerlere hatta yatakların üzerine kitapların açık halde serildiklerini görmüşümdür. Tahkik ettiği bir mesele için bir kitap indirir, ondaki bir mesele için başka bir kitap daha indirir, derken bir bakarsınız etraf kitap dolmuş.
Avvame’ye, Kevserî’nin niçin bazı çağdaş selefiler tarafından yanlış anlaşıldığı ya da anlatıldığı sorulduğunda birçok kitap ve müellif adı zikrederek uzun uzun izahatta bulundu. Ona göre bunun iki esas nedeni vardı: İlki Kevserî karşıtlarının önemli bir bölümü Onu hiç okumamıştır. Bunlar taassubun idrak ve izan damarlarını parçaladığı kişilerdir. İkincisi ise, Onun eserlerinde reddedecek bir nokta bulamayan ve bu yüzden eserlerindeki bazı ifadeleri tahrif eden sonra da bu tahrifat üzerine reddiyeler kaleme alan güruhtur.
Sohbetin ilk üçte birlik bölümünün sonunda bizi yan odaya aldılar. Odada mükellef bir sofra hazırlanmıştı. İçimizden birisi oruçlu olduğunu hissettirmek istedi, Avvame sonra tutarsın diyerek müdahale etti. Yemek esnasında Türk mutfağından bahsetmeyi de ihmal etmedi. Bir ara söz Ebu Hanife’nin hadisçiliğine geldi. Bu noktada Avvame şunları söyledi: “Ebu Hanife müçtehittir. Bu yüzden muhaddisler kadar hadis rivayet etmemesi tabiidir. Çünkü müçtehit hadis rivayet etmez. Mevcut hadislerden hüküm çıkarır. Ebu Hanife de böyle yapmıştır. Bu durum, kesinlikle Onun az hadis bildiği anlamına gelmez.”
“Ebu Hanife’nin rivayet ettiği bir hadisin muhaddislerin sahih hadis için tayin ettikleri ölçülere uymaması ya da muteber hadis mecmualarında yer almaması da onun zayıf olduğuna delil olmaz. Eğer bir hadisin Ebu Hanife’ye isnadı kesinse yani Hassaf ya da Kerhi’de bitmiyorsa bu hadis, muhaddislerin kriterlerine uymasa da sahihtir. Çünkü Ebu Hanife mutlak müçtehittir. Dolayısıyla bu konumdaki bir müçtehit de hadisi tahlil etmeden kullanmaz. Ayrıca bilinmelidir ki Ebu Hanife ile Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) arasında sadece sahabe vardır. Buhari Onun ahirete irtihalinden 44 yıl sonra dünyaya gelmiştir.”
Öğleden ikindi vaktine kadar devam eden mecliste Avvame’nin mahdumları, damadı ve bazı torunları da hazır bulundu. Maddi ve manevi ikram kesintisiz devam etti. Zaman öylesine hızlı geçti ki ikindinin yaklaştığını ancak saatime bakınca fark edebildim. Kalkmak için izin istediğimizde damadına “Edebu’l-İhtilaf” kitabını getirtti. Halil İbrahim Hoca ve fakir için kitapların ilk sahifelerine genel icazet yazdı. Medine’de Avvame’nin mücazı olduk. Dolayısıyla şu kadar küsur yıllık tahsil hayatımızı güçlü bir damara daha rabt etmiş olduk. Görüştük ve ayrıldık.
Çağımızın müstakim âlimlerinden olan Avvame, hocası Ebu Ğudde gibi çok sayıda talebe yetiştirmiş, hayli eser telif etmiştir. Temel kitaplar üzerine tahkik çalışmaları da yapmıştır. “Eseru’l-Hadis fi İhtilafi Eimmeti’l-fukaha”, “Edebu’l-İhtilaf fi Mesaili’l-İlmi ve’d-din” gibi telif eksenli çalışmalara imza atmıştır. Ebu Davud’un “Sünen”i, İbn Hacer’in “Takribu’t-Tehzib”i üzerine ise tahkik çalışması yapmıştır.
Avvame’nin çalışmalarından sadece talebe ve arkadaşları değil hocaları da istifade etmiştir. Nitekim Ebu Ğudde, Avvame’nin zayıf hadisle alakalı mütalaasını Tahanevi’nin “Kavaid fi Ulumi’l-Hadis” adlı kitabı üzerine yaptığı tahkik çalışmasında kullanmıştır. O, ilminden istifade ettiği talebesini şu şekilde tavsif etmiştir: “Dün öğrenci bu gün ise arkadaş olan kardeşim üstat şeyh Muhammed Avvame.”[ref]Tahanevi, Kavaid fi Ulumi’l-Hadis, (tah. Abdulfettah Ebu Ğudde), Kahire, 2000, s. 100.[/ref]
Avvame, boy fotoğrafı çektirmeye sıcak bakmıyor. Bu tavrı beni derinden etkiledi. Gönül, uluslararası ilmi toplantılara Avvame’nin tebliğci ya da müzakereci gibi sıfatlarla katılmasını arzuluyor. Bu temenniye bir ses şöyle karşılık verdi: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hocamızın umre dışında Medine’den ayrılmasına müsaade etmiyor. Bu yüzden zaruri bir hal olmadıkça Medine’den ayrılmıyor.”
Damadının arabasıyla Mescid-i Nebi’ye doğru ilerlerken Avvame’den geriye ne kaldı diye düşündüm, zihnimde birkaç cümleyle şunları toparlayabildim: “İslam sahipsiz değil. Hala ciddi ilim adamları mevcut. Söz ve yaşantıyla Sünnet’e bağlı kalmak insanı aziz kılıyor. Avvame Kur’an ve Sünnet’i yaşayarak azizleşen bir ilim adamı…”
Bir Ziyaret
Perşembe günü ikindi, akşam ve yatsı namazlarını Ravza’da eda ettik. Yatsıdan sonra on bir kişilik grubumuz “Osmanlı Saati”nin altında buluştu. Gündüz telefonla görüştüğümüz Medineli Yusuf kardeş de oraya geldi. Hep birlikte Muhterem Mahmud Efendi’nin talebelerinin hizmet ettiği bir medreseye gittik. Medresede 40-50 kişilik bir cemaat vardı. Orada yarım saat kadar sohbet ettik. Mektubat ve Risale-i Kudsiyye okundu, yemek yendi. Yemek esnasında Medine’li Yusuf kardeş henüz tanıştığı fakat sadece gönül diliyle konuştuğu Ahmet ağabeyi kastederek bana, şu muhtereme söyle “Kâbe’yi ilk gördüğünde kurtuluşum için dua etsin.” dedi. Söyledim, mübarek tebessüm etmekle iktifa etti. Hadise karşısında şu kanaatim daha da kuvvetlendi: Diller, coğrafyalar farklı olsa da muttakiler birbirlerini tanımakta güçlük çekmiyorlar.
Selefiler
Suud’ta selefilere karşı Ehl-i Sünet’in müdafaasını yapan, -birkaç yıl önce de ahirete irtihal eden- büyük bir muhaddis vardı. Selefiler, karşı cevap veremedikleri bu büyük allameyi iftiralarla etkisiz hale getirmeye çalıştılar. Ülkemizde de yakından tanınan bu ilim adamının özel talebelerinden bir hoca ile selefilerin durumunu görüşürken hoca, merhumun selefilerle alakalı şöyle bir teşbihini nakletti. “Üstat, selefilerin Ehl-i Sünnet uleması ile mukayesesini yaparken kurbağa örneğini kullanırdı. Teşbih şöyle: Bir gün kara kurbağası bütün ömrünü kuyuda geçiren bir su kurbağasını ziyaret eder. Kara kurbağası, daracık kuyuda sıkılınca su kurbağasına karaların genişliğinden bahsetmeye başlar. Birkaç metrekarelik kuyuda ömrünü geçiren su kurbağası yaşadığı mekândan daha geniş yerlerin olabileceğine ihtimal vermez; kendi dünyasının en büyük olduğunu savunur. Tezini, muhatabına kabul ettirebilmek için birkaç hareket de yapar. Bulunduğu yerden defaatle ileriye doğru sıçrar. Her sıçrayışında hemcinsine, kara dediğin yer bu sıçradığım alan kadar var mıdır diye sorar. Kara kurbağası, yeryüzünün genişliğinin sıçranılan alana kıyas edilemeyecek kadar büyük olduğunu anlatır fakat su kurbağası tanımadığı yeryüzünü bir türlü idrak edemez.”
Suud’a bazı kitapların sokulmasının yasak olması, serbest olan bir kısım eserlerin de belli sahifelerinin kitaplardan çıkarılmaları, ilimle ilgilenen zümre üzerinde olumsuz etkiler bıraktı. Okur-yazar kesim, görüşler arasında mukayese yapma imkânını kaybetti. Örneğin bir Kevserî’yi kendi eserlerinden değil de Ona reddiye yazan muarızlarının kitaplarından tanıdı. Bu durum Useymin, Bin Bazz gibi kendilerince muteber kabul edilen kişilerin fetvalarıyla çelişen her bilgiyi “la delile lehu”, “la yecuzu”, “bid’a” gibi terkip ya da kavramların arkasına sığınarak reddetmelerine zemin hazırladı.
Nasıl ki, su kurbağası görmediği yeryüzünü anlamakta güçlük çekmektedir. Selefilerin önemli bir bölümü de Ehl-i Sünnet ulemasını tanımadıklarından onların içtihatlarını reddetmektedirler.
Medine
Ravza’da Cuma namazı için saf olduk. Mescit tıklım tıklım dolu. Namaz kılan müminlerin hali “o kimseler ki namazlarında huşu üzeredirler.” ayetini tefsir ediyor.
Hatip hutbesinde “tevbe”yi anlattı. Haremeyn’de dinlediğim hutbeler içerisinde vesile ve kabir ziyaretlerinden bahsetmeyen tek hutbe bu idi desem yeridir.
Namaz sonrası “Muvacehe-i Şerif”e doğru ilerliyoruz. Huzurun’da huzura eriyoruz. Ayrılmak ne mümkün… Kırık dökük yürekler. Nemli gözler.
İbn Hümam “huzur”da gözlerden boşalan yaşlar duanın kabul olduğuna işaret eder diyor.
Arkadaşlar veda edip ayrıldılar. Babu’s-selam’a gelip tekrar geri döndüler bir daha huzura vardılar. Ayrılmak zor, ne ki zorluğuna rağmen ayrılıyoruz. Kubbe-i Hadra’nın altından otele doğru ilerlerken yüreklerde derin tahassür, dillerde ise salat u selam var.
Mekke’ye Doğru
Cuma namazı sonrasında otelde ihramları giyip, saat 15.00 sularında Zülhuleyfe’ye doğru yola çıktık. Zulhuleyfe, Mekke’ye Medine cihetinden gideceklerinin mikat yeri. Orası müminlerin nefislerini toprağa gömüp ruhlarını dirilttikleri beş başlangıç noktasından birisi…
Zülhüleyfe’de iki rekât namaz kıldık. Umreye niyet edip telbiye getirdik. Hicret yolunu takip ederek “mananın maddeye tecelli remzi Kâbe’ye” doğru yola koyulduk. Artık “hıll” sınırları içerisindeyiz.
Tepeleri inerken-çıkarken, virajları alırken otobüsün içerisi umrecilerin “Lebbeyk Allahumme lebbeyk” nidaları ile yankılanıyor. Yol boyu tekbir, tehlil ve salavatlar devam ediyor…
Mekke’yle Medine arası yollar;
Çizik, çizik hasret yarası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah’a varası yollar.
Mekke’yle Medine arası yollar…[ref]Kısakürek, Esselam, İstanbul, 1993, s. 72.[/ref]
İkindi ve akşam namazlarını yolda eda ettik. Yatsı vakti henüz girmişti ki Harem sınırları içerisine dâhil olduk. Harem’i Şerif’i ilk olarak Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve selem) doğduğu ev cihetinden gördük. “Daru’l-İman” adlı otele yerleştik.
Gerek Medine gerekse Mekke’de maddi şartlar itibariyle en iyi ve en güzele sahibiz. Kalınan yer itibariyle dünyada bundan daha güzeli ve rahatı yoktur dense yeridir. Fakat asıl mesele manada sahibiyet…
Mekke’de ilk gece… Saat 23.00 suları… Kalabalık bir grupla otelden ayrıldık. Telbiye getirerek kat ettiğimiz yolun sonu “Babu’s-selam”… Oradan içeriye girdik. Kâbe’nin zuhuruyla herkes hususi dünyasına çekilip bir müddet “müstecap dualar”la meşgul oldu. Safa Tepesi cihetinden Kâbe’nin aynına yönelip Yahya Hafız’ın imamlığında yatsı namazını eda ettik. Ardından Umre tavafını yapmak için metafa indik. “Haceru’l-esved”e istilam edip tavafa başladık.
Muazzam Kâbe’nin etrafındayız ve dönüyoruz. Her dönüş, bizi aynı noktaya taşıyor. İnsan, döndükçe günahlardan arındığını hissediyor. Tavaf bitince “Makam-ı İbrahim”de iki rekât tavaf namazı kıldık. Ardından Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) “ne için içilirse onu karşılar.” dediği zemzemden içtik.
Umre sa’yini yapmak için Allah Teâlâ’nın nişanlarından biri olan Safa tepesine çıktık. Safa ile Merve arasında gidip-gelirken yeşil direkler arasında “hervele” yaptık.
Hervele yaparken zihinler, yavrusu İsmail’i İslam’a kazandırabilmek için mücadele veren Hacer validemizin gayretini anlamaya ve örnek almaya odaklanıyor. Ekinin, suyun, insanın olmadığı bir vadide tek başına “İsmail” yetiştirmenin mücadelesini veren Peygamber eşi Hacer validemizi düşünüyorsunuz. Düşündükçe iman ve gayretinizin ne kadar sığ olduğunu anlıyorsunuz.
Sa’ydan sonra tıraş olup ihramdan çıktık.…
Tavaf sonraları genellikle Altın Oluğun karşısındaki eski müezzinliğin altında oturur, etrafı seyre dalardık. Bir tarafta kesrette vahdeti simgeleyen Kâbe, diğer tarafta ise her dil ve renkten insan seli…
İki Portre
Rükn-ü Iraki’nin karşısındaki revakların altında otururken Osmanlı’nın müeddep devlet anlayışından bahseden hasbi Müslümanlarla karşılaştık. Bir gün yanıma yaşlı bir Suriye’li oturdu. Uzun uzun Osmanlı’dan özellikle de Sultan II. Abdulhamid’ten bahsetti. Bu günkü Müslümanların yaşadığı acıların birçoğunun temelinde Abdulhamit’i anlayamamak olduğunu söyledi.
Osmanlı’ya müspet anlamlar yükleyen Suriye’li gibilerin yanı sıra onları ehl-i bidat olarak görenler de var. Harem şartları içerisinde değerlendirildiğinde ikinci grup birinciye kıyaslanmayacak derecede daha fazla.
Çarşamba günü sabah namazından önce yanıma oturan bir selefi iki secde arasındaki celsenin keyfiyetini sordu. Mezheplerin esasta aynı olmalarına rağmen tayinde bir takım farklı görüşler serd ettiklerini söyledim. Bunun üzerine -biraz istihza vari- hangi “imam”ı taklit ettiğimi sordu. Ebu Hanife (rahimehullah) dedim. Bir müddet durdu, ardından “bu konuda mezhepler neler söylemiş” diye sordu. Malik, Şafii ve Hanbelilere göre iki secde arasında oturmak rükündür. Hanefilerden Ebu Yusuf’a göre farz, diğer bir kısmına göre vaciptir. Sünnet diyenler de vardır…
Hanefiler -genel olarak- celsenin hükmünü tayin ederken Hz. Aişe’nin Efendimiz’in celsesi ile alakalı olan rivayetiyle istidlal ederler ve kişinin orada bir tesbih miktarı beklemesi gerektiğini söylerler. Fakat bunun keyfiyetinde farklı mütalaalar serd etmişlerdir. Ebu Hanife ve İmam Muhammed’e göre iki secde arasında tam karar kılmadan da olsa ikinci secdenin yapılması yeterlidir. Çünkü ilk secdeden başını kaldırıp ikinci secdeye dönen kişi iki secde arasını ayırmış kabul edilir. Burada vacip olan başı yerden kaldırmaktır, o da gerçekleşmiştir.[ref]Bkz. İbn Hümam, a.g.e., I, 312-314; Ayni, el-Binaye, Beyrut, 1999, II, 250.[/ref]
Selefi, yaptığım nakillere itiraz etti, iki secde arasında belli bir zaman beklemedikçe namazın sahih olmayacağını, dolayısıyla Ebu Hanife’nin içtihadında isabet edemediğini söyledi. Bunları neye göre söylüyorsun dediğimde İbn Teymiyye, Muhammed b. Abdilvahhab, Abdulaziz b. Baz’ın fetvalarını delil olarak gösterdi. Hatta bununla alakalı fakire matbu bir vesika da verdi. Elinde konuyla alakalı yazılı bir metnin olması, bende selefiler tarafından bizzat celse meselesini anlatmak üzere görevlendirildiği intibaını bıraktı. Bunun üzerine aramızda şu meyanda bir konuşma geçti:
- Sana göre zikrettiğin bu şahıslar müçtehit midir?
- Evet.
- Celsenin asgari ne kadar olması gerektiği içtihadi bir mesele midir?
- Evet.
- Madem bu konu içtihadidir o takdirde Ebu Hanife’nin içtihadi bir meselede fetva vermesine niçin itiraz ediyorsun? Neye dayanarak yanıldığını iddia ediyorsun? Hem sonra görüşlerine itimat ettiğin şahısların müçtehit kimlikleri oldukça sınırlı sayıda ilim adamı tarafından kabul görürken, İbn Teymiyye’nin meşhur talebesi İbn Kayyım, “Ebu Hanife müçtehit değilse yeryüzünde müçtehit kimse yoktur”
Bu konuşmanın ardından selefi, Harem’de kılınan bir cenazeyi takip edeceğini söyleyip ayrıldı.
Muhaddis
Pazartesi Mekke’de ikamet eden, fakat aslen Hintli olan bir hadis profesörünü ziyaret ettik. Adının zikredilmemesini isteyen bu ilim adamı Suud’un çeşitli fakültelerinde ders okuttu. Bir ara üniversitede hadis ilmi bölüm başkanlığı görevinde de bulundu.
Hocanın büyük oğlu bizi kapıda karşılayıp evin giriş katındaki misafir odasına aldı. Kısa bir müddet sonra da hoca odaya teşrif etti. Musafahadan sonra belli bir müddet hal-hatır konuşmaları oldu.
Hoca’ya İnkişaf dergisinin son sayısını takdim ettim. Muhtevası ile alakalı bilgi verince son derece alaka gösterdi. Ebussuud gibi âlimlerin yetiştiği topraklarda böyle bir çalışma yapılmasından dolayı memnun olduğunu söyledi. Hoca ile Ehl-i Sünnet’in dünü ve bugününe dair hayli uzun söyleşi yaptık.
Hoca, Mevlana Halid-i Bağdadi’nin iki meşhur talebesi İbn Âbidin ve Âlûsi hayranı. Bunun nedeni ise hocanın bir Halidi Şeyhi olan muhterem Mahmud Efendi’nin bağlıları arasında yer alması.
Hoca Türkiyeli olmamız hasebiyle muhterem Mahmud Efendi’yi ne derece tanıdığımızı sordu. Birlikte olduğumuz arkadaşların bir kısmının talebeleri arasında yer aldığını söyleyince şöyle dedi: “Birkaç gün önce Türkiye’den bir grup müslüman ziyaretime geldi. Muhterem Mahmud Efendi’nin, gençleri üniversiteye göndermediğini, böyle bir eğitime karşı olduğunu fakat Türkiye’de farklı alanlarda mütehassıs müslümanlara şiddetle ihtiyaç duyulduğunu ifade ettiler. Söylenenlerin gerçeklik payı var mıdır?” Hocaya şunları söyledim: Bildiğim kadarıyla muhterem Mahmud Efendi üniversiteye karşı değildir. O, mevcut programa karşıdır. Nitekim ilahiyat programına göre yetişen öğrenciler arasından Zahid Kevserî çapında bir ilim adamı çıkmamıştır. Hoca efendi istiyor ki zeki öğrencilerin bir kısmını ciddi bir program çerçevesinde İslami ilimlerle mücehhez kılalım. Yoksa tıp, kimya gibi beşeri ilimlere karşı değildir.
Hoca sohbet esnasında bir ara sözü kırk elli yıl öncesinin Mekke’sine taşıdı. O tarihlerde özellikle Afrika’dan çok sayıda muhaddisin Mekke’de ikamet ettiğini, ilmi seviyenin çok yüksek olduğunu, fakat selefilerin baskıları sonunda ulemanın çoğunun darılıp Haremeyn’den ayrıldıklarını ya da sürüldüklerini söyledi.
Allah Teâlâ’nın “eman” verdiği bir bölgede, Ehl-i Sünnet akidesine eman verilmemesi yürek yaralıyor. Fakat bütün bunlar gülün çevresindeki dikenler gibidir. Bu yüzden yaralayıcı görünseler de insanı incitmiyorlar. Çünkü Kâbe var. Onun güzelliği var. O güzellik her şeyi örtüyor. İşte Kâbe civarında yaşanan güzelliklerden biri: 11 kişilik grubun has adamı, geleceğimiz günden bir gün önce şöyle bir manzara ile karşılaştı; “Yaklaşık 20 kişiden oluşan bir grup… Üstlerindeki ihramdan fakir oldukları anlaşılıyor. Kâbe’yi ilk görüşlerinde hepsi birden tekbirlerle secdeye kapanıyorlar.” Bu nevi güzelliklerin mahşerinde dikenler sanki hiç yokmuş gibi duruyor.
Cidde
Çarşamba günü öğle namazından sonra Mekke’den ayrıldık. Gidiyoruz. Yol boyu gördüğümüz her toprak parçası, üzerindeki sahabe izlerini anlatıyor. Bilal, Suheyb, Yasir, Ammar, Velid b. Velid, Ayyaş,.., (radiyallahu anhüm) ve İslam için canlarını feda eden büyük muzdariplerin hatıraları.
Cidde’deyiz. Cidde, Batı’nın modern şehir telakkisinin dev bir beton yığını haline dönüştürdüğü devasa bir kent. Mekke’ye maddede yakın olmasına rağmen manada uzak bir şehir. İskeleti itibariyle İstanbul’dan ötedeki şehirlerden pek de farkı yok.
Saat 17.00 sularında Cidde havalimanına ulaştık. Suud Hava yollarına ait bir uçakla mukaddes topraklardan ayrıldık. 23.00 sularında İstanbul’dayız.
İstanbul
İstanbul, bir yönüyle Eyyüb el-Ensari… Bu cihetten bakıldığında var oluşunun merkezinde geldiğimiz mukaddes topraklar var. İstanbul, Medine-Mekke merkezli dünyanın zafer kürsüsü… Şimdiki haliyle ise “Camilerin manasını içeriden dışarıya taşımak yerine, dışarıdan içeriye kaçıran mahkûm Müslümanların zindanı ve turist ziyaretgâhı ulu mabedler diyarı…”