PARANIN DÖRT HÂLİ ENFLASYON ve FAİZ
Kur’ân-ı Kerîm ve sahih sünnette faizin haram olduğunu bildiren nassların mana yönüyle kat’iyyeti, fukahayı ticaretin faizden korunması noktasında fevkalade hassas davranmaya sevketmiş, mesele fıkıh kitaplarında “ribâ” başlığı altında ayrıntılı bir şekilde tahlil edilmiştir.
Nassların sınırlı sayıda, çözülmesi gereken hadiselerin ise sınırsız olması ictihad ya da tahric yoluyla muasır problemlere fıkhî çözüm bulmayı gerekli hale getirmiştir. Enflasyonist ekonomik yapılarda paranın değer kaybını önlemeye bağlı olarak alınan enflasyon farkının caiz olup olmadığı uzun zamandır fukaha arasında müzakere edilmektedir.
Enflasyon
Fiyatların genel düzeyinin sürekli bir surette ve önemli oranlarda artması ve buna bağlı olarak paranın satın alma gücünün azalması şeklinde tarif edilen enflasyon,[1] paranın kıymetiyle doğrudan alakalı olduğundan bu bölümde öncelikle klasik iktisadi yapılarda paranın tedavülden kalkması ve değer kaybetmesi halleri noktasında fakihlerin mütalaalarına müracaat edilecek, günümüz enflasyonist ortamıyla mukayese yapılacak, son olarak da enflasyonist ortamda “enflasyon farkı”nın fıkhî hükmünün ne olduğunun cevabı aranacaktır.
Mislî Mal Olan Para, Kıyemî Olur mu?
İnsanlık tarihinin önemli bir bölümünde para olarak kullanılan altın ve gümüş, mislî mal kapsamında değerlendirilmiştir.[2] Para bütünüyle tedavülden kalktığında ya da piyasada bulunmaz hale geldiğinde kıyemî[3] mala dönüşür.
Paranın değer kaybetmesinin ya da kazanmasının da bu kapsamda mütalaa edilip kıyemî hale dönüşüp dönüşmeyeceği noktasında fakihler ihtilaf etmiştir. Paranın mislî niteliğini muhafaza edeceğini söyleyen fakihler değer kaybı olsa da paranın kıyemî bir mala dönüşmeyeceğini savunurken bazı muasır fıkıhçılar borç verenin zararının telafisi için semenin kıymet üzerinden hesaplanması gerektiğini ileri sürmüştür.[4]
Enflasyon ve Para
Alışveriş, karz ya da daha farklı şekillerde terettüb eden borçları eda ederken bir değer kaybı söz konusu olduğunda paranın kıyemî bir mala dönüşebileceğini savunan fıkıhçılar fıkıh kitaplarında anlatılan paranın tedavül kabiliyetini ya da değerini yitirme hallerini, borçların TÜFE üzerinden ödenmesine benzetmekte, paranın değer kaybı söz konusu olduğunda ödenecek farkın faiz olmadığını iddia etmektedir.[5]
Yaratılış itibariyle para kabul edilen dinar ve dirhemin kıymeti, itibarî değil; bizzat üretildiği madenden mütevellittir. Bütün zamanlarda insanların altına meyli söz konusu olduğundan altından imal edilen paralar, her durumda ve şartta geçerliliğini korumuştur.
Madeni altın ve gümüş olan paraların değerindeki oynama diğer madenlerden yapılan paralara göre az olduğundan akitten sonra paranın değerinde oynama olsa da aynı miktar ödenir. Buna göre birisi bir ülkede yürürlükte olan gümüş para ile elbise satın alsa paranın değeri değişene kadar borcunu ödemediyse paranın piyasadan çekilmesi durumunda akit fesh olur. Çünkü malın bedeli yok olmuştur. Para piyasada cari olur; lâkin kıymeti düştüyse helak olmadığından dolayı akit fasit olmaz. Kişi için bundan başka bir uygulama yoktur.[6] Değer kaybından dolayı da gecikmeden dolayı da faiz alamaz.
Fulûs
Karışımın çoğu altın ve gümüş dışındaki madenlerden oluşan ve çoğulu “fulûs” olan “fels”i[7] Şafiî ve Hanbelîler ticaret malı kapsamında değerlendirdiğinden ancak ticaret için kullanılması durumunda zekâta tabi olduğunu söylerken Hanefîlere ve Malikîlerden bir görüşe göre fulûs[8] mutlak anlamda altın ve gümüş gibi para olarak kabul edildiğinden tedavülde olanı da zekâta tabidir.[9] Buna göre yanında kıymeti, iki yüz dirheme tekabül edecek kadar fulûs olan kişiye zekât farz değildir. Fulûsun ticaret malı olarak kullanılması durumunda hüküm değişir.[10]
Fulûs kıymetini imal edildiği madenden ziyade tedavülde olduğu devletin gücünden, piyasadaki konumundan alır. Tarih boyu farklı zamanlarda basılan fulûs, yönetimlerin el değiştirmesi ile değer kaybına uğramış, yenilerin piyasaya sürülmesi ile kıymeti düşmüş ya da bütünüyle tedavülden kalkmıştır.
Paranın Dört Hâli
Günümüzdeki kağıt paraların değeri artık yaratılış itibariyle bizzat para olan altın ve gümüşe göre değil; piyasadaki ticari malların fiyatlarının yükselmesine ya da düşmesine göre belirlenmektedir. Ticari malların fiyatı yükseldiğinde paranın satın alma gücü, buna bağlı olarak da değeri düşmekte, fiyatlar düştüğünde ise paranın satın alma gücü ve buna bağlı olarak da değeri artmaktadır.[11] Mevcut paranın değeri ülkelerde mevcut olan enflasyon ve deflasyona göre belirlenmekte, enflasyon artınca paranın değeri düşmekte, deflasyon olduğunda ise para değer kazanmaktadır.
Farklı şekillerde yapılan akitlerde borç fulûs olarak tahakkuk ettiyse siyasi ve iktisadi şartlara bağlı olarak ödeme gününde paranın değeriyle alakalı kesâd, inkıta’, ruhs[12] ve galâ[13] adı verilen dört farklı şekilde isimlendirilecek bir durum olabilir. Buna göre paranın ülkenin her yerinde tedavülden kalkması durumuna kesâd, yalnız para bozan merkezler dışında tedavülden kalkması ya da devlet başkanının onunla işlem yapmaya son vermesi durumuna inkıta’, bir şeyin kıymetinin tenezzül etmesi yani eksilmesine[14] ruhs denir. Para değer kaybedince artan mal fiyatları karşısında alım gücü zayıflar. Siyasi, ictimai ve iktisadi kriz ortamlarında sıkça görülen ekonomik çözülmenin göstergesi olarak fiyatlarda yükselme, parada ise bir değer kaybı yaşanır. Altın ve gümüşe nispetle madeni paraların değer kaybetmesine “ruhs” denir.[15] Bu cihetle ruhs ile enflasyon arasında yakın bir ilişki vardır. Her ikisi de paranın mal karşısında değer kaybetmesi şeklinde tezahür eder.[16]
Altın ve gümüşe nisbetle fulûsun kıymetinin artması hali olan galâ,[17] “Paranın kıymetinin tezâyüd etmesi yani artmasıdır.”[18] Piyasada para miktarının azalmasına bağlı olarak paranın değeri yükselir. Günümüzde fiyatların genel seviyesinde belirli bir zaman aralığında sürekli bir düşüş yaşanması süreci olarak tarif edilen deflasyonla galâ arasında yakın bir ilişki vardır. Paranın değer kaybetmesi ile birlikte ele alınan değer kazanması hali (galâ), nadir durumlardan olduğundan bu kitapta ayrıntılı bir şekilde işlenmeyecektir. Makalede fulûsun halleri mezheplere göre tahlil edilecek, değer kaybı noktasında verilen fetvaların günümüz iktisadi yapısıyla mukayesesi yapılacaktır.
Hanefî Mezhebi
Hanefî mezhebinde müctehidler paranın tedavülden kalkması ya da değer kaybetmesi ile alakalı ihtilaf etmiştir.
- Paranın Kesâd Hâli
İmam Ebû Hanife’ye göre kesâd ve inkıta’ durumunda fulûsla yapılan akit batıl olur. Buna göre bir malı satın alıp tedavüldeki fulûs üzerinden borçlanan bir müşterinin yaptığı akit, kesâd ya da inkita’ durumunda geçersizdir. Şayet satıcı belli miktarda bir para karşılığında bir malı satsa kabzdan önce para tadavülden kalksa alışveriş batıl olur. Bu durumda eğer akde konu olan mal müşterinin elinde ise onu geri satıcıya verir. Herhangi bir şekilde elinden çıktı ya da kendi fiiliyle onda artı bir işlem yaptı ya da kumaş ise dikmek gibi maddi karşılığı olan bir tasarrufta bulundu veya buğdaysa öğütmek, susamsa sıkıp yağ yapmak, civit otu ise civit ile karıştırmak gibi cinsi değiştiyse ölçülen, tartılan ya da ceviz ve yumurta gibi aralarında fark olmayan sayıyla satılan mislî mallardan ise satıcıya mislini vermek icab eder. Şayet elbise ve hayvan gibi kıyemî mallardan ise alışveriş vaktinde para kesâda uğramadan mevcut olan para esas alınarak borcun kıymeti verilir. Aynı şekilde kesâda uğrayan para ile yapılan akit kira ise akit batıl olur, kiralayana ecr-i misil gerekir. Şayet karz ya da mehir ise mislî verilmelidir.[19] Buna göre kişi bir malı satın alır, gümüş para ile borçlanır, satıcı da parayı kabzetmeden para kesâda uğrarsa akit batıl olur. Bu durumda mal müşterinin elinde ise malı geri verir. Şayet helak olan mal misli ise mislini, değilse satıcıya kıymetini ödemesi gerekir. Akit yapılmasına rağmen akde konu olan mal müşteri tarafından kabz edilmediyse alışverişin hiçbir hükmü kalmaz.[20]
Fukaha, paranın tedavülden kalkması durumunda akdin batıl olacağını söyleyen İmam Ebû Hanife’nin görüşünü şu şekilde ta’lil etmiştir: İçindeki gümüş karışımı az olan para, yaratılış itibariyle değil; piyasanın ya da halkın onu para olarak kabul etmesi cihetiyle semendir. İnsanlar onunla işlem yapmayı terkettiğinde itibarî olan paralık hususiyeti batıl olup ortadan kalkar.[21] Bu durumda bedelsiz bir muameleye dönen akit, batıl olur.[22]
Borç, bir mal satımından değil de karz akdi ya da müeccel mehirden kaynaklanıyorsa akde konu olan fulûs kesâda uğradığında da mislini vermek gerekir. Çünkü akitte konuşulan, zimmette bulunan paranın kendisidir, başka bir şey değildir.[23]
İmam Zeylaî (v. 743/1343) Ebû Hanife’nin ictihadını şu şekilde ta’lîl eder: “Karz, iâredir/ödünç vermektir; gereği ise aynın (iâre verilen şeyin) hakikaten değil, manen iade edilmesidir. Bu da ancak karz olarak alınan fulûsun mislini vermekle gerçekleşir. Semeniyet karz akdinde, karzın bizzat kendisi değil paraya ziyade olan bir hususiyettir. Bu yüzden karz akdi, paraya has olan bir durum değildir.[24] Nitekim karz akdinin sahih olması, semeniyete değil; misle itimadı itibariyledir. Para kesâda uğrayıp tedavülden kalkınca mislî mal olmaktan çıkmaz. Bu nedenle doğru olan, tedavülden kalksa bile borç olarak onun verilmesidir. Tıpkı para olmayan ceviz, yumurta, ölçü, tartı ile alınıp-satılan maddelerin de borç olarak verilmesi gibi. Eğer bu muamele, iâre anlamında kabul edilmeseydi sahih olmazdı. Zira aksi halde bir cinsin, kendi cinsi ile vadeli değişimi olurdu ki bu haramdır. Buna göre, karz akdinde geri verilen, borç olarak alınanın hükmen aynısıdır ve bunda tıpkı gasp edilen bir aynın iadesinde olduğu gibi revaç şart değildir. Misli ile tazmin edilmesi cihetiyle karz akdi gaspa benzer.”[25] İmam Ebû Hanife’nin bu ictihadına göre fulûs tedavülden kalktığında başka bir parayla ya da kıymetiyle ödenemez. Buna göre biri on fels ödünç alsa daha sonra da bu felsler kesâda uğrayıp piyasadan kalksa alacaklı olduğu kişiye başka bir para değil, felslerin mislini vermesi gerekir.[26]
Akdin batıl olmadığını söyleyen Ebû Yûsuf (v. 182/798) ve İmam Muhammed’e (v. 189/805) göre kişinin karz olarak aldığı fulûsu kabzettiği gibi geri vermesi mümkün olmadığından kıymetini vermesi gerekir.[27] İmameyn’in bu fetvası şu şekilde ta’lîl edilmektedir: “Karz akdinde borç olarak alınan para tedavülden kalkınca para olma özelliğini yitirdiğinden geri verilen semen, benzerliği kaybettiğinden para olarak kabul edilmez. Tıpkı borç olarak alınan mislî bir malın piyasadan kalktığında kıymet olarak geri verilmesi gibi.”[28] Bu durumda belirlenen ücretin mislini iade etmek yeterli değildir. Çünkü para olma özelliğini kaybeden fulûsun piyasada bir karşılığı yoktur. Fakat Ebû Yûsuf’a göre -herkes tarafından ittifak edildiğinden dolayı- fulûsun kabz günündeki kıymeti, İmam Muhammed’e göre ise paranın tedavülden kalktığı vakitteki değeri esas alınır.[29]
İmam Ebû Yûsuf’un görüşü, uygulama noktasında daha kolaydır. Çünkü fulûsun parasal değeri alışveriş yapıldığında akit yapan taraflara malum olduğu gibi borç verenle borç alana da kabz gününde malumdur. Fulûsun kesâda uğradığı gündeki kıymeti ise insanlarca malum değildir. Bilakis çokça ihtilaf etmişlerdir. Bu, Şeriat’ın hükmüne muttali olma noktasında diğerinden daha kolay olmaz.[30]
Borçlunun akit yapılan nakdin değerini, muamelenin yapıldığı gün tedavülde bulunan diğer bir para birimi ile ödemesi gerekir. Buna göre kendisiyle akit yapılan fulûs, zimmette borç olarak sabit olmuştur; zimmette sabit olan değerlerde ise helak/yok olma ihtimali yoktur. Kesâd durumu bu değerleri yok edici değildir; aksine ayıplı/kusurlu hale getirir. Bu da hak sahibi için muhayyerlik hakkı doğurur, dilerse akdi fesheder, dilerse fulûsun kıymetini talep eder.[31] Bu durumda akit batıl olmaz. Çünkü fulûs kesâda uğradıktan sonra ödenmesi gereken meblağın konuşulduğu gibi fulûs olarak teslimi imkansız hale gelmiştir. Kesâdın zail olmasıyla paranın tekrar tedavüle girmesi muhtemel olduğundan bu hal akdin fesadını gerektirmez.[32] Alışveriş sahih olarak kaldığından dolayı kesâda uğrayan paranın alışveriş günündeki kıymetini vermek gerekir. Çünkü tazminat o güne göredir.[33] Bu durum şuna benzemektedir: Bir kişi fulûsle ödenmek üzere taze sebze cinsinden bir şey satın aldıktan sonra para tedavülden kalksa bey batıl olmaz, taze olan sebzelerin bozulma ihtimalinden dolayı geri vermek imkansız olduğundan kıymeti ödemek gerekir.[34] Îtibarî bir para olan fulûsle yapılan veresiye alışverişler de para olarak kabul edilen bedel, yaratılış itibariyle para olan altına tabi kabul edildiğinden fulûsun altın üzerinden kıymeti belirlenir. Ebû Yûsuf, fulûsu altına bağlı bir para olarak kabul ettiğinden, “ruhs”u durumunda altın üzerinden kıymetinin belirlenmesi noktasında fetva vermiştir. Kesâd durumunda ödemenin kıymet üzerinden yapılması hususunda Mecelle Şârihi Ali Haydar Efendi şunları söylemektedir: “Akd-i bey’ üzerine vârid olan mağşuş semen, akdin vaki’ olduğu beldede kâsid ve sâir bilâdda râic olsa, bayi’ için hıyâr-ı ‘ayb-ı semen vardır.”[35] Ali Haydar Efendi paradaki hıyâr-ı ‘ayb ile alakalı ise şöyle demektedir: “Semende hıyâr-ı ‘ayb; O nev-’i semen kâsid olmayub belki sâir bilâdda râic iken akdin vuku’ bulduğu beldede gayr-i râic olsa bayi’ ‘ayb-ı semen sebebiyle muhayyerdir. Dilerse o semeni aynen kabul, ister ise o semenin kıymetini ahzeder.”[36]
İmam Ebû Yûsuf’a göre karz akdinde de durum böyledir. Fulûs kesâda uğrayıp piyasadan kalktığında semeniyet vasfını kaybettiğinden kabz edildiği gibi geri verilmesi mümkün değildir. Bu yüzden borçlu olan kişi, kabz gününü esas alarak gümüş üzerinden fulûsun kıymetini verir.[37]
İmam Muhammed’e göre[38] para kesâda uğrayınca akit batıl olmaz; lâkin para tedavülden kalktığından dolayı bedelin ödenmesi imkansız hale gelir.[39] Paranın kesâttan dolayı teslim edilmemesi akdi fasit hale getirmez. Bu mesele şuna benzemektedir: Bir adam yaş sebze ve meyve satın alsa sonra ödenecek para piyasada kalmayacak şekilde kesâda uğrasa akit ittifakla batıl olmaz. Müşteri akit hangi para birimi ile yapıldıysa o paranın tedavülden kalktığı gündeki kıymetini, diğer bir para birimiyle öder.[40] Çünkü akitten dolayı ödenmesi gereken paranın kıymete intikal vakti paranın tedavülden kalktığı gündür.[41] Karz akdinde de durum böyledir. Kişi borç aldıktan sonra fulûs kesâda uğrayıp piyasadan kalksa insanların onunla işlem yaptığı en son gündeki kıymet dikkate alınarak ödeme yapılır.[42] Çünkü kesâd sebebiyle para semeniyet vasfını kaybettiğinden kabzedildiği şekilde geri verilmesi artık mümkün değildir.[43]
Kesâd durumunda akdin fesh olmayacağını söyleyen İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed fulûsu bir mal olarak değerlendirmiştir. Altın yaratılış itibariyle semeniyet özelliğine sahip olduğundan tayin ile taayyün etmez. Akitlerde satılan malın karşılığı olarak belirlenen mislî mallar ancak tayin ile semen/bedel olabilir. Bedelin -ödeme gününde mislî mal mevcutsa- aynısını vermek gerekir, olmadığı durumda ise malın değeri kıymete intikal eder. Bedelin kıymet olarak ödenmesi durumunda ise İmameyn ihtilaf etmiştir: İmam Ebû Yûsuf kabz gününü esas alırken İmam Muhammed tedavülden kalktığı günü ölçü almaktadır.
Fukaha -insanlara müsamahakâr davranmak için- fetvada esas olan kavlin İmam Muhammed’in görüşü olduğunu söylemektedir.[44] Fakat son dönem fukahası Ebû Yûsuf’un fetvasını tercih etmiştir.[45] Mürşidu’l-Hayran’da da Ebû Yûsuf’un görüşü şu şekilde kanunlaştırılmıştır: “Bir kişi belli bir miktarda fulûsu/karışımının çoğu altın ve gümüş dışındaki madenlerden oluşan parayı borç olarak alsa daha sonra da para kesâda uğrayıp tedavülden kalksa borçlu, -ödeme gününü değil- kabz gönündeki değeri esas alarak kıymeti ödemesi gerekir.”[46] Ebû Yûsuf’un görüşü şu iki maddeyle ta’lîl edilebilir: Parayı basan merci tarafından onunla muamele durdurulmuş, geçerliliği kaldırılmış ve malî değeri iptal edilmiştir. Çünkü fulûs altın ve gümüş gibi yaratılış itibariyle değil, ıstılahî olarak semendir. Bu durumda fulûsle muameleyi durdurmak onu itlaf/malî değerini yok etmek anlamındadır. Haksızlığı gidermek için alınan malın bedelini ödemek gerekir ki o da tazminat kaidelerine göre kıymetidir.
Alacaklı konumunda olan satıcı, alışveriş akdinde kendisiyle faydalanılan bir malı, karşılığında faydalı bir madde almak gayesiyle vermiştir. Bu durumda satıcıya kesâd bağlamında değerini yitirdiğinden kendisinden faydalanılma özelliğini kaybeden bir maddeyi bedel olarak vermek ona zulüm olur.[47] İfade edildiği gibi fulûs, para olarak kullanıldığında sağladığı faydayı tedavülden kalkınca kaybetmekte ve aslî haline dönmektedir. Bu da ondan beklenen özelliğin yok olması demektir. Bu niteliğini kaybetmiş olduğu halde onun alınması gerektiğine hükmetmek, hak sahibine bir tür haksızlık yapmak olur.
- Paranın İnkıta’ Hâli
Fıkıh kitaplarının çoğunda paranın kesâdıyla birlikte değerlendirilen ınkıta’yı şu şekilde tarif etmek mümkündür: “Paranın -dövizcilerde ya da evlerde kalsa da- piyasada bulunmama halidir.”[48] Buna göre inkıta’da tedavülden kalkan para ne alım satımda ne de bunun dışındaki akitlerde kullanılır. Kesâd durumunda paranın yerel manada kullanımdan kalkma durumu varken ınkıta’da daha fazla kapsayıcılık söz konusudur.
Hanefî Mezhebinde ınkıta’ halinin akitlere etkisi üç imamın kesâd hakkında söyledikleri görüşler çerçevesindedir. Her üç imam da fulûsun ınkıta’ya uğramasını kesâd durumuyla aynı mütalaa etmiştir. Ebû Hanife’ye göre paranın ınkıta’ yoluyla tedavülden kalkması akdi batıl hale getirir.[49] Eğer satın alınan mal, müşterinin elinde duruyorsa aynen iade etmesi gerekir. Mislî olup tüketilen bir madde ise mislini, değilse kıymetini verir.[50] Eğer mal kabz edilmediyse bu alım satımın zaten bir hükmü yoktur.[51] İmameyn’e göre ınkıta’ halinde akit batıl olmaz. Zira paranın ınkıta’ yoluyla tedavülden kalkmasıyla imkansız olan, onun teslimidir. Bu durumda müşteri satın aldığı maldan terettüp eden borcun kıymetini verir. İmam Ebû Yûsuf’a göre borçluya akdin yapıldığı zamanki paranın kıymetini,[52] İmam Muhammed’e göre ise insanların elinde tedavülde iken ınkıta’ya uğrayan paranın son günkü kıymeti verilir. Çünkü ınkıta’dan sonra paranın mislini vermek imkansızdır. Bu durumda para, kıymeti olan bedele intikal eder.[53] Karz akdi ve diğerlerinde de aynı sistem uygulanır.
3-4. Paranın Ruhs ve Galâ Hâli
Bakır gibi madeni ve “banknot” denilen kağıt paralar -ıstılahî para olduğundan- ticari değere sahip mal olarak kabul edilirler. Piyasada para olarak işlem gördüklerinde ise mislî değeri olan semen, kesâda uğrayıp tedavülden kalktıklarında ise kıyemî mal olarak hesaplanırlar.[54] Altına ve gümüşe nispetle -diğer madeni- paraların değerinde yükselme veya düşme olmasına “galâ” ve “ruhs” denildiğini[55] beyan etmiştik. Bir ülkenin iktisadi yapısının bozulma sürecinde fiyatlarda yükselme, parada ise değer kaybı olur. Fıkıh kitaplarında “ruhs” olarak anlatılan bu durum, fiyatların artması ve paranın satın alma gücünün azalması anlamına gelen enflasyonla ilişkili bir husustur. Karz akdi, mehir, satılan bir malın borcu ya da başka bir işlemden dolayı kişinin zimmetine borç olarak yerleştikten sonra ve ödeme yapmadan önce fulûsun değeri ruhs ya da galâ yoluyla değişse Hanefî Fukahası borçluya verilmesi gereken miktar ve ödeme şekliyle alakalı ihtilaf etmiştir:[56] İmam Ebû Hanife ve İmam Ebû Yûsuf’un ilk görüşüne göre fulûs ile borçlanan kişiye paranın değer kazanması veya kaybetmesi durumunda ödenmesi gereken miktar akitte belirlenen ve borç olarak zimmette sabit olan bedeldir. Bu noktada herhangi bir artırma ya da eksiltmeye gidilmez. Alacaklının bundan başkasını isteme hakkı da yoktur.[57] Çünkü paradaki semeniyet vasfı devam etmektedir. Bu yüzden akit de devam etmektedir. Bu noktada İmam Kâsânî şöyle demektedir: “Kesâdın zıddına fulûsun değeri artsa ya da düşse ittifakla alışveriş akdi fesh olmaz. Müşterinin sayı olarak akitte konuşulan fulûsun mislini vermesi gerekir. Bu hususta kıymete itibar edilmez. Çünkü değerin artması ya da düşmesi fulûsun semen olmasını ortadan kaldırmaz. Yaratılış îtibariyle para kabul edilen dirhemlerin de değerleri artıp eksildiği halde yine semen olarak kabul edilmektedirler.”[58]
İmam Ebû Yûsuf değer kaybeden fulûsla alakalı ikinci ve nihaî görüşünde şöyle demektedir: “Bu konuda benimle Ebû Hanife’nin ictihadı aynı idi; satıcı akit meclisinde belirlenen fulûstan başka bir ücret alamaz.”[59] Ebû Yûsuf daha sonra bu görüşünden döner ve değer kaybına uğrayan fulûsun, bey’de, akdin gerçekleştiği gün; karz akdinde ise kabzın gerçekleştiği vakti esas alınarak dirhem (ya da tedavüldeki hakiki para) üzerinden borçlu tarafından kıymetinin alacaklıya ödenmesi gerektiğini söyler.[60] Fulûsun değer kaybetmesi durumunda Hanefî mezhebinde fetvada esas alınan Ebû Yûsuf’un son görüşüdür.[61] Vaktinde ödenmeyen borçlarda enflasyon farkının da ödenmesi gerektiğini söyleyen fıkıhçılar Ebû Yûsuf’un bu görüşünü esas almaktadır.[62] Enflasyon farkını borca dahil eden görüş sahiplerinin fetvalarını Ebû Yûsuf’un fulûsun değer kaybetmesi durumunda kıymetin esas alınarak borcun ödenmesi yönündeki ictihadına tahric etmesi makalenin “değerlendirme” bölümünde ele alınacaktır.
Mâlikî Mezhebinde Paranın Dört Hâli
Mâlikî mezhebinin meşhur görüşü Şâfiîlerle[63] aynıdır. Buna göre borç zimmette sabit olduktan sonra eda edilmeden kesâda uğrayıp tadavülden kalksa alacaklı nın akit meclisinde belirlenen dışında bir şey isteme hakkı yoktur. Bu durum, alacaklıya isabet eden bir afet olarak değerlendirilir. Bu noktada borcun alışveriş, karz akdi ya da mihr-i müeccel gibi yollarla zimmette sabit olması arasında bir fark yoktur.[64]
Mâlikî Mezhebinde meşhur olmayan görüşe göre borç zimmette sabit olduktan sonra eda edilmeden para kesâda uğrayıp tadavülden kalksa paranın akdin yapıldığı zamandaki kıymeti bir başka paradan takdir edilerek ödenir.[65] Mâlikîlerle Şafiîlerin görüşleri akitte ödenmesi kararlaştırılan para ödenmeden ınkıta’ yoluyla piyasadan çekilmesine rağmen banker gibi bazı insanların elinde bulunduğunda, borç o esas alınarak ödenir. Bunun mümkün olmaması durumunda ise kıymet üzerinden ödeme yapılır. Bu noktada borcun karz akdi, satın alınan bir malın karşılığı ya da mihr-i müeccel yoluyla zimmette sabit olması arasında bir fark yoktur.[66] Karz, mihr-i müeccel, satılan bir malın karşılığı ya da başka yollarla kişinin zimmetinde sabit olan bir borç, paranın değer kazanması (galâ) ya da kaybetmesi (ruhs) durumunda akit meclisinde konuşulan fulûs üzerinden ve aynı miktarda ödenir. Borçlu, borcu artırmadan ya da azaltmadan konuşulduğu miktar üzerinden alacaklıya verir.[67] Bu noktada Malikîlerin görüşü Ebû Hanife, Şâfiî ve Hanbelîlerle aynıdır.
Ruhs ve galâ ile alakalı Mâlikîlerin diğer görüşüne göre fulûsteki değişim aşırı(fahiş) olursa borç mislî parayla değil, değeri üzerinden ödenir. Şayet fulûsta aşırı bir değişim yoksa akit meclisinde konuşulan paranın misli verilir.[68] Türkiye şartlarında bu mevzuyu şu şekilde tasavvur edebiliriz: 1990’larda iki kişi bir şirkete eşit miktarda sermaye koyarak ortak olsa daha sonra anlaşamayıp biri şirketi bırakıp gitse bunlar 2020 yılında bir araya gelip ayrılmak istese 1990’larda yatırdıkları parayı esas alsalar, ayrılmak isteyen adına büyük zarar terettüp eder. Bu zararı gidermek, paradan beklenen maslahatı temin etmek için şirketin kurulduğu yılda ortaklardan birinin yatırdığı paranın o gün altın olarak değeri belirlenir, hisseler hesaplanarak sermaye âdil bir şekilde dağıtılır.
Şâfiî Mezhebine Göre Paranın Dört Hâli
Şâfiîlere göre borç zimmette sabit olduktan sonra ve eda edilmeden önce para kesâda uğrayıp tedavülden kalksa alacaklının akit meclisinde belirlenen ücretten başka bir para alma hakkı yoktur. Bu noktada paranın kesâdı alacaklının başına gelen bir musibet olarak değerlendirilir.[69] Şafiî Mezhebinde kesâdla ınkıta’ın hükmü aynıdır. Karz, bey’ ya da başka bir akitten dolayı zimmette sabit olan fulûsun tedavülde olmasını devlet başkanı iptal etse alacaklı borç olarak verdiği ve karşılığında mal sattığı fulûstan daha fazlasını alamaz.[70] İmam Nevevî bu görüşe katılırken İmam Begavî ve er-Rafiî, satıcı muayyen bir paraya bir ürünü satsa kabzdan önce devlet başkanı o parayla alışverişi iptal etse muhayyerdir. Dilerse konuşulan parayı esas kabul ederek alışverişe onay verir ya da kabzdan önce kusurlu olması durumunda olduğu gibi akdi fesheder.[71]
Şâfiî ulemasının cumhûruna göre fulûsun değerini kaybetmesi (ruhs) ya da aşırı değer kazanması (galâ) durumunda alacaklı akit meclisinde konuşulan meblağdan başka bir para alamaz.[72]
Hanbelî Mezhebinde Paranın Dört Hâli
Hanbelî mezhebinde tercih edilen,[73] Mâlikî mezhebinde de meşhur olmayan görüşe göre[74] fulûs kesâda uğrayıp tedavülden kalkınca belirlenen ücretin mislini vermek yeterli değildir. Borçlunun, üzerinde akit yapılan nakdin değerini, akdin yapıldığı gün esas alınarak tedavülde bulunan diğer bir para birimi ile ödemesi gerekir.[75]
Hanbelîlerin racih görüşüne göre paranın kesâda uğraması hâlinde borç, kişinin zimmetinde sabit olduğu gündeki kıymet esas alınarak ödenir. Bu noktada İbn Kudame (v. 620/1223) şunları söylemektedir: “Karzın, fulûs ya da ufak paralarla (mukessere) olması ve devlet başkanının bunları yasaklaması veya muamelenin terk edilmesi hâlinde bu paraları karz olarak verenin, alacağını bunların değeri üzerinden alma hakkı vardır; bu durumda alacağı kesâda uğrayan aynı parayı almaya zorlanamaz. Fulûsun borç alanın elinde bulunuyor olması ya da harcanmış olması arasında fark yoktur. Çünkü onlar, borçlunun mülkiyetinde iken ayıplı/kusurlu hale gelmiştir.[76]
İmam Muhammed’in yanı sıra bazı Hanbelîlerin kabul ettiği görüşe göre borçlu, kesâda uğrayan paranın kullanımdan kalktığı, insanların onunla muameleyi terk ettiği son günü esas alıp paranın değerini öder. Bu durumda kesâdla birlikte zimmetteki borç değere intikal etmiştir. Çünkü para tedavülde olduğu müddetçe borçlu onun mislini vermek zorundaydı. Para kesâda uğrayınca kıymetine intikal etmiş oldu.[77]
Paranın ınkıta’ durumunda da Hanbelî fakihler[78] İmam Muhammed gibi, müşterinin paranın tedavülden kalkmasından önceki son gündeki değeri esas alarak ödeme yapması gerektiğini söylemektedir.[79]
Paranın değer kazanması (galâ) veya kaybetmesi (ruhs) durumunda borçlu, akit meclisinde belirlenen ve borç olarak zimmetine geçen bedeli öder. Bu noktada herhangi bir şekilde borcu artırma ya da azaltma yoluna gidilmez. Alacaklının akitte belirlenenden başkasını isteme hakkı yoktur.[80]
Değerlendirme
Altın ve gümüş paralar kıymetlerini bizzat sahip oldukları madenden alır. Bozuk para ihtiyacını karşılamak gayesiyle devlet tarafından altın ve gümüş dışında diğer madenlerin karışımıyla elde edilen paralara ise fulûs denir. Yaratılış itibariyle para olan altın ve gümüşün bozuk parası hükmünde olan fulûs ise kıymetini ait olduğu madenden değil, halk tarafından para olarak kabul edilmesinden alır. Tedavülden kalkması durumunda ise madeni kıymetindeki değere göre karşılık bulur.
Tarihte farklı dönemlerde farklı bölgelerde paraların tedavülde olma halleriyle alakalı farklı durumlar ortaya çıkmıştır. Meselenin çözümüyle alakalı müstakil risaleler yazılmıştır. Fukaha paranın bütünüyle tedavülden kalkma durumunu “kesâd”, yalnızca döviz bürolarında bulunması haline “ınkıta” adını vermiş, İmam Ebû Hanife her iki durumda da akdin fasit olduğunu söylerken İmam Ebû Yûsuf ve Hanbelîlerin racih görüşü, Malikîlerin meşhur olmayan ictihadına göre kesâd durumunda borçlunun akit gününü esas alarak başka bir para üzerinden borcun değerini ödemesi yönündedir. İmam Muhammed ve Hanbelîlerin bir kısmına göre borçlu olan kişi paranın piyasada işlem gördüğü son zamandaki kıymetini esas alarak ödeme yapar. Şâfiî ve Mâlikîlerin meşhur olan görüşüne göre paranın tedavülden kalkması durumunda borçlu akit meclisinde konuşulan meblağı öder. Bu durum alacaklı için bir afet kabul edilir. Inkıta’ halinde Hanbelîlerin görüşü İmam Muhammed’le aynıdır. İmam Ebû Yûsuf, ınkıta’ halinde borcun kıymetinin ödenmesi gerektiğini söylerken Şâfiî ve Mâlikîler borcun akit meclisinde konuşulan paranın misli olarak ödenmesi gerektiği yönünde ictihad yapmıştır. Bunun mümkün olmaması durumunda kıymet üzerinden ödeme yapılır. Bu noktada borcun karz akdi, satın alınan bir malın karşılığı ya da mihr-i müeccel yoluyla zimmette sabit olması arasında bir fark yoktur. İmam Ebû Hanife, Şâfiî ve Hanbelîler, Mâlikîlerin meşhur ve Ebû Yûsuf’un ilk görüşüne göre fulûs ile borçlanan kişiye paranın değer kazanması veya kaybetmesi durumunda ödemesi gereken miktar akitte belirlenen ve borç olarak zimmette sabit olan bedeldir. Bu noktada herhangi bir artırma ya da eksiltmeye gidilmez. Alacaklının bundan başkasını isteme hakkı da yoktur. Çünkü paradaki semeniyet vasfı devam etmektedir.
İmam Ebû Yûsuf değer kaybeden fulûsla alakalı ikinci ve nihaî görüşünde şöyle demektedir: “Bu konuda benimle Ebû Hanife’nin ictihadı aynı idi; satıcı akit meclisinde belirlenen fulûstan başka bir ücret alamaz.”[81] Ebû Yûsuf daha sonra bu görüşünden döner ve değer kaybına uğrayan fulûsun, bey’de, akdin gerçekleştiği gün, karz akdinde ise kabzın gerçekleştiği gün esas alınarak dirhem (ya da tedavüldeki hakiki para) üzerinden borçlu tarafından alacaklıya ödenmesi gerektiğini söyler.[82]
Fulûsun değer kaybetmesi durumunda Hanefî mezhebinde fetvada tercih edilen Ebû Yûsuf’un son görüşüdür.[83] Vaktinde ödenmeyen borçlarda enflasyon farkının da ödenmesi gerektiğini söyleyen fıkıhçılar Ebû Yûsuf’un bu görüşünü esas almaktadır.[84] TOKİ’nin yaptığı konutlardan satın almak isteyenlerin peşinat haricindeki tutarı kamu bankalarından kredi çekebileceğini söyleyen Diyanet yetkililerinin bir kısmı fetvayı[85] zaruret, bir kısmı da Ebû Yûsuf’un malum görüşü çerçevesinde müdafaa etmiştir.
Enflasyon farkını borca dahil eden fıkıhçıların fetvalarını Ebû Yûsuf’un fulûsun değer kaybetmesi durumunda kıymetinin esas alınması yönündeki ictihadına tahric etmeleri farklı açılardan tahlil edildiğinde isabetli olmadığı görülmektedir. Mevzuya ayrıntılı bir şekilde bakıldığında Ebû Yûsuf’un ictihadının borçları TÜFE’yi esas alarak faize tabi tutan görüşle bir alakasının olmadığı görülmektedir. Zira herkes tarafından bilinmektedir ki enflasyon, deflasyon, TÜFE ve bu endeksi esas alarak paranın kıymetini belirleme İmam Ebû Yûsuf zamanında olmayan, daha sonra ortaya çıkan kavramlardır.[86] Buna göre İmam Ebû Yûsuf’un fulûsun değer kaybetmesi durumunda akit gününü esas alarak başka bir para üzerinde kıymetin ödenmesi gerektiği yönündeki fetvası ile çağdaş iktisatta kullanılan borcun TÜFE’ye göre takdir edilip farkın faiz olarak borca eklenerek ödenmesini gerektiğini kasdettiği söylenemez. Modern zaman öncesinde fulûs, altın ve gümüş paraya bağlı ve o ikisi esas alınarak kıymeti belirlenen bir değişim aracıydı. Nitekim, fulûs altın ve gümüş paraların bozuk parası olarak değerlendirilirdi. Buna göre 10 fels, gümüş para olarak 1 dirheme denkti. 1 fels, 1 dirhemin onda biri kabul edilir; fakat felsin bu kıymeti onun zatî değeri esas alınarak değil, insanların onun üzerinde para olarak anlaşmasına binaen sembolik olarak belirlenmişti. Buna göre 1 felsi, 1 dirhemin onda biri kabul ettikten sonra 1 dirhemin yirmide biri olarak kabul etme üzerinde anlaşabilirler. Fukahanın “ruhs” diye isimlendirdiği durum fulûsun bu şekilde değer kaybetmesidir. “Galâ”dan murad ise insanların bir felsi bir dirhemin beşte biri olarak kabul etmesidir.[87] İmam Ebû Yûsuf’la İmam Ebû Hanife’nin de içinde yer aldığı sair fukahanın değer kaybı durumundaki ihtilafı -en doğrusunu Allah Teâlâ bilir- fulûsu değerlendirme şekillerindeki farklı mütalaalar üzerine ibtina etmektedir. Fukahanın cumhuru, fulûsu dirhem ve dinarla süreklilik arz eden bir irtibatı olmayan müstakil, ıstılahî para olarak kabul etmektedir. Bu yüzden fulûsla borçlanan kişi dirheme nisbetle kıymetinin ne olduğuna bakmaksızın aldığı miktarı geri öder.[88] Ebû Yûsuf ise fulûsu dirhemin bozuk paraları gibi insanların para olarak üzerinde anlaştığı semen olarak görür. Ona göre bir karz akdinde kişinin fulûs ile borçlanması fulûs sayısında borçlanma değildir. Böyle bir borçlanmanın maksadı fulûs olarak belli bir sayının temsil ettiği dirhem parçaları ile borçlanmaktır. Bundan dolayı Ebû Yûsuf, -her ne kadar fulûsun sayısı borç olarak alınandan farklı olsa da- fulûs suretindeki dirhem parçalarını geri vermeyi gerekli görür.[89] Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi Ebû Yûsuf, fulûsu müstakil bir para olarak değerlendirmemiş, onu bir başka paraya bağlı olarak semeniyetini koruyan bozuk para hükmünde kabul etmiştir. Değerini kaybettiği ortamlarda bağlı olduğu para esas alınarak kıymeti belirlenmiş, müşterinin zimmetine terettüp eden borç fulûsun bağlı olduğu para birimi üzerinden ödenmiştir. Günümüzde tedavülde olan kağıt para ise fulûs gibi herhangi bir para birimine bağlı olmadığından altın ya da gümüşün bozuk parası ya da parçaları olarak kabul edilmez. Kağıt paralar müstakil, ıstılahî paralardır.[90] Bu yüzden belli bir para sistemine bağlı olan fulûsun kıymetini belirlemek mümkün iken kağıt paralarda bu durum imkansızdır. Zira kağıt paralarda kıymet belirleme somut göstergelere değil, tahmine dayanmaktadır. Bu durumda kağıt paraları fulûsa kıyas etmek doğru olmaz.
Enflasyon farkını borca dahil etmenin caiz olduğunu savunan fıkıhçıların borcun TÜFE’ye sabitlenmesi gerektiğini söylemeleri mislî olan parayı kıyemî bir mala dönüştürmeleri anlamına gelir. Almanya’nın eski para birimi markın tedavülden kalkması gibi durumlarda paranın kıymet üzerinden hesaplaması yapılır. Fakat İslâm Hukûku’nda hâkim olan görüş, paranın değer kaybetmesi durumunda borçlar misliyle ödenmelidir. Bu noktada fukaha arasında ihtilaf yoktur. Borçların TÜFE’ye endekslenerek ödenmesi gerektiğini savunan fıkıhçılar da bu ittifaka dahildir.[91] Bu noktada bir malın “mislî” olmasından ne kastedildiğini anlamak gerekir.
Birbirine benzeyen şeyler için kullanılan “mislî” olma kavramı, ıstılahta benzeri kolaylıkla elde edilebilen mallar[92] anlamına gelir. Piyasada aralarında fark olmadan birbirleri yerine geçebilen, iktisadi maslahat bakımında aynı özellikleri ihtiva eden mislî mallar Mecelle’de şu şekilde tarif edilmiştir: “Çarşı ve pazarda mu‘teddün bih yani bahanın (ve semenin) ihtilafını mûcip bir tefâvütsüz misli bulunan şeydir.”[93] (md. 145)
Mislî mallar miktarlarının belirleme şekline göre dörde ayrılır:
- Altın, gümüş, elma gibi miktarı ağırlık ölçüsüyle belirlenenler (veznî)
- Zeytin yağı ve hububat gibi miktarı ölçüyle tesbit edilenler (keylî)
- Yumurta ve portakal gibi miktarı sayma yoluyla tesbit edilip büyüklükleri ve değeri birbirine yakın olanlar (adediyyât-ı mütekâribe)[94]
- Kumaş gibi miktarı uzunluk ölçüsüyle belirlenenler (zer‘î)[95]
Bütün fabrikasyon mallar mislî mal kapsamında değerlendirilir. Mallar örfün değişmesine bağlı olarak veznî iken keylî ya da keylî iken veznî olabilir. Mesela önceden keylî mal kapsamına giren hubabat günümüzde veznî olmuştur.[96]
Piyasada aynısı, insanlar arasında tadavül eden bir benzeri olmayan mala “kıyemî” mal denir.[97] Evler, deve ve koyun gibi hayvanlar, değerli taşlar ve yazma kitaplar gibi eşyalar “kıyemî” maldır.[98] Bu yüzden aynı cins de olsa hayvanlar, birlikte değerlendirilemeyecek kadar farklıdır. Bu yüzden alışverişte her biri müstakil olarak kıymetlendirilmelidir.
Zamanla kıyemî mallar mislî, mislî mallar da kıyemî mala dönüşebilir. Ancak karz, mislî mallar üzerinden gerçekleşen bir akittir. Hanefîlerin ribâ ictihadına göre tartıyla ve ölçüyle işlem gören bütün mislî mallar, ribevî sayıldığı için bunların birbiriyle mübadelesinde ribâ yasaklarına riayet edilmesi gerekir; aksi takdirde yapılan akit fâsid olur. Akit meclisinde taraflar satılan malın ya da hizmetin bedelini mislî mal kapsamında değerlendirilen para olarak takdir ettiyse borcun konusu olarak taayyün ettiğinden dolayı değişmez. Karz akitlerinde eşitliği korumak faizden kaçınmak için gereklidir. Bu noktada Ebû Said el-Hudrî şunları söylemektedir: Allah Rasûlü ﷺ zamanında bize bayağı hurma verilmekteydi. Bu farklı cinste kuru hurmanın bir karışımı idi. Bu bayağı hurmanın iki ölçeğini bir ölçek iyi hurma mukabilinde satıyorduk. Bu durum Allah Rasûlü’ne ﷺ ulaşınca şöyle buyurdu: “İki ölçek hurmaya bir ölçek hurma, iki ölçek buğdaya bir ölçek buğday, iki dirheme bir dirhem olmaz.”[99]
Malum olduğu üzere iki ölçek karşılığında satılan hurmanın değeri, bir ölçek karşılığında satılan hurmadan daha fazladır. Buna rağmen Allah Rasûlü ﷺ miktarda ve ölçüde ancak karşılıklı eşitliğe rıza gösterdi. Aradaki farkı ise ziyan kabul etti.
Bilâl-i Habeşî t, Allah Rasûlü’ne ﷺ (hurmanın en iyisi kabul edilen) berni hurması getirmişti. Efendimiz ﷺ, “Bu nereden?” diye sordu. Bilâl t: “Bizde düşük kalitede hurma vardı, “Allah Rasûlü’ne ﷺ ikram etmek için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlüﷺ, “Eyvah! Eyvah! Bu yaptığınız ribânın ta kendisi, bu ribânın ta kendisi, sakın öyle yapmayın. Fakat iyi hurma satın almak istersen başka bir alışveriş akdiyle elindeki hurmayı sat. Sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al” dedi.[100] Allah Rasûlü ﷺ ribevî malların satımında eşitliğin gerekli olduğunu belirtmiştir. Bu eşitlik kıymette değil, miktarda olacaktır. Zira kaliteli hurma, düşük kalitedeki hurmadan çok daha pahalı, kıymetli ve kaliteli olmasına rağmen Allah Rasûlü ﷺ iki çeşit hurmanın değişiminde kaliteyi ve kalitesizliği dikkate almamış, ölçü de eşitliği emretmiştir.
Ribevî malların tesbitinde esas alınan hadis şu şekildedir: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla misliyle, aynı ve peşin olarak satılır. Cinsler farklı olduktan sonra peşin olma şartıyla dilediğiniz gibi satın.”[101] Konuyla alakalı diğer hadis ise şöyledir: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla, tuz tuzla misliyle, peşin olarak satılır. Kim artırır veya artırılmasını taleb ederse ribâya girmiştir. Bu noktada faizi alan da veren de birdir.”[102] Hadislerden de anlaşıldığı gibi ribevî malların birbiriyle satışında kıymette değil, miktarda eşitlik asıldır. Ebû Yûsuf’un fulûsun değer kaybetmesi durumunda akit günü esas alınarak borcun, altın[103] üzerinden kıymetlendirilmesi yönündeki fetvası -yukarıda da ifade edildiği gibi- fulûsu altına ait para birimi olarak değerlendirmesi hasebiyledir. Fulûs değer kaybedince bağlı bulunduğu esas para olan altın, dikkate alınarak kıymetlendirilmiştir.
İmam Ebû Yûsuf’un Fetvası; akit yapıldıktan sonra borç ödenmeden önce ülke, iktisadi açıdan bir krize girdiğinde fulûsun bey’ günü esas alınarak kıymeti ödenir, yönündedir. Günümüzde ise enflasyon farkı, akit meclislerinde konuşulmakta, açıkça akitte belirlenen paraya ilave yapılacağa söylenmekte, faiz işlemi meşrulaştırmaktadır. Bu noktada paranın değer kaybıyla alacaklıya terettüp edecek zararı def etmek için başvurulması gereken yol, faiz değil; alternatif helal yollardır. Mesela peşin 10 TL’ye satılacak bir mal, 12 ay vadeyle satılırsa 12 TL’ye çıkarılıp satılır, akit 12 TL üzerinden yapılır, muhtemel zararlar da bu şekilde def edilir.
Diyanet’in Toki ve benzeri fetvaları da akdin başında yapılan kredili bir işlem olduğundan kişi borçlandıktan sonra ve ödeme vaktinden önce gerçekleşen paranın değer kaybına benzemez. Bu yüzden Ebû Yûsuf’un fetvasını esas alarak krediye cevaz vermek doğru değildir.
Akdin başında yazmamak şartıyla paranın aşırı değer kaybettiği durumlarda zararı def etmek ve paradaki maslahatı koruyabilmek için borç, kabz edildiği gün esas alınarak altın üzerinden kıymetlendirilir. Ayrıca bilinmelidir ki paranın kesâda uğraması değer kaybetmesiyle aynı değildir. Bu yüzden kesâtta borcu kıymet üzerinden ödemek caizken değer kaybında caiz değildir.
[1] Halil Seyidoğlu, a.g.e., 171.
[2] Abdülkerim Zeydan, el-Medhal, 188.
[3] Mislî ve kıyemî mallarla alâkalı makalenin “Değerlendirme” bölümünde geniş açıklama yapılmıştır.
[4] Muhammed Emin b. Ömer İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtar, Kahire, ty., IV, 534; Takî el-Osmanî, Buhûs, “Ahkâmu’l-Evrâkı’n-Nakdiyye”, 166-192; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Kaidetü’l-Mislî ve’l-Kıyemî fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Kahire, 1993, 210-212; Nezih Kemal Hammad, “Tagayyurâtu’n-Nukûd ve’l-Ahkâm el-Müte’allikati bihâ fi’l-Fıkhi’l-İslâmî”, Mecelletü’l-Mecmai’l-Fıkhi’l-İslâmî, Cidde, 1408/1987, III/3, 1677-1679.
[5] Görüşlerin mütalaası için bkz. Takî el-Osmanî, Buhûs, 169 vd; Nezir Hammad, a.g.m., 167-168.
[6] İbn Abidîn, “Tenbîhu’r-Rukûd ala Mesâili’n-Nukûd”, Mecmûat-u Resâili İbn Âbidîn, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, Beyrut, ty. II, 95.
[7] Çoğulu “Eflus” ve “Fulûs” bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1994, VI, 165; Muhibbuddîn ez-Zebidî, Tacu’l-Arûs, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 2005, VIII, 402; Alâuddin Ebû Bekr b. Mesud el-Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’ fî Tertîbi’ş-Şerâi’, Kahire, ty., V, 236.
[8] Dirhemleri olan bir adam sermayesini kaybedip fulûs sahibi olunca kendisine dirhemleri değersiz ve kıymetsiz oldu anlamında “Adam iflas etti / افلس الرجل” denir. Tacu’l-Arûs, Lisânu’l-Arab.
[9] Vizaretu’l-Evkâf, el-Mevsûatu’l-Fıkhıyye, Fulûs madd.
[10] İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtar, II, 300; Haşiyetu’l-Adevî ala’l-Kureşî; II, 177; Haşiyetu’t-Desuki, ala’ş-Şerhi’l-Kebîr, I, 455; Tehzîbu’l-Furûk alâ Hamiş-i Furuk, III, 252.
[11] Takî el-Osmanî, Buhûs, I, 166.
[12] İbn Manzûr, a.g.e., VII, 40; Zebidî, a.g.e, IX, 288.
[13] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 98-9.
[14] Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 340.
[15] Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 101; Hammad, a.g.m., 1673.
[16] Bkz. Hayrettin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul, Nesil Yayınları, 1991, II, 176.
[17] el-Mevsuatu’l-Fıkhıyye, Fulûs madd.
[18] Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 340.
[19] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 96.
[20] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 98.
[21] Buna göre üzerinde 100 TL yazan banknotun mücerred olarak kağıdının değeriyle 10 TL yazan banknotun kıymeti arasında bir fark yoktur. Çünkü değer îtibaridir; lâkin altının değeri, üzerinde yazılan miktardan ya da yazıdan değil, bizzat altın olarak sahip olduğu kıymetten gelir.
[22] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 102, 106.
[23] Heyet, el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Dârul’l-Fikr, Beyrût, 1310, I, 310; el-Kâsânî, a.g.e., V, 242; V, 395; Fahruddîn Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik fî Şerhi Kenzi’d-Dekâik, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 2000, IV, 567.
[24] Burhaneddin el-Merginânî, el-Hidâye Şerhu’l-Bidâye,(Leknevî Haşiyesi ile birlikte) Karachi, 2016, III, 163.
[25] ez-Zeylaî, a.g.e., IV, 567-8.
[26] Ebû Bekr Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed es-Serahsî, el-Mebsût, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 2001, XIV, 38.
[27] ez-Zeylâî, a.g.e., IV, 567.
[28] ez-Zeylâî, a.g.e., IV, 567.
[29] Merginânî, a.g.e., III, 163.
[30] Merginânî, a.g.e., III, 163.
[31] Kâsânî, a.g.e., V, 242.
[32] el-Mevsûatu’l-Fıkhıyye, Fulûs madd.
[33] el-Meydânî, el-Lubâb fî Şerhi’l-Kitâb, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabi, Beyrut, 2012, I, 231.
[34] el-Mevsûatu’l-Fıkhıyye, Fulûs madd; İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 96.
[35] Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 380.
[36] Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 390.
[37] Serahsî, a.g.e., XIV, 38.
[38] Hanbelî Fakihlerin bir kısmı da bu görüştedir.
[39] Merginânî, a.g.e., III, 163.
[40] Mahmud b. Ahmed b. Musa Bedrudddîn el-Aynî, el-Binâye Şerhu’l-Hidâye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, VIII, 413.
[41] Merginânî, a.g.e., III, 162.
[42] Serahsî, a.g.e., XIV, 38.
[43] Serahsî, a.g.e., XIV, 30; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk- i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayınevi, İstanbul, VI, 95.
[44] Aynî, a,g,e, VIII, 413; Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 390.
[45] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 90; Döndüren, a.g.e., 142, 367, 612.
[46] Bkz. Nezih Kemal, a.g.m., III/3, 1665.
[47] Hammâd, a.g.m., 1665.
[48] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99.
[49] Ez-Zeylaî, a.g.m., IV, 564; İbn Abidin, Tenbihu’r-Rukûd, II, 99.
[50] Ez-Zeylaî, a.g.e., IV, 564;
[51] Ez-Zeylaî, a.g.e., IV, 142; İbn Abidin, Tenbihu’r-Rukûd, II, 99.
[52] Ez-Zeylaî, a.g.e., IV, 564; İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99.
[53] Zeylaî, Tebyînü’l-Hakâik, IV, 565; İbn Abidin, Tenbihu’r-Rukûd, II, 59, 60; Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 380.
[54] Ali Haydar Efendi, Düreru’l-Hükkâm, Beyrût, I, 101.
[55] Bkz. Hammad, a.g.m., 1673.
[56] Hammad, a.g.m., 1673.
[57] Şelebî, Haşiyet-u Şelebî alâ Tebyîni’l-Hakâik, IV, 567; İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99.
[58] Kâsânî, a.g.e., VII, 3245; Hammad, Tagayyurâtu’n-Nukûd, 1674.
[59] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99.
[60] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99, 100, 101.
[61] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 100, 101.
[62] Bkz. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 176; Döndüren, a.g.e., 142, 367, 612.
[63] Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Hacer el-Heytemî, Tuhfetu’l-Muhtâc Şerhu’l-Minhâc, Kahire, 1315, IV, 258.
[64] Muhammed b. Abdillah, Şerh-u Muħtasar-ı Halîl, Matbaa’t-u Bulak, Mısır, 1318, V, 55; ez-Zurkânî, Şerh-u Muhtasar-ı Halil, V, 60; Hammad, Tagayyurâtu’n-Nukûd, 1667.
[65] Muhammed b. Ahmed er-Ruhûnî, Evdahu’l-Mesâlik ve Eshelu’l-Meragî (Haşiyetu’r-Ruhûnî),el-Matbaatu’l-Emiriyye, Bulak, 1306, V, 120; el-Mevsûatu’l-Fıkhiyye, XXXII, 208.
[66] Abdulbaki b, Yûsuf ez-Zurkânî, Şerh-u Muhtasar-ı Halil, Matbaat-u Muhammed Mustafa, Kahire, 1307, V, 60; Hammad, a.g.m., 1671.
[67] Zurkânî, Şerh-u Muhtasar-ı Halil, V, 60; er-Ruhûnî, Hâşiye alâŞerhi’z-Zurkânî, V, 120.
[68] Hammad, a.g.m., 1676.
[69] Ahmed b. Muhammed b. Ali b. Hacer el-Heytemî, Tuhfetu’l-Muhtâc fî Şerhi’l-Minhâc, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, IV, 258; Hammad, a.g.m., 1667.
[70] Muhammed b. Ahmed er-Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac Şerhu’l-Minhâc, Kahire, 1937, III, 399; el-Mevsûatu’l-Fıkhiyye, XXXII, 208.
[71] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, el-Mecmu’ Şerhu’l-Muhezzeb, Kahire, 1347, X, 282.
[72] el-Mevsûatu’l-Fıkhiyye, XXXII, 209.
[73] Mansûr b. Yunus el-Buhûtî, Keşşâfu’l-Kına’ an Metni’l-Ikna’, Matbaatu’l-Hukume, Mekke, 1394, III, 101; el-Buhûtî, Şerh-u Munteha’l-Iradât, Kahire, ty., II, 226.
[74] Er-Ruhûnî, a.g.e., V, 120.
[75] Hammad, a.g.m., 1665.
[76] Ebû Muhammed Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme el-Makdisî, el-Muğnî, Matbatu’l-Menâr, Kahire, 1347, IV, 365.
[77] Ebü’l-Ferec Şemsüddîn Abdurrahmân b. Muhammed b. Ahmed İbn Kudâme el-Makdisî, eş-Şerhu’l-Kebîr ala Metni’l-Muknî, Matbatu’l-Menâr, Kahire, 1347, IV, 358.
[78] İbn Kudâme, Şerhu’l-Kebîr, IV, 358
[79] El-Heytemî, a.g.e., IV, 258; er-Remlî, a.g.e., III, 413.
[80] Ebû’l-Ferec İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, IV, 358.
[81] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99.
[82] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 99, 100, 101.
[83] İbn Abidîn, Tenbîhu’r-Rukûd, II, 100, 101.
[84] Bkz. Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, II, 176; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, İstanbul, Erkam Yayınları, tsz, 142, 367, 612.
[85] https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/38340/toplu-konut-idaresi–toki–tarafindan-uygulanan-sosyal-konut-projesinin-dini-hukmu-nedir-?enc=QisAbR4bAkZg1HImMxXRn2t8ij%2BeDtMkJdRGirgyeb8%3D
[86] el-Osmanî, a.g.m., I, 180.
[87] el-Osmanî, a.g.m., I, 181.
[88] el-Osmanî, a.g.m., I, 181.
[89] el-Osmanî, a.g.m., I, 181.
[90] el-Osmanî, a.g.m., I, 182
[91] el-Osmanî, a.g.m., I, 169.
[92] Muhammed Revvâ Kal’acî, Mu’cem-u Lugati’l-Fukaha, Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 2006, 374.
[93] Şerh için bkz. Ali Haydar Efendi, Dürerü’l-Hükkâm, I, 235.
[94] Zeydan, a.g.e., 188.
[95] Bkz. Mecelle, md. 132-136, 145-148.
[96] Zeydan, a.g.e., 188.
[97] Kal’acî, a.g.e., 342.
[98] Zeydan, ag.e., 188.
[99] Buhârî, Hadis No: 2080. (لاَ صَاعَيْنِ بِصَاعٍ، وَلاَ دِرْهَمَيْنِ بِدِرْهَمٍ)
[100] Buhârî, Hadis No: 2312. (أَوَّهْ أَوَّهْ، عَيْنُ الرِّبَا، عَيْنُ الرِّبَا، لَا تَفْعَلْ، وَلَكِنْ إِذَا أَرَدْتَ أَنْ تَشْتَرِيَ فَبِعِ التَّمْرَ بِبَيْعٍ آخَرَ ثُمَّ اشْتَرِهِ)
[101] Müslim, Hadis No: 1587. (الذَّهَبُ بِالذَّهَبِ، وَالْفِضَّةُ بِالْفِضَّةِ، وَالْبُرُّ بِالْبُرِّ، وَالشَّعِيرُ بِالشَّعِيرِ، وَالتَّمْرُ بِالتَّمْرِ، وَالْمِلْحُ بِالْمِلْحِ، مِثْلًا بِمِثْلٍ، سَوَاءً بِسَوَاءٍ، يَدًا بِيَدٍ، فَإِذَا اخْتَلَفَتْ هَذِهِ الْأَصْنَافُ، فَبِيعُوا كَيْفَ شِئْتُمْ، إِذَا كَانَ يَدًا بِيَدٍ)
[102] Müslim, Hadis No: 1584. (الذَّهَبُ بِالذَّهَبِ، وَالْفِضَّةُ بِالْفِضَّةِ، وَالْبُرُّ بِالْبُرِّ، وَالشَّعِيرُ بِالشَّعِيرِ، وَالتَّمْرُ بِالتَّمْرِ، وَالْمِلْحُ بِالْمِلْحِ، مِثْلًا بِمِثْلٍ، يَدًا بِيَدٍ، فَمَنْ زَادَ، أَوِ اسْتَزَادَ)
[103] Hanefî Mezhebine göre fulûs değer kaybedince altın ve gümüşe göre ölçülür ve aradaki fark bu maddelere göre yapılır. Zamanla gümüş, altın karşısında fazla değer kaybedince altın esas alınmaya başlanmıştır.