İslam nazarında hocanın hatırı büyüktür. Bu yüzden “Âdab-ı İslamiyye” kitaplarında hoca-öğrenci münasebetinin nasıl olması gerektiği ile alakalı pek çok tespit ve rivayet vardır. Talebenin Mişkâtu’n Nübüvve ile irtibatı hoca vasıtasıyla olur. Hoca, varlık sebebidir. Bu yüzden Nevevî ulemayı ebeveyn makamında kabul eder (Nevevî, Tehzîbu’l-Esma, I, 11). Müslim b. Halid ez-Zencî’nin kafa kağıdından bahsederken, “O, Allah Resulü’ne (ﷺ) kadar uzanan fıkıh silsilesinde yer alan dedelerimizden biridir.” der (Nevevî, a.g.e., II, 93). Bütün bunlara rağmen hakikatin hatırı söz konusu olduğunda talebeler hocalarını tenkit etmeyi vazife addetmiştir. Mutezile kelamcıları haddi aşıp pek çok esasta filozofların düşünce sistemini benimseyince Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, hocası Ali el-Cüb(b)âî’ye “ihve-i selâse/üç kardeş” meselesini sorup Mutezilî sistemi önce sarstı, sonra da çökertti (Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, 79-80).
Fakülte yıllarında aramızda hoca-talebe münasebeti olan meşhur bir tefsircinin işkallerinin izalesi için uzun zaman bekledim, bu yüzden Ebû Hureyre (radiyallahu anh) bahsi dışındaki görüşlerinin tahlil ve tenkidini tehir ettim. İlgilendiği alan dışında ancak bir ilahiyat öğrencisi seviyesinde müktesebatı olduğuna defalarca şahit olduğum malum tefsircinin Mart ayında bir ilahiyat fakültesinde verdiği konferansta, İbn Haldun referansıyla, Ebû Hanife’nin on yedi tane hadisi sahih kabul ettiğini iddia etmesi daha sonra da, “Hadi biz daha iyimser davranalım, sahih hadisleri elliye çıkaralım.” şeklinde istihzaî bir üslup kullanması ve bütün bunları hiçbir ilmi esasa dayanmadan yapması ayrıca kendisinin pek çok meal müslümanı tarafından taklid mercii olarak görülmesi bizi bu yazıyı kaleme almaya mecbur etti.
İstikamet
İnkâra sürükleyen söz ve sebepleri bilmek, akide ile alakalı mevzulara vakıf olmaktan daha önemlidir. Çünkü akide alanında “icmalî iman” yeterlidir. Yani İslam’a girmek kolay fakat İslam’da kalmak, tefekkürü muradı ilahi çerçevesinde inşa etmek zordur.
Bu yüzden medreselerde her fenden birkaç (bazen on) kitap okutulması hem öğrencinin meleke kesp etmesini temin eder, hem de fikir ve harekette İslamî olmasını sağlardı. Hadisenin bu boyutunu dikkate alan ulema, müesses nizama göre okumayanı ilimde nesepsiz kabul eder, sözüne itibar etmez, konuşması durumunda ise kendisine, “Sen sus, hocan yok/Uskut la şeyhe lek!” derdi (Muhammed Avvame, Edebü’l-İhtilaf, 164).
Kadim zamanlardan tevarüs eden esasa göre, sıra kitaplarını okuyup icazet almak, “istikamet”in asgari fakat temel şartı olarak kabul edilmiştir. “Mezâlik-i akdam”da ayaklar üzerinde kalmak müstakim müminlerin en mühim mevzusu olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim de gerek içtihad, gerekse de taklid seviyesinde olan her Müslümana şu duayı yapmayı telkin etmiştir: “Rabbimiz! Hidayetten sonra kalplerimizi kaydırma” (Âl-i İmran, 8). Allah Resulü de (ﷺ) ümmetine talim makamında- şu duayı çok yapmıştır: “Ey kalplerin idaresi elinde olan! Kalbimi dinin üzere sabit kıl/Yâ Mukallibe’l-Kulûb Sebbit Kalbi âlâ dînik.” (Tirmizî, H. No: 2226)
Sahabede İstikamet
Sahabe (radiyallahu anhum) zor zamanlarda da iman-amel bütünlüğüne sadakat gösterdi, ikrâh-ı mülcide dahi ruhsatla amel edip “inkâr cümleleri” telaffuz etmedi. Dâru’l-Erkam’da kabul ettiği “amentü”yü Mekke sokaklarında işkence görürken de tekrarladı. Sümeyye ve eşi Yasir (radiyallahu anhuma) bu ikrar üzere şehid oldu. Çocukları Ammar da aynı işkenceye maruz kaldı. Bir ara dayanamayıp diliyle “inkâr cümlesi” telaffuz etti. Hâdise, Allah Resulü’ne (ﷺ) haber verilince Efendimiz: “Ammar imanla doludur!” buyurdu. Bu ifadelerden hemen sonra Hz. Ammar huzura geldi, hadiseyi anlattı. Efendimiz ﷺ
– Dilinle bunları söylerken kalbini nasıl buluyorsun?
– İmanla dopdolu ya Rasulallah!
– O halde onlar tekrar aynı şeyleri yaparsa, sen de aynı ifadeyle mukabelede bulun/İn ‘âdû fe‘ud (Kurtubî, elCamiu li Ahkâmi’l-Kur’an, X, 119).
Kur’an-ı Kerim hadiseye dair nihai hükmü şu ayetle ifade etti: “İmandan sonra küfre sapana gelince -ki burada muhatap kalbi imanla dolu olduğu halde baskı altında inkâr etmiş görünen değil, fakat kendi isteğiyle kalbini inkâra açan kimsedir- işte böyleleri için Allah’tan büyük bir gazap ve azap vardır.” (Nahl: 106).
Tefsirde Gerekçesiz Mülahazalar
Sahabe istikamete zarar verir endişesiyle tefsirde mesnetsiz mütaalalardan uzak durdu. Hz. Ömer (radiyallahu anh) hutbe irat ederken okuduğu ayette geçen bir kelimeden ne kastedildiği aklına gelmeyince bütün bir cemaatin huzurunda mevzuya vakıf olmadığını ilan etti (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ani’l Âzîm, I, 5).
Sahabe nazarında istikamet, her mühim meseleden daha mühimdi. Bunun için onu anlamaya dair özel meclisler yapıldı, sorular hazırlandı, cevaplar verildi. Hz. Ebû Bekir, istikamet üzere olanları, “Söz de olduğu gibi harekette de imanî duruşa devam edenler.”, Hz. Ömer, “Tilkiler gibi konjoktürü esas alıp entrikayla sağa sola meyletmeyenler/Lem yer‘û reve‘âne’s-se‘âlib”, Hz. Osman, “Ameli Allah için yapanlar”, Hz. Ali de, “Farzları eda edenler.” olarak tanımladı (Nesefî, Medâriku’t-Tenzîl, III, 235). Farklı zaman ve mekânlarda yapılan tanımların aynı bakış açısını yansıtması, istikametin, sahabede halis hürriyeti Hakk’a kullukta bulmak olarak anlaşıldığını göstermektedir.
İstikameti muhafaza edebilme sadedinde İslam’ın erken asırlarından itibaren usuller tespit ve telif edildi. Fıkıh, tefsir ve hadis usulleri bu bağlamda vücut buldu. Bunları tanımadan okuyup-yazanların meselelerin mantuk ve mefhumunu doğru anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemel olduğundan sözlerine itibar edilmedi.
Sofistik Düğüm
Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, ilahiyat fakültelerinin mevcut müfredat ve anlayışı, istikametteki muvazeneyi bozduğu gibi yanlış anlamayı da tetikledi. Öyle ki, yanlış anlama doğru anlamanın yerini alacak kadar şüyu’ buldu. Fıkıhtan kelama, tefsirden siyere kadar telif edilen yüzlerce eser yanlış anlama numuneleri olarak okura arz edildi.
Yanlış anlamayla malul bir zümre zuhur etti ve bunlar ilim, fikir ve talim cephelerinin bütün kavşak noktalarını tuttu. İnsanların muhalled eserlerin dünyasına girmelerine mani oldu. Bunların usûl başta olmak üzere temel İslami ilimler noktasında kıt bir müktesebata sahip olmaları, kendileriyle müşterek esaslar çerçevesinde ilim diliyle konuşmaya mani oldu. Çünkü ilim malumdan meçhule götürür. Hadis başta olmak üzere ümmetin ilmi ve fikri birikimini hurafe olarak gören dolayısıyla malumu reddeden bu zümreyle konuşmak esas itibariyle vakit israfıdır. Nitekim Taftazânî de Şerhu’l-Akâid’te herkesin kabul etmesi gerekenleri reddeden sofistlerle münazara yapmanın akla ziyan bir ameliye olduğunu söylemektedir.
Ters Yön
Ters Yön “En iyimser ifadeyle elli tane sahih hadis var.” diyen meşhur tefsirci, bu ifadeyle Allah Resulü’nün (ﷺ) tefsir başta olmak üzere bütün disiplinlerdeki beyanlarının gayrı meşru olduğunu iddia etmekte ve bu iddia ile adeta Peygamberi ﷺ beyan makamından tasfiye etmekte, Ondan ﷺ boşalan alana ise kendini koymaktadır. Nitekim Hoca’nın Nüzul-u İsa başta olmak üzere mütevatir hadislerle sabit olan mevzuları inkâr ederek Allah Resulü’nün (ﷺ) beyan vazifesini gasp ettiği herkese malum bir durumdur.
Hadis külliyatını inkârla yola çıkan Hoca, ters istikametten yola giren, sonra da seyir halindeki bütün vasıtaları hatalı olmakla itham eden sürücü gibi ulemayı tenkit ediyor. Bütün bunlardan vahim olanı ise, Hoca’nın eserlerinin mazrufuna bakıp ilmi müktesebatını kıymetlendiren pek çok akademisyenin, “Hoca yanlış yapmaz.” diyerek bütün uyarıcı işaretlere rağmen ters yönde ilerlemesini meşrulaştırma gayreti içerisinde olmasıdır. Maalesef ki hâdise sofistik bir düğüme mahkûm edilmiştir.
Mealci Damar
İdeolojik yorumları ve fasit tevilleri yegâne doğru addeden –sünneti reddeden- mealci damar, Afganî’den günümüze sorun çözmekten ziyade sorun üretti. Ulemanın yerine ihdas edilen akademisyen/aydın güruh da iki asırdır etkin olmasına rağmen, ne İslam coğrafyasının madden kalkınmasına katkıda bulunabildi ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı eserler veren mucit/müellifler yetiştirebildi. İslam coğrafyasında zuhur eden yenileşme arayışları da, Batı’nın İslam’dan aldığı ve kiliseye uyarladığı usulü, kilise formatında geri alıp İslam’a tatbik etti. Muharref Kilise kültürünü kısmi manada tashih eden esaslar, başta hadis olmak üzere bütün türâs-ı İslam’a muharref rivayetler mecmuası muamelesi yaptı. Hadise, “Hasta bir adama verilen ilaçlar kısmi manada iyileşmeye neden oluyor diye aynı ilaçları sağlıklı adamlara da uygulayıp onların sağlıklarını bozmak” tan farksızdır.
Fikir Hürriyeti Nereye Kadar
İstikamet hassasiyetiyle temayüz eden sahabe, insanların, “Biz müfessiriz, dolayısıyla dilediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’i anlarız.” ifadesine sığınıp, hevalarına göre onu tevil etmelerine müsamaha göstermedi. Nitekim Hz. Ebû Bekir’in (radiyallahu anh) hilafet yıllarında bir topluluk, “Ey Peygamber! Onların mallarından sadaka al, böylece arınmalarını ve günahtan temizlenmelerini temin edersin. Ve onlar için dua et. Çünkü senin duan onlar için bir huzur vesilesi olacaktır.” (Tevbe: 103) ayetini kendi arzusuna göre tevil edip zekât vermeyi reddetmişti. Onlara göre ayet, Allah Resulü’nün (ﷺ) zamanıyla sınırlıydı. Bu yüzden zekât sadece O’na verilebilirdi; çünkü O’ndan başkası ne günahlardan arınmaya vesile olabilir ne de bu manada dua edebilirdi. Ayrıca ayet, “İnne salateke sekenun lehum/ Senin duan onlar için huzur vesilesidir.” demekteydi; Nasıl olurdu da Ebu Bekir’in (radiyallahu anh) duası böyle bir mahiyete sahip olabilirdi?
Topluluğun durumu sahabe meclisinde görüşülünce Ömer (radiyallahu anh) muvahhit olmalarını öne çıkararak mal ve canlarının himaye altında olduğunu belirtti. Hz. Ebû Bekir ise hadiseyi inkar bağlamında değerlendirip, namazla zekâtı ayıran bu insanların Allah Resulü’ne (ﷺ) verdikleri bir deve bağını İslam Devleti’ne vermekten imtina etmeleri durumunda onlara karşı savaşacağını söyledi (Buharî, Müslim; Tanevî, İ’lau’s-Sunen, XII, 656-8).
Zahirde muvahhit olan, namaz kılan, oruç tutan, İslam’ın diğer emir ve yasaklarını kabul eden fakat zekâtın farziyetini fasit bir teville reddeden malum topluluk için Hz. Ebû Bekir: “Böyle anladılar, fikir ve ifade hürriyeti var!” demedi.
Parçacı Okuma Cinayeti
Hz. Ömer zamanında Şam’da bir grup zuhur edip, Kur’an-ı Kerim’i parçacı bir nazarla tahlil etti, fasit tevillerde bulundu ve içki içti. Kendilerine neden böyle yaptıkları sorulduğunda, “İman edip amel-i salih işleyenler, takvayı kuşandıkları, inanıp salih ameller yaptıkları sürece istediklerini yerler bu noktada onlara bir günah yoktur.” (Mâde: 93) ayeti ile istidlal ettiklerini söylediler. Hz. Ömer hadiseden haberdar olunca ilgilileri muhakeme için Medine’ye getirtip, durumlarını sahabe ile müzakere etti. İçtihat kurulunda yer alanlar, “tevilcilerin” inkârına hükmedip idamlarını talep etti. Hz. Ali ise ayeti arzularına göre anlayıp içkinin helal olduğunu iddia eden zümrenin Allah’a iftira ettiğini dolayısıyla tövbeye davet edilmelerini, kabul etmeleri durumunda kendilerine seksen sopadan müteşekkil “içki haddi” tatbik edilmesini söyledi (Tahavî, Meâni’l-Âsâr, II, 89).
Hadisi, Kur’an-ı Kerim’i anlamayı meal düzeyine indirgeyerek ya da doğrudan reddeden meal Müslümanlığı, sahabe zamanındaki tevilci zihniyetle belli hususlarda mutabakat içerisindedir.
Selefi reddederken istihzaî bir üslup içerisinde olan mealci Müslümanlar, İslam’ı sığlaştırdığı gibi, ümmet içerisinde ki emperyalist güce karşı mukavemeti de kırmıştır.
Teslimiyetçi bir fikri/siyasi/ictimaî mülahazayı merkeze alan “mealciler”, batıya uyum sürecinde mütevatir hadislerle sabit olan nüzul-u İsa gibi pek çok hususu da inkâr etmiştir.
On Yedi Hadis Meselesi
Kadim medreseye nisbetle ibtidai bir düzeyde eğitim veren ilahiyat fakültelerinin, ekranlarda ve yayın dünyasında mealcilikle şöhret bulan zevatın taklid merci olan Hoca’nın Ebû Hanife’nin on yedi hadisle amel ettiğini ya da o kadara itimat ettiğini iddia etmesi, bunu da İbn Haldun’a isnadı gerçeğe aykırıdır. Çünkü İbn Haldun, “Ulûmu’ l-Hadis/hadis ilimleri” başlığı altında müçtehit imamlardan bahsederken bir yerde, “Ebu Hanife’nin rivayet ettiği hadislerin on yedi ya da daha fazla olduğu söylenmektedir.” demektedir. İbn Haldun’a ait olan, “Yukalu/söylenmektedir.” ifadesi hükmün ona göre muteber olmadığını gösterir. Nitekim bir sonraki paragrafta Ebû Hanife’nin kasten hadis rivayetini terk etmesinin söz konusu olamayacağını, mezhebinin büyük muhaddisler nezdinde muteber olmasının, onun hadiste de büyük müçtehitler arasında yer aldığına delalet ettiğini” söyler (İbn Haldun, Mukaddime, 352-3). Ebû Hanife’nin yaptığı beş yüz bin içtihada karşılık dört bin hadis rivayet etmesinin sebebi ise, hadisleri tahlil edip onlardan şeriatın maksatları çerçevesinde hüküm çıkarmayla meşgul olmasıdır. Nitekim Allah Resulü ﷺ ile daha uzun süre kalan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in müksirûna nispetle az hadis rivayet etmesi de aynı sebebe mebnidir. (İhsan Şenocak, Bütün Zamanların Müçtehidi, İnkişaf, s. 6, 25).
Hoca on beş yıl önce de hadis mecmularının uydurma rivayetlerle dolu olduğunu söylerken İbn Haldun’la istidlal etmişti. Hoca’nın hicri 808’de vefat eden İbn Haldun’un isnatsız bir şekilde, üstelik “söylenti” olarak naklettiği ifadeye bu derece itimat etmesi ilmi müktesebatı ile alakalı şüphelerimizi artırmaktadır. Her ne kadar Hoca, hadis tahlilindeki müesses usûlu keyfi kullansa da yine de bu hükme nasıl vardığını bir metin ve sened tahlili meclisinde onunla konuşmak isteriz. Bu mesele ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Eğer Allah Resulü’nün (ﷺ) yirmi üç yıllık risâlet hayatında on yedi tane sahih hadis varsa bu şu anlama gelir: Haşa ya Allah Resulü ﷺ yatmış, vazife yapmamış ya da sahabe O’na ihanet etmiş hadislerini sonraki kuşaklara rivayet etmemiştir. Her iki durumun da ilmi bir kıymet ifade etmediği delile ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.
Hoca ve Mukallitlerinin Hedefi
Günümüzde Kur’an-ı Kerim’i hevasına göre tefsir eden pek çok isim Hoca gibi ya doğrudan hadisleri ya da sahabenin udûl olduğunu reddetmektedir. Nitekim Mutezilî sistemin kurucularından Nazzam da, “İnne ekzebe’n-Nâsi Ebû Hureyre/İnsanların en yalancısı Ebû Hureyre’dir.” diyerek Ebû Hureyre (radiyallahu anh) şahsında Allah Resulü’nü (ﷺ) devre dışı bırakmak istemişti. Hoca da fasit tevillerine meşruiyet kazandırabilmek için sahih hadisleri on yediye indirmekte böylece Allah Resulü ﷺ ile Kur’an’ın arasını ayırmaktadır. Bunu başardığı oranda sahih hadislere muhalefetle maruf olan hacimli tefsiri meşruiyet kazanacaktır.
Büyük İnkişaf
Bütün âlem-i İslam’ı sarıp kuşatacak olan büyük inkişafın Kur’an, Sünnet ve müçtehit imamların usûl ve furû müktesebatı çerçevesinde olacağını bilen harici unsurlar, ümmeti parçacı mütalaalara mahkûm edip onu, medeni birikiminden koparma gayreti içerisindedir. Emperyalizm, hevasına göre Kur’an-ı Kerim’i tevil edenleri belli ilim kavşaklarına yerleştirerek kendi adına önemli mevziler de kazandı. Nitekim İbn-i Salah’ın Mukaddime’si hacminde dahi hadis ıstılahına vakıf olmayan bir tefsirci onlarca akademisyenin huzurunda hadis mecmualarını reddetmiştir.
Tarihi süreç içerisinde İslam irfanı bugüne nispetle çok daha çaplı muhaliflerin tehditlerine maruz kaldı. Fakat İslam’ın yekûnunun adı olan Ehl-i Sünnet, istikametsiz bütün fırkaları, “hiç yaşamamış” gibi ilim ve fikir alanından silip kaldırdı.
İşlerine gelince “mevzu’ hadis”le de istidlal eden bu mealcilerin usulsüzlüğünü Merhum Ahmed Davudoğlu’nun şu teşbihi ne kadar güzel ifade etmektedir: “Trenin yük taşımasına içerlenen Trakyalı nakliyeci, boz beygiriyle makinistle yarışmaya, onu millet nezdinde küçük düşürmeye karar verir. Birlikte yarışa koyulurlar, tren beygiri geçmeye başlayınca naçar kalan Trakyalı, beygirini tarladan yukarı sürüp, makiniste ‘gücün yetiyorsa gel de beni tarla da geç’ diye bağırır.”
Netice
Usulden yoksun hocaların istidlal ettikleri hükümler bilgi anarşisine yol açtı. İnsanların zihinleri karıştı. Neyi, nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlar. Bir hocanın “a” dediğine bir başkası pekâlâ “b” diyebiliyor. Bu ise farklı delilleri ya da usulleri kullandıklarından değil, ya delili hiç görmediklerinden ya da kullanamadıklarından kaynaklanıyor. Bu inkâr tufanında en büyük zararı ise kafası karıştırılan millet çekiyor. Hadise tam da şu meselede hulasa edildiği gibi cereyan ediyor: “Bir adamın, büyüğü sürekli, küçüğü ise ara sıra yalan konuşan iki oğlu varmış. Adam bir gün küçük oğluna: ‘Seni hiç sevmiyorum.’ demiş. Küçük, ‘Neden beni sevmiyorsun ki, ben ara sıra, ağabeyim ise sürekli yalan konuşuyor?” deyince, adam: “Evladım! Sen beni şaşırtıyorsun, ne zaman doğru ne zaman ise yalan söyleyeceğini tespit edemiyorum. Ağabeyin ise sürekli yalan konuştuğundan onun her ifadesini ‘bu da yalandır.’ diye reddediyorum. Dolayısıyla o beni aldatmıyor.” şeklinde cevap vermiş. Milletimiz de İslam’a dair sürekli yalan üreten oryantalizme karşı kendini onların her beyanını reddederek korudu. Fakat tevilci güruhun ne zaman oryantalistler, ne zaman ise İslam adına konuşacağı millete zahir olmadığından söylediklerinden hareketle büyük akidevi hatalar, hakikat niyetine kabul görebiliyor.