Keşf-i kadîm, toplumsal mutabakat esaslarını peygamberlerin mirasında aramaktır. Keşf-i kadîm, İslam’ın “Mûhîtu’l-Mearîf ” i olan Kur’an-ı Kerîm ve Hadis-i Şeriflerin müminler için yegane kaynak olduğunu benimseyip mucebince amel etmektir.
İslamî tefekkür ve onun üzerine ibtina eden İslamî hayat, keşf-i kadîmle başlar. Mütefekkirle filozof tam da bu noktada yani yolun başında ayrılır. Mütefekkir keşf-i kadîm yapar. Çünkü özneler, olaylar değişir; fakat tefekkür tarlası mesabesinde olan Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye hep aynı kalır. Her müsbet fikir o tarlada neş u nema bulur. Mütefekkir, keşf-i kadîmle İslam’a nasıl bakılacağını ve İslam’ın hayata nasıl tatbik edileceğini gösterir. Filozof ise, “vaz-ı cedit” yapar. Selef-i salihînin mirasını, “modası geçmiş” bir dünya değeri olarak görür, onu münkir nazarla eleştirip tarihsel okumaya tabi tutar. İslam’ın sabitelerini tartışmaya açar. Vaz-ı cedite göre akıl, buyurgan ve yönlendiricidir. Ya vahyin üzerinde ya da yanında bir yere sahiptir.
Keşf-i kadîm sahih silsileyi, vaz-ı cedit ise atalar dinini temsil eder. Vaz-ı cedit, hevayı ilahlaştırır, yalan üzerine saraylar kurar. Vaz-ı ceditin sınırı yoktur. En yalanı en doğru olarak gösterebilir.
Bu makale bir keşf-i kadîm olan Büyük Doğu’yu bu iki zıt ameliye bağlamında mütevazi bir tahlilden ibarettir. Tahlil, büyük bir külliyât içerisinde birkaç mevzuyu kapsadığından ya da bir büyük denizden sadece birkaç damla sunduğundan “büyük tahlil/terkib” gibi iddialardan da uzaktır.
DOĞUŞU
Büyük Doğu, Cumhuriyet sonrası yaşanan siyasi, ictimaî ve ahlakî farklılık ve reddediş içerisinde bir hesaplaşma, bir İslamî şuur inşası ve medeniyet projesi olarak doğdu. “Zıp zıp kadar beyinlere” karşı iman, fikir ve hareketin müdafaasını yaptı. Münkir kadrolarla hesaplaştı. Seçkinlere karşı ezilenlerin, toplum mühendislerine karşı da medeniyetin yanında yer aldı.
Büyük Doğu, Anadolu insanına küfür karşısında nasıl bir duruş alması gerektiğini, değerler sistemini tekrar ne şekilde etkin hale getireceğini anlattı. İslam’ın kâmil bir medeniyet olduğunu ve bu yüzden hiçbir düşünce sistemiyle sentez kabul etmeyeceğini, nereden ve kimden gelirse gelsin İslam dışı her düşüncenin de merdud olduğunu ilan etti:
Ey genç adam bu düstur sana emanet olsun: Ötelerden habersiz nizama lanet olsun!
İSLAM’IN GELECEK TASAVVURU
Büyük Doğu, İslam’ı anlama, yaşama ve cemiyete hakim kılma idealidir. O, mağlub doğudan muzaffer doğuya gidişin yol haritasıdır.
Büyük Doğu en kapsayıcı ve en arınmış haliyle, Üstad Necip Fazıl’ın İslam üst başlığı altında örgüleştirdiği siyaset, cemiyet, ahlak, devlet ve gelecek tasavvuru, İdeolocya Örgüsü de onun vahiy merkezli ortak mutabakat metni/millet sözleşmesidir.
Üstad, Büyük Doğu’nun başyapıtı olan İdeolocya Örgüsü’nde, temel devlet kurumlarının nasıl ve neye göre işleyeceğini, milletin hak ve ödevlerinin neler olduğunu ifade etti.
Büyük Doğu, Tanzimat’tan itibaren aranan ve bulunduğu zannedilen çarelerin gerçekte Batı’nın akıl ocağında imal edildiğini, bu yüzden çözüm yerine sorun ürettiğini, çarenin ise içerde milletin ruh köklerinde olduğunu söyledi.
Büyük Doğu, münkirlerin iddia ettiği gibi Üstad’ın itibar arama vasıtası değil, bilakis Tanzimat sonrası yaşanan süreçte itibarsızlaştırılan millete İslam’la iade-i itibarda bulunma yoludur. Erken yaşta kaleme aldığı “Ben ve Ötesi”, Ziya Osman tarafından “Türk Edebiyatı’nın en büyük şiir kitabı” övgüsüne muhatab olan Üstad için çıkıp da, “Büyük Doğu itibar peşinde koşan bir hayalperestin ütopyasıdır.” demek, bedahat derecesinde bir iftira olur.
MÜCEDDİDİYE’NİN FİKİR VE HAREKET ŞUBESİ
Büyük Doğu, İ’la-i kelimetullah davasına daha çok aksiyon noktasında katkıda bulunan bir milletin tefekkür sınırlarını aşan, İslam’ı eşyaya ve hadiseye hakim kılma cehdidir. Bu yönüyle Büyük Doğu, İmam Rabbani ile başlayan Müceddidiye koluna bağlı bir fikir ve hareket hamlesidir. Biri diğerinden doğan iki esas üzerine ibtina eder: Şeriat ve tasavvuf… Üstad, tasavvuf vurgusuyla Büyük Doğu’yu, İmam Rabbani üzerinden vahyin kaynağına götürür.
BÜYÜK DOĞU VE İSLAMÎ HAREKETLER
Büyük Doğu Şeriat-tasavvuf birlikteliğiyle, muasır bütün İslamî hareketlerden farklıdır. Şeriat merkezli İhvân Hareketi ile Cemaat-i İslamî arasında yakın bir ilişki vardır. Bir anlamda İhvân, Cemaat-i İslamî’nin var oluş sebebidir. Tasavvuf İhvân’da, kurucusu Hasan el-Bennâ’nın bir sufî olması hasebiyle gözükür fakat hareket çapında bir yoğunluktan mahrumdur. Cemaat-i İslamî ise mahza Şeriât merkezlidir. Nedvetu’l-Ulema, İhvân hareketinin daha bilge, daha alim şeklidir. Büyük Doğu ise bunlardan tamamen bağımsız bir anlama ve yaşama biçimidir.
Büyük Doğu, Anadolu merkezlidir. Fakat İhvân gibi pergelin diğer ucuyla bütün Âlem-i İslam’ı ihata eder, Üstad’ın ifadesiyle Büyük Doğu: “Vatanın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet planına sahiptir. O kendini mekan çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye taliptir.” ( İdeolocya Örgüsü, 8).
Beklenen inkılabın aleti söz ve kalem, alanı öncelikle Anadolu sonrasında Âlem-i İslam ve bütün bir yeryüzü, kadrosu ise mukaddesatçı gençliktir.
İSLAM ASIL, İDEOLOJİLER İZAFÎ
Büyük Doğu, aynı zamanda bir tarih eleştirisi ve durum tesbitidir. Yaşanan zamana konuşur ve çözüm önerilerini tedrici bir sistemde tatbik etmeyi hedefler. İnsana kim olduğunu, nereden, neden geldiğini ve nereye döneceğini sorar: “Niçin oldun, nasıl oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacaksın?” (İdeolocya Örgüsü, 99). Sonra da içerden bir dille “inanan insana” bu soruların cevabını verir.
Büyük Doğu, İbnu’n-Nedîm’in “Fihrist”i gibi kaybolan “mearifi” sonraki kuşaklara taşıyan bir köprüdür. Bir farkla ki “Fihrist”, mearifin kaybolan eserlerini, Büyük Doğu ise iman, fikir ve aksiyonun yekununu havidir. Anadolu’nun fikir ve hareket damarlarına hayat aşısı yapar.
Büyük Doğu’da İslam asıl, ideolojiler ise İslam doğrusuna bakılarak oluşturulan yanlışlardır. Çünkü İslam’ın “Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi…” (İdeolocya Örgüsü, 7) olması yegane aslın o olmasını gerekli kılar. Dolayısıyla Büyük Doğu her ne kadar ictimaî hayatta tek muhalif ses gibi görünse de gerçekte bütün ideolojiler onun muhalifidir.
Başyücelik Devlet Tasavvuru
Sarı Selim’in idareyi devraldığı 1566’dan bu tarafa millette bir inkilab beklentisi var. Koçi Bey’in “Islahat Risalesi” hem bu beklentinin hem de devlette muvazeneyi kaybettiğimizin itirafıdır. Tanzimat, Meşruiyet ve Cumhuriyet ise beklenen inkılabın Batı’nın akıl, hukuk ve ahlak teknesinde yoğrulmuş halidir. Bu yüzden sadece İslam’dan neşet edecek devlet tasavvuru beklentisi hala güncel değerini korumaktadır.
Başyücelik, Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve müctehid imamların mirasından hareketle inşa edilen bir devlet ve cemiyet tasavvurudur. Başyücelik’te cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclislerinin yerinde Yüceler Kurultayı vardır (İdeolocya Örgüsü, 257).
Yüceler Kurultayı, milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müsbet bilgilerde, ticarette, askerlikte … eser, keşif, görüş, terkib ve dava sahibi güzidelerinden oluşur (İdeolocya Örgüsü, 257).
Üstad’a göre Yüceler Kurultayı, Hakk’ın iradesinin tecelligâhıdır. Buna remiz olarak da cephe duvarında şu levha asılıdır: “Hakimiyet Hakkındır.”
Yüceler Kurultayı’nın her ölçüsü kanundur ve her kanun, tezatsız bir ideolocya bütününün tatbiki hükümleri halinde bir ana manzumeye ve onunda perçinli olduğu asli mihraka bağlıdır (İdeolocya Örgüsü, 257). Buna göre Üstad, tatbiki hükümlerle fıkhı hükümleri, ana manzume ile “kavâidi külliyeyi”, aslî mihrakla da ayet ve hadisleri kasdetmektedir.
Başyücelik’in en tepe noktasında Yüceler Kurultayı’nın seçtiği/Ehlu’l-Hall ve’l- ‘Akd, Baş Yüce/Ulu’l-Emr bulunur. Başyüce, devlet reisidir.
Yüceler Kurultayı, Başyüce’yi İslam’a muhalif şartlar içinde gördüğünde görevden alır. Başyüce ise Yüceler Kurultayı’nı doğrudan doğruya feshetme hakkına malik değildir (İdeolocya Örgüsü, 261).
Başyücelik Hükümeti, bir Başvekil/ başbakan ve Maarif, Savaş, İktisat, Maliye, Sağlık ilâ ahir gibi on bir vekilden/bakan oluşur. “Vekil” tabiri, doğrudan doğruya “Başyüce”ye izafetle bu adı alır. Her vekaletin altında üçer müsteşarlık bulunur (İdeolocya Örgüsü, 264-5).
Yüce Din Dairesi/Meşihat Makamı reisi, Baş Yüce tarafından seçilir. Hükümet reisiyle bir hizada ve hükümet üstü bir seviyeye maliktir. Ulviyet ve hususiyeti bakımından hükümet içerisinde yer alamaz. Devletin başlıca istişare organıdır.
Yüce Din Dairesi, Başyüce nezdinde ana kaynağın ilim ve vicdan sesini belirtir ve çatışma olması halinde Başyüce’ye karşı Yüceler Kurultayı’nı hakem tutar ve hiçbir tesir kabul etmez (İdeolocya Örgüsü, 269).
Yüce Din Dairesi, Yüceler Kurultayı gibi Başyüce’ye bağlıdır. Fakat emir ve talimatları Kitap ve Sünnet’ten alır. Bu yönüyle tam bir özerkliğe sahiptir. Hz. Ömer’in müçtehit sahabilerle tesis ettiği içtihat şurası konumundadır. Yüce Din Dairesi, aldığı kararları uygulamak için Başyüce’ye takdim eder.
Başyücelik’de her dava sahibi, edep sınırları içerisinde her türlü hesap sorma yetkisine maliktir. İşsiz, aç, bakımsız, mazlum, … herkes Başyüce’nin kulak zarlarını patlatacak kadar mükemmel bir uyandırma ve hesap sorma yetkisine sahiptir (İdeolocya Örgüsü, 271). Hak arama müessesesi ise Halk Divanı’dır.
Halk Divanı, Başyücelik sarayında bu ismi taşıyan büyük bir salondadır ve herkes dinleyici ve seyirci sıfatıyla bu salona girebilir (İdeolocya Örgüsü, 271).
Halk Divanı’nda hiçbir demokrasi idaresinin varamayacağı fert hakkıyla, hiçbir totaliter rejimin ulaşamayacağı hükümet hakkı bir aradadır. En büyükle en küçük aynı mecliste oturur. Devlete hakim olan zat, hakkında hüküm verilen teb’a karşısında mahkum; mahkum olan teb’a ise hesap sorması cihetiyle hakim konumundadır. Hakkını alana kadar en zayıflar, Halk Divanı’nda en güçlü olanlardır.
Millet, Halk Divanı’yla devleti denetler. Hak ve hesap sorar. Bu demokrasideki halkın protesto ve gösteri hakkından daha ileri bir seviyedir. Çünkü d emokratik toplumlarda ezilenler, protesto yapanlar değil yapamayanlardır. Başyücelik tasavvurunda herkes hakkını Halk Divanı’nda talep eder.
Halk Divanı’nın en mümtaz örneği Allah Resulü’nün (ﷺ) yaşadığı saadet asrına aittir. Divan, Hz. Ömer zamanında ise müşahhas bir çerçeve kazanmıştır. Sahabe, Halk Divanı’nda Hz. Ömer’e üzerindeki elbiseden, ne kadar maaş aldığına kadar her nevi soruyu sormuştur.
En yeni ve en ileri görüş ve buluş hamlelerini muhitleştirecek olan ilim, fen ve sanat adamları kadrosu Başyücelik Akademyası’nı çerçevelendirir (İdeolocya Örgüsü, 271). Münevverler sınıfının temel direği olan “Başyücelik Akademyası” bir anlamda “kültür genelkurmaylığı” gibidir.
Başyücelik Akademyası, fikir imal eder. Maarif vekaletiyle yakın ilişki içerisindedir. Fakat Başyüce’ye bağlı olması hasebiyle Yüceler Kurultayı’na karşı da mesuldür. Akademya üyesinin tek borcu vardır. O da bir mısra ya da bir fikir cümlesi imal etmek yahud da laboratuar ortamında çalışıyorsa bir keşifte bulunmaktır.
Başyücelik Akademyası silsile olarak Hz. Ömer zamanındaki ictihad meclisine dayanır. Ebû Hanife’nin fıkıh, hadis Kur’an ilimleri ve Arap dilinde derin ilme sahip 40 öğrenci ile kurduğu Fıkıh Akademisi de aynı çizgide hizmet etmiştir (Kevserî, Makalât, 132).
Fransız İlimler Akademisi esas alınarak kurulan ve ekalliyet paşalarına yer veren Encümen-i Daniş tecrübesi ile Başyücelik Akademyası arasındaki fark, aynen maymunla insan farkına denktir (İdeolocya Örgüsü, 275).
Başyücelik İş Ölçüsü’nde, millet menfaatine olmayan faaliyetler, iş ve meslek kabul edilmez. Belli yaş hadleri ve sağlık şartları istisna, her ferd mutlaka bir işle mükelleftir. İş dağıtımına memur olan Hükümet Organizması halkı rençberlikten ameleliğe veya talebelikten herhangi bir memurluğa kadar layık olduğu verim toprağına dikmek, orada tutturmak ve geliştirmekle sorumludur. Böylece bir iş kaçağından bir gün, bir “Başyüce” çıkabilir (İdeolocya Örgüsü, 276-7).
Başyücelik Ceza Ölçüsü; hadler, kısas ve ta’zîr olmak üzere üç başlık altında değerlendirilir.
Hadler, miktarı belli cezalardır. Suçlu için ceza, diğer insanlar için ise caydırıcı özelliğe sahiptir. Kısasta suçluya imkan nisbetinde işlediği cürme muvafık ceza tatbik edilir. Tazîr ise hakkında muayyen bir ceza bulunmayan suçlardan dolayı tertib edilen cezadır.
Başyücelik Ceza Ölçüsünde ana omurga hadlerden oluşur. “Had” kelime anlamı itibariyle “men etmek” demektir. Bunun için sultanların kapılarında bekleyen görevliye, gelenlerin içeriye girmesine mani olduğundan dolayı “haddâd” denir. Buna göre İslam’da ceza, diğer bütün hukuk sistemlerinden farklı olarak insanların suçtan uzak durmasını amaçlar. Bunun için Şari’ önce zinaya giden yolları kapatır, onun çirkinliğini anlatır sonra da cezayı tayin eder. Mesela, şartları haiz olması durumunda hırsızlığın cezası el kesmektir. Bundan şikayetçi olmak, “niçin ateş beni bu kadar merhametsizce yakıyor?” demek gibidir. Mücrim nazarında kahhar görünen “ceza ateşi” mümin nazarında, “asla sürünmeyeceğim için beni hiç yakmaz.” hafifliğine maliktir (İdeolocya Örgüsü, 278).
Üstad, İdeolocya Örgüsü’nde “Devlet ve İdare Mefküremiz” başlığı altında, Başyücelik emirlerini de izah ederek devlet tasavvurunu ana hatlarıyla belirtir.
İslam Devlet tasavvurunun ne olduğu, ne olması gerektiği ve nasıl işleyeceği ile alakalı esasları tayin eden “Başyücelik”, bir fakih nazarıyla şerhe muhtaçtır. Maalesef ki bizde bu çapta bir adam çıkmadı. Eser, Arapça’ya tercüme edilmediğinden İslam alemindeki ulema tarafından da fark edilemedi. Gazeteci, edebiyatçı ya da akademisyen elinde itibarsızlaştırıldı. İsnadı tamamen İslamî esaslara ait olan Başyücelik Tasavvuru, cuhela nazarında “Eflatun Cumhuriyet Modeli” ya da Eflatun’un “Devlet”inden esinlenerek yazılan ütopya olarak değerlendirildi.
Edebiyat ve sanat çevrelerinde büyük bir mahrumiyet yaşayan, anlaşılamadığından dolayı sığ yorumlara mahkum edilen “Devlet ve İdare Mefküremiz” dahil olmak üzere İdeolocya Örgüsü’nün tamamını şerh etmek, İFAM’ın (İlmi ve Fikri Araştırmalar Merkezi) edası zorunluluk arz eden borçları arasındadır.
İSLAM VE BATI TEFEKKÜRÜ
Batı ve İslam iki farklı Medeniyettir. İslam vahye, Batı ise Yunan aklı, Roma Hukuku ve Hristiyan ahlakından müteşekkil bir terkibe dayanır. Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse Batı hepsine mâliktir ve kuru aklı nelerden mahrûm etmişse hepsinden de yoksundur.
Tabii olarak her iki medeniyet dil, içerik ve gaye açısından da birbirinden farklıdır. Tanzimat’la birlikte mustagribler, Batı Medeniyeti’nin safında yer alıp İslam’ın dil, içerik ve gayesini Batı’yı esas alarak değiştirme gayreti içerisinde oldu. Milletin sükutla tepki gösterdiği batılılaşma hareketi ilk ve en esaslı darbeyi Büyük Doğu’dan yedi. Büyük Doğu, “Galip gelmek için binbir cephede savaş vermeye memur ezeli ve ebedi hakikat davasıydı.” Üstad da o davanın hamalı olarak batılılaşmanın karşısında durarak millet evlatlarına Allah Resulü’nün (ﷺ) izlerini gösterdi.
HESAPLAŞMA
Büyük Doğu aynı zamanda bir adayıştır. Millet-i İslam için yaşamaktır. Onun selameti uğruna her nev’i tehlikeyi göze almaktır.
Üstad, hayatın her cephesinde Allah ve Resul davasına adanmışlığın mucibince amel etti. Büyük Doğu, ideolojilere karşı olduğu gibi İslam’ın ideolojik formlarda dünyevi ya da beşerî bir olgu olarak sunulmasıyla da mücadele etti. İslam adına konuşan herkesi zihinsel arınmaya davet etti; hariçte kalanlarla da hesaplaştı.
Üstad, 1943 yılında Diyanet İşleri Başkanı’nın, Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye çevirip sonra da ibadet dili haline getirmek için bir kanun çıkartma teşebbüsü içinde olduğu basından öğrenince haberden birkaç gün sonra bir toplantıda, Diyanet Reisi’yle karşılaşır ve ona: Duyduğuma göre, Kur’an’ı Türkçe’ye çevirmek ve bunu resmen ibadet dili haline getirmek şeklinde bir düşünceniz varmış… Sapıklık ve hüsranların en büyüğü olan böyle bir hadiseyi, bizzat sizin ağzınızdan duymadan inanılır şey telakki edemiyorum. Lütfen hakikati bildirir misiniz?
Reis, hadisenin doğru ve gerçeğe uygun olduğunu söyleyince Üstad’tan şu cevabı alır: Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğuna inanan her fert, Allah kelamının nazil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun Allah kelamı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir anlayışa sahiptir. “Bakın, Diyanet İşleri Reisi! Ben, Necip Fazıl, sizin elinizdeki icra vasıtalarına karşı, bir kamyonu durdurmak isteyen bir piliç kadar zayıf bir ferdim; fakat size açıkça haber veriyorum, eğer sapıklığınızın büyüsü altında şuurunu köreltip sizi destekleyecek bazı fertler bulacak ve bu niyetinizi tatbik mevkiine çıkaracak olursanız, bir piliçten hiç farkı olmayan bu zayıf cüssemi, kamyonun tekerlekleri altına atmakta tereddüt göstermeyeceğim!..” (Hücüm ve Polemik, 96-100).
İŞTE İZ GELİNİZ
Üstad, İstiklal Mahkemeleri zulmünün hafızalarda çok canlı olduğu, “Allah” demenin yasaklandığı, minarelerde “Tanrı Uludur.” diye muhdes ezanlar okunduğu bir zamanda meydan yerinde durdu: “İşte iz geliniz” dedi. Yüreklere cesaret aşıladı. İslam’ın ne olduğunu kavrayan derin müminleri “büyük fetih yürüyüşü”ne davet etti. Köye, mezraya hapsedilen İslam’ı yeniden izzet kürsülerine taşıdı. Doğu-Batı muhasebesi yaptı. Cami deyince aklına çorap kokusu gelen ve bütün ameliyeleri, “Bir saman kağıdından kopya almak.” olan mustagribleri fikren mağlub edip, Allah Resulü’ne (ﷺ) aidiyetin fikri nasıl besleyebileceğini gösterdi. Her nevi propaganda malzemesi kullanılarak halka dikte edilen yeniliklerin esasında Batı’nın çöplüğüne ait olduğunu söyledi. İslam’a gerici diyenlerin esas itibariyle yüzbin devir geride olduğunu, zahirde geri gibi görünen Müslümanların halinin de onlara “deh” demeye matuf olduğunu ifade etti. Kemalist kuşatmayı kırdı, İslam’a söven taifeyi tek başına gölgede bıraktı. Modernitenin yalanlar masalı olduğunu gösterdi. Devleşti, tek başına Hakkari’den Edirne’ye bir nesli İslam dairesinde muhafaza etti. Büyük Doğu fikir, sanat ve hareket fakültelerine malik bir üniversite gibiydi. Üstad, öteki dünyanın içinden geldiğinden -tanıdığı âlemi- en mahrem noktalarına varıncaya kadar deşifre ve cerh etti. İslamcıların yekunundan daha müessir bir eleştiri dili geliştirdi. Tefekkürü sanat diliyle arz etti. Bu cihetle muhaliflerini dahi büyüledi. Selefi, sufî, liberal ve radikal İslamcı dahil hemen herkes Onun ya lisanını kullandı ya da pek çok ifadeyi ondan aldı. Cumhuriyet elitlerinin karşısında ürkek ve mahcup bir halde duran Anadolu evlatlarına, aslında ürktükleri çağdaş varlıkların fikir-sanat ürünlerinin korsan, dev cüsselerinin de mukavvadan olduğunu yani yanlış bir tesirle kediyi aslan suretinde gördüklerini anlattı:
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu;
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!
Büyük Doğu damar damar bütün Anadolu’yu sardı. Diriliş ve Mavera ondan doğdu. Ne var ki Büyük Doğu asıl varlık alanı olan medresede makes bulamadı. İlmiye, Büyük Doğu’yu keşfedemedi. Medrese hayattan koptu, içe kapandı. İlahiyat da Üstad’ın fikir cephesinde hüsrana mahkum ettiği Batı aklına büyük bir hayranlık duygusu içerisinde sentez teklif etti. Yüksek Lisans ve Doktora için Harvard’a, Oxford’a gitti.
NETİCE
Büyük Doğu, hayatın her alanında olmasına rağmen, “400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediğimiz, bulamadığımız, eremediğimiz, … İslam’a nüfuz etme” (İdeolocya Örgüsü, 91) davasıdır.
Büyük Doğu, İslam coğrafyasının varlığına, içinde bulunduğu şartlara ve bütün Müslümanlara yönelttiği soru ve onlara verdiği cevaplarla yeniden arınıp İslamlaşmanın yolunu gösterdi. Büyük Doğu, müstemleke kafalara, eşya ve hadiselere hükmetmeye memur olduklarını hatırlattı. Maddeci batıya yoksun olduğu ruhu, ruhçu doğuya da madde üzerinde egemenlik kurma yolunu gösterdi. Müslümanı derin bir kavrayışla kuşattı ve onu mazideki izlere sadık kalarak tufanın içerisinden selamet denizine doğru yürümeye çağırdı.