Bir gün ustaya, “malını kullandığın bu firmanın sahibi nasıl biri, onu tanırmısın?” diye sordum. Tereddüt etmeden, “Tanımıyorum fakat bu çapta bir zenginliğe sahip olduğuna göre, masondur. Çünkü, Türkiye şartları müslümanın bu kadar büyük olmasına müsaade etmez.” dedi.
Bu hükmün arkasında, ilkokulda Beyaz Türkler’i kutsayan filmler izleyen, onların ürettiği aletleri kullanan bir Anadolu insanın altmış yıllık hayat tecrübesi vardı. Bindiği araba, onu döndüren tekerlek, ayağındaki iskarpin, evdeki deterjan hep onlara aitti. Fabrika ya devletin ya da Beyaz Türklerin olurdu. Usta, çocukluktan, altmış yaşına kadar bu kareleri görerek bugünlere gelmişti. Manzarayı o kadar kanıksamıştı ki, değişeceğini düşünemiyor, her büyük marka için sorulan “bu kimin?” sorusuna tereddüt etmeden aynı cevabı veriyordu: “Masonlarındır.” Aynı soru, caminin kapısında, okulun avlusunda, şehrin meydanında sorulsa şüphesiz benzer cevaplar alınacaktır. Çünkü yeni sistem tasarlanırken Müslüman çöp toplayan, ayakkabı boyayan, ırgatlık yapan; Beyaz Türk ise emreden, şehri kirleten, ayakkabısı boyanan olarak düşünülmüştü. Böylece Beyaz Türkler Osmanlı Devleti’nde müslümanın gerisinde olmanın intikamını alacaktı.
Hamal Kafa Tuttu, CHP Postal Temizledi
Osmanlı’dan sonra sistem, tasarlandığı gibi kast sistemi katılığında uygulandı. Rollerin değişmesine, insanların bir sınıftan diğerine geçmesine sıcak bakılmadı. Monşerin oğlu en iyi okulda okudu, o da babası gibi monşer oldu. Hamal, Batı’ya “kefere” dedi, kafa tuttu; bürokrat teslim oldu, posta temizledi. Millet, hem Batı’ya hem de postal temizlikçilerine karşı onurlu bir direniş gösterdi. İlk fırsatta CHP’yi tasfiye etti. Hükümette kaybeden CHP, devlete çöreklendi, sistemin hem murakıbı hem de jandarması oldu.
Sistem onlarca yıl, mason ya da mason severlerin menfaatine göre kurulan bir saat gibi işledi. Ülke büyüdükçe masonlar büyüdü, millet ise güç kaybetti. İktisat nehrinin debisi ne kadar yükselirse yükselsin müslümanın arkına boşalan su asla artmadı. Çünkü sabataistler millet vadisine boşalan arkın menfezini, “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.” taksim edecek şekilde yapmıştı.
KOÇ Görünümlü Kurtlar
Dokuz pullu sistem, kısa zamanda KOÇ görünümünde kurtlar büyüttü, millet vadisine sürdü. KOÇlar Batı’nın eskilerinden neyi uygun gördü ya da neyi daha ucuza aldıysa araba veya yaşam malzemesi olarak o üretildi, millete dikte edildi. “Doğan” marka taksiye, Türkiye’nin mercedesi dendi. Sistemin KOÇlar’ı, bu ifadeyle millete, “Tasarlandığı gibi siz, ikinci sınıf insanlarsınız. Dolayısıyla mercedes diye, ancak bizim mercedese benzettiğimiz arabaya binebilirsiniz.” dedi.
Toplumsal kölelik sistemine karşı yer yer küçük çaplı başkaldırılar oldu. Fakat sarsıcı hamleler yapılamadı. En esaslı sarsılma ise Merhum Erbakan Hoca ile yaşandı. “Olamaz, Türkiye’de motor değil, çivi bile yapılamaz.” dendiği bir dönemde Hoca’nın ikiyüz ortakla kurduğu Gümüş Motor Fabrikası, Türkiye’nin ilk yerli motorunu üretti. Ne ki, ilk ve tek yerli araba “Devrim” gibi “Gümüş motor” da linç edildi. Hadiseyi “Anadolu İsyanı” olarak gören “Beyaz Türkler” altmıştan sonra yeni hamlelere karşı daha sıkı önlemler aldı. Siyasi ve iktisadi alanda ülkede büyük adımlar atmaya yarayacak her hayırlı amele engel olundu. KOÇlar kurtlarla korundu, krizlerle beslendi, devleştirildi.
Tank Severlerin Hasmı
Beyaz Türkler, harici unsurlarla olan yakınlıklarını zaman zaman stratejik ortaklık düzeyine çıkardı. 28 Şubat’ta, tankların arkasına sığınıp ezeli ve ebedi hasım olarak gördüğü Müslümanların kutsallarına hakaret etti. “Helal Kazanç”a “yeşil sermaye” deyip, hedef gösterdi. Ne ki Helal kazancın “Anadolu Hamlesi”nin önüne geçemedi. Alın teri Beyaz Türkler’in vadilerini bastı.
Dedim ya, bizim usta hikmetli, gün görmüş bir adamdı. Gümüş motorun da, Devrim’in de hikâyesini iyi biliyordu. Kaç defa hocalardan Firavun’un Karun’u beslediği, Karun’un da Firavun’u himaye ettiğini dinlemişti. Ne ki usta, son ifadesinde isabet edemedi. Diğer büyükler gibi zannettiği firma, Beyaz Türklerin keyfini kaçıran, KOÇla davalık olan bir şirketti. Anlattım, taaccüp etti: “Bu, yeni halin başlangıcı” dedi.
İsteğe Bağlı Fakirlik
Bil vesile geçenlerde o şirkete gittim. Azametli bir idare binasının son katında içinde bir masa, birkaç sandalye olan sade bir odada sahibiyle Suriye’den Patani’ye kadar Müslümanların son hallerini konuştuk. Binanın dışına ve fabrikalara ihtişam; odanın duvarlarına ise “fakr-i ihtiyari/isteğe bağlı fakirlik” hakim.
Sabahtan akşama kadar süren muhaverenin bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. Gayem ise, hem Beyaz Türkler’in neden tedirgin olup, sokaklara döküldüğünün anlaşılmasına katkıda bulunmak, hem de son on yılda “Müslüman Burjuva”yı üretip, ümmeti Beyaz Türkler’e tercih eden garpzedelerin nasıl eve döneceklerine bir Müslümanın hayat tarzı üzerinden yardımcı olmak.
Çavdar Ekmeği
Muhavereden bir fasıl:
– Ya dışarıda bir yere yemeğe gidelim ya da burada bir şeyler yiyelim.
– Burada yiyelim
– Ne arzu edersiniz?
– Siz ne alırsanız?
– İçerde bir miktar çavdar ekmeği var. Uygun görürseniz getireyim; peki ekmeğin yanında ne arzu edersiniz?
– Siz ne alırsanız?
– Siz söyleyiniz?
– Hayır siz…
Israr faslı birkaç defa daha tekrar eder. Satır aralarında ya da “söylenmeyen ifadelerde” o odada akşam yemeğinde sadece çavdar ekmeği yendiği zahir olur.
Gidip arka odada poşet içinde muhafaza edilen ekmekle birlikte iki bardak su getirdi. Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinin yönetim odasında ekmek ve sudan müteşekkil bir sofra kurulu, birkaç kat altta ise fevkalade lüks bir ortamda, çalışanlar mükellef sofralarda yemek yemekte.
Sır zahir olunca sordum, “neden sadece su ve ekmek yiyorsunuz?”
Şehvet, Şöhret ve Yok Oluş
Cevabı her zaman olduğu gibi satır aralarında gizlemeye çalıştı. Birkaç ısrar neticesinde şunları söyledi:
“Malumunuz, Allah Resulü’nün (ﷺ) sofrasına çok defa sadece su ve hurma olurdu, belki bu haliyle bu masada o muhteşem sofraya benzer. Maddede olduğu gibi manada da O’ndan nasibdar oluruz. Sonra bu sofrada “bir hiç” olduğumu daha derin bir şekilde idrak ediyorum. Bu derinlikte asıl idrak ettiğim ise, malum anlamda sermayeye hakim olmanın aslında bir nevi kölelik olduğunu da anlamak… Allah muhafaza buyursun, kendinize mukayyet olamaz yani ayağınızı ubudiyet merkezli konuşlandıramazsanız, fabrikaların nitelik ve niceliği bir anda sizi enâniyet uçurumlarına sürükler, orada ise şehvet, şöhret ve sonra yok oluş var.
Her şeyin zahire göre ayarlandığı, gülüşler gibi iltifatlarında sahte olduğu modern dünya ruhunuza mezar olur. Enaniyet mahkumiyetiyle başlayan yok oluş dalgasına kapılmamak için asıl vazifenin ubudiyet olduğunu anlama mecburiyetimiz var. Bu yüzden –araba hariç- her şeyi ne olduğumu ve ne olmam gerektiğini bana anlatacak şekilde ayarlıyorum. Bir anlamda ekmek ve su varlığımı kıymetlendirme manivelası gibi. Nefsime, “aslında sen bunlara bile layık değilsin fakat Rabbim’in emaneti olman hasebiyle seni himaye ediyorum. O halde buyur, nimetlerin en kıymetlileri: Su ve ekmek.” diyorum.
Ekmek ve sudan oluşan sofraya her oturduğumda içimi bir şehrayin sevinci sarar. Çünkü bu sofrayla hayvandan daha aşağı hayat yaşayan o küfür yobazlarından ayrılıyor yine bu sofrayla Patani’de, Arakan’da, Hama’da, Hımıs’taki kardeşlerime yakınlaşıyorum.
Zaman zaman iştirak etmek zorunda kaldığım mükellef sofralardan her kalktığımda ise yenildiğimi, dünya mahkûmiyetimin uzadığını düşünürüm. O sofralardan ne kadar uzaklaşırsam malın o kadar benim olmadığını anlıyorum. Aslında tam da eşyayı gerçek şekliyle görebilme hallerinden bahsediyorum…
Hâkimiyet ve Mahkûmiyet Bir Arada
-Mal/mülk nedir?
– Mal hem hakimiyet, hem de mahkûmiyet manivelasıdır. Allah’a kul olanın elinde Şeriat’a mahkum; dünyaya kul olan nazarında ise hakimdir. Mal, hakim olunca sermaye sahibi baleye, anadan uryan tablolara milyarlar verir de Suriye’ye bir ekmek parası göndermeyi lüzumsuz addeder. Hadiseye İslam noktasından bakamadığı gibi asgari bir insan zaviyesinden de bakamaz. Yani kardeş olarak görmediği müslümanı insan olarak da göremez. Onun nazarında Müslüman, her nevi belayı hak eden insandır. Ne kadar zulme maruz kalırsa Beyaz Türkler’e hizmet etme temayülü o kadar güçlenir. Bu yüzden Beyaz Türkler’in vakıfları kiliseye, baleye, dansa şu kadar para akıtır fakat bir cami, bir imam hatip, bir Kur’an kursu duvarına bir tuğla koymaz, koyamaz.
– Bu kadar fabrika ve böyle donanımlı bir merkezin içinde, neden bu kadar sade bir odada duruyorsunuz? – Hayatımın önemli bir bölümü bu odada geçiyor. Ölümü bu odada daha korkusuz düşünüyorum. Kabre bu odadan ineceğim. Hayatın en sahici gerçeğe açılan kapısı kabir, bu odada. O kapıya bakıp hayata “ölüm” ayarı yapıyorum.
Burjuva İsyanının Öncü Kuvvetleri
– Geçenlerde Beyaz Türkler’in on yılda bale, dans, tiyatro vesaireye ne kadar yardım yaptıkları kuruşu kuruşuna gazetelerde haber yapıldı. Başlığı okuyanlar, “Bunlar Türkiye’yi ihya etti.” zanneder. Ne var ki haberin detayına inenler bütün paraların, “Burjuva İsyanı”nın öncü kuvvetlerini yetiştirmeye matuf harcamalar olduğunu gördü. Haramla beslenen öncü kuvvetler, Taksim’de günlerce amuda kalkış halinde durdu.
Gazeteden, tiyatrodan, sinemadan, üniversiteden çıkanlar meydana yürüdü. Yirmi gün kucak kucağa yatıp, dünya kardeşliği için örneklik teşkil edecek pozlar verildi. Çadırda yorulanlar Beyaz Türkler’in Piri Baş Burjuva’nın oteline çekildi. Beyaz Türkler’in web siteleri de hacet yerine varıncaya kadar nerede ne yaptılar, hangi duvara kaç tuğla koydular hepsini sergilemekte. Beyaz Türkler, manşetlere taşınan bu rakamlarla millete, sosyal bilince sahip olduklarını söyleyip imaj düzeltme peşinde. Peki ya siz, yedi ayda baş burjuvanın yıllık “hayır” ortalamasından daha fazla bir parayı yani on trilyonu ayni ve nakdi kalemde olmak üzere Suriye’deki kardeşlerinize gönderdiniz. Fakat ne paranın ne de 170 tırdan oluşan yardım malzemelerinin tesliminde ne sizin ne de şirketinizin adı geçti. Neden?
Bir Teşekkür Uğruna
Allah Azze ve Celle fakir, yetim ve esire yardım edenlerin nasıl olması gerektiğini ifade buyururken, bir karşılık, bir teşekkür peşinde olmamayı, riya ile ameli kirletmemeyi tenbih etmekte. Allah Resulü de (ﷺ) bu hali en güzel şekilde resmetti. Sahabe-i Kiram da, O’nun (ﷺ) her halini bize aktardı. Fakat Sahabe, ﷺ’in sadakayı kime, ne zaman ve nasıl verdiğini göremediğinden nakledemedi. Çünkü riya karışmasın diye Allah Resulü ﷺ verdiği bütün sadakaları izmar etti.
Rabbimiz’in rızasını kazanmaya matuf olan bu amellerde adımızı ilan edersek süfli duygular bize hakim olur. Bir plaket, bir teşekkür uğruna bütün ameller gider.
Adım ve şirketim belli olmayınca hediyemizi kabul eden kardeşimizin onuru muhafaza ediliyor. Onun için kardeşlerimden rica ediyorum, hediye verirken sakın ha fotoğraf çekmeyin, habersiz çektiyseniz sağda solda paylaşmayın. ﷺ de, sahabe de Büyük alimler de böyle yaptı. Ebû Hanife Hazretleri hediyeleri dağıtırken geceyi bekler, insanlar istirahate çekilince yüzünü şalla sarar, gündüz tespit ettiği kapılara onları bırakır, yoluna devam ederdi. Böylece hem komşular o Müslümanın, yardımla geçindiğini görmez hem de alan, vereni tanımaz, tanımadığından sokakta gördüğünde ona karşı bir eziklik yaşamazdı.
Sonra mal, bu gün burada, yarın onu yardım olarak alan kardeşlerimizin elinde olabilir. Bu da gösteriyor ki, biz Allah Teala adına tasarrufta bulunan vekiller gibiyiz. Nasıl vekil, müvekkile sadakat göstermekle sorumludur, biz de Rabbimiz’e karşı sadakatle mükellefiz. Hadiseyi şu şekilde düşünebilirsiniz: “Burada çalışan şu kadar insan yönetimin talimatlarını yerine getirmekle sorumludur, tıpkı onun gibi biz de Kâinatın Sahibi’nin mülkünde O’nun talimatlarıyla hareket etme mecburiyetindeyiz. O, yardım nereye ve nasıl yapılacak buyurduysa öyle olacak.”
İslam adına neyi doğru yaptıysak Onu ﷺ’in sünneti ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin eserlerinden öğrendik. Bu yüzden neyin, nasıl yapılacağını birkaç program yöneticisinin fakirin onurunu ayaklar altına alan faaliyetlerinden değil Allah Resulü’nün (ﷺ) ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin mirasında ararız. Ecdadımız da öyle yaptı. Alanla veren, birbirini görmesin diye vakıflar kurdu, cami avlularına sadaka taşları koydu.
Bu Gün Tencere Yarın Dizlerini Dövsünler
Anadolu’nun alın teri dev şirketlere dönüştü, büyük bir mecra oldu. Bir arktan fukaranın bağına akıyor, diğer taraftan ise Beyaz Türkler’in faiz vadilerini temizliyor. Beyaz Türkler bu yüzden sokakta, bu yüzden tencere tava dövüyor. Yakında da dizlerini dövecekler.