Batı, siyasi ve iktisadi menfaatlerini teminat altına alabilmek için diğer medeniyetlerin muhtevasıyla oynadı, muhtemel bir dirilişe engel olabilmek için de onların idrak ve varoluş usullerini ya imha etti ya da kullanılamaz hale getirdi. İmha tufanı, reddi kadîmi besledi. Sömürüye maruz kalan her millet, kendini var eden değerleri sürgüne gönderdi. Bu süreçte Müslümanlar da ilmi ve fikri hasılalarını terk etti. Fıkıh budandı, elde kalan “ilmihal” her mevzuda “yenilik” isteyen mustagribler elinde huşu ve takvadan uzak şekiller mecmuasına dönüştü. Muamelât ve ukubât alanına giren hükümler seküler batı uygarlığının dünyasına ait yasalar esas alınarak değiştirildi.
Teselli Faslı
1924 yılında kurulup 1933 de kapatılan, 49’da tekrar açılan İlahiyat Fakültesi, hem zarfı, hem de muhtevası itibariyle –sanki imha ameliyesinin teselli faslını üstlenmişti. Millete, “Kapatılan medreseler yerine yeni arayışlar içerisinde olmayın, işte İlahiyat Fakülteleri” denilerek Anadolu’da yeniden ilim ve fikir sarayları kurma hamlelerinin önüne geçildi.
Alimden Din Münekkidine
Ali Fuat Başgil’in, “Mevcut programla, bu okullardan alim değil, din münekkidi çıkar.”, endişesi maalesef gerçek oldu. Kifaî derecede fıkıh ve tefsir okumadan, “Fıkıh ve Tefsirde tartışmalı konular” dersi alan her öğrenci, yakîn bir imanla girdiği fakülteden derin şüphelerle mezun oldu.
İmha Harekatı
İslam coğrafyasını etkisi altına alan imha hareketi, en büyük tahribatı bütün medreseleri kapatılan İstanbul’da, en az hasarı ise dağ köyleri medreseye çevrilen Hind kıtasında yaptı. Ulema, her türlü resmi vazifeyi reddedip köylere çekildi, Muhalled ders nizamına göre öğrenci yetiştirdi. İnkar bendlerini ilim ve fikirle patlatacak iki mecra açıldı: Diyobendi Medreseleri ve Nedvetülulema… İslami ilimlere vakıf olduktan sonra diğer medeniyet havzalarını da tanıyan ve hiçbir tesir altında kalmadan eşya ve hadiseye dair kıymet hükmünü veren çağın fakihleri, muhaddisleri, mütefekkirleri bu iki medresede yetişti.
Merkez Olabilmek
Hayatı İslam’a göre tayin edebilmek için evvela merkezi inşa etmek, merkezde derinleşmek gerekir. İlahiyat’ın merkezi, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’tir. İslami ilimler bu merkezde örgüleşmiştir. Bu merkezde akıl muteberdir fakat kıymeti nisbetinde vazife üstlenir. Ne bir adım önde, ne de bir adım geride durur.
Vahiy Doğruya, Felsefe Yanlışa Götürür
Akıl vahye iktida eder. Çünkü vahiy doğruya, mahza felsefede yanlışa götürür. Fakat felsefe, “neyin doğru olduğunu idrak edebilmek için neyin yanlış olduğunu bilmek gerekir”, faslından bir kıymete sahiptir. Bu yüzden İslam, ne sadece felsefeyle ne de felsefesiz anlaşılabilir. Felsefe, yanlışın müessisi olduğundan hakikati bulduramaz. Bilakis neyin “hakikat” olmadığını gösterir. Kim felsefenin buldurucu olduğunda ısrar ederse, “buldum, bulacağım” zannıyla hem “hakikate” hem de şakirtlerine ihanet eder.
Felsefenin Allah Teala ile rabıta kurma gibi bir önceliği yoktur. Mücerred akıl onu nereye götürürse, oraya gider. Kutsal tanımaz, Vahye karşı buyurgandır. Fakat her nevi tuğyana fikri hüviyet verip, ihtiramda bulunur. Yanlışı tesis etmede ne kadar açılacağını ve nerede duracağını filozof da bilmez. Bu yüzden zihinsel faaliyetlerinde ya da düşünce makberlerinden arakladığı hasılayı aktarmada bir usule riayet etmez. Ne hesap verme korkusu, ne takva, ne de veradan nasibi vardır. Bu yüzden aklını felsefeye kaptıranlar hevalarına göre nassları tevil ederken vicdan muhasebesi yapmaktan mahrumdur.
Şakirtlerin Kıymet Melekeleri
Filozof ya da felsefe şakirtlerinin idrak ve kıymet melekeleri marazlı olduğundan kendilerini ya Peygamberlerle aynı seviyede ya da onlardan daha üstün görürler. İbn Rüşd, din ve felsefeyi aynı memeden süt emen iki kardeşe benzetir. Felsefeye göre, peygamber hakikate, vahiyle doğrudan, filozof ise aşağıdan yukarıya burhanla ulaşır. Farabi’nin filozofun talip, peygamberin de matlup olmasını nazara vererek filozofun peygambere rüçhaniyetine hükmetmesi, felsefenin hikmetsiz nasıl inkara saplandığının resmidir.
Medeniyete Giden Yol
İslami ilimler havzasında muvazeneyi sağlayıp merkez olamayan İlahiyat Fakülteleri, felsefenin, öğrencilerini ilim ve irfan vahası kuruyan düşünce çöllerine savurmasına mani olamamıştır. Kelam ve usulden önce felsefeye muhatap olan öğrenci, savrulduğu düşünce çölünden çıkmak için eşya ve hadiseyi İslami bir nazarla tahlil edemez. Çoğu defa Medeniyete giden yolu bulamaz.
Hadisenin bu boyutuna kör kalıp Gazzali örneğinden hareketle felsefe müdafaası yapan Yasin Aktay, felsefeyi hikmet; hikmeti de felsefe zannedip rakip takım lehine tezahuratta bulunan zavallı seyirci konumuna düşmekten kendini alamamıştır. Evvela bilinmeli ki, Gazzali İslami ilimlerde merkezdir. O fakihtir, usulcüdür, müfessirdir, mutasavvıftır, mantıkçıdır. Medreseyi tehdit eden fikri anarşiyi sonlandıran düşünce çölünü vaha vari yeşerten allamedir.
Gazzali bu ameliyesinde muvaffak olabilmek için, yaklaşık iki yıl tasnif ve tedristen arta kalan zamanını felsefi metinleri tanıma ve tanımlamaya ayırmış, öğrenciler için “kifaî derecede felsefe okuma kılavuzu” hazırlamıştır. En zeki talebeleri, filozofların halkalarında öğrenci olmaya zorlayan felsefi metinler, Gazzali tarafından mücerred okumayla çözülmüş, anlaşılmaz olmaktan itibar kazanan felsefe, en büyük darbeyi onun “Makasıdulfelâsife” adlı eseriyle almıştır. Gazzali, meseleyi kıymetlendirirken şunları söylemiştir: “Allah beni iki yıldan daha az bir zamanda sırf okumak yoluyla onların ilimlerinin nihai noktasına vakıf kıldı.” (Gazalî, el-Münkız, 34,35). Gazzali’nin bu süreçte kaleme aldığı “Tahafut”, felsefi muhtevanın İslamî nazarla kıymet derecesini ortaya koymuştur.
İlahiyat’tan Felsefe Mabetlerine
İslami İlimlerde merkez olamayan İlahiyatlar, maalesef ki öğrencileri ne ilmi ne de fikri manada tatmin edemedi. Daha ilk yıllarda öğrenci diplomasını alıp, “Harvard’ta, Cambridge’da” yüksek lisans yapmanın hayalini kurdu. İmkan bulunca da felsefeyi kutsayan, İslami ilimleri aşağılayan oryantalizmin bilgi mabetlerine “rıhleler” yaptı.
Yusuf Kaplan’ın, “Felsefenin, bir işe yarayabilmesi için, terkedilmesi, yani aşılması, hikmetle buluşabilmesi şarttır.” şeklindeki değerlendirmesi, neden felsefe derslerine keyfiyet ve muhteva ayarı yapılmasının da cevabıdır.
Yerinde okutulmayan ya da İslamî ilimler geleneğinden mahrum olanların elinde tatminsiz öğrenciler yetiştiren felsefe, İslamî ilimleri aşağılayan münkir bir neslin yetişmesine vasıta olmaktadır.
İslam Düşüncesi mi, İslamî Düşünce mi?
İyi derecede İslamî İlimler okumadan felsefeye dalmak fikri anarşiye yol açar. Vahiyle, düşüncenin koordinatlarını tam olarak belirleyemeyen her öğrenci, belli bir zaman sonra İslam’ı da düşünce sistemi olarak görmeye başlar. Her mevzuda “indî” yorum yapar, “bana göre” diye fetva verir. Hakikatte ise İslam, bir düşünce sistemi değil, vahiydir. Bu yüzden Üstad Necip Fazıl, “İslam Düşüncesi” terkibini, ulvi olanın beşeri olana mahkumiyeti şeklinde yorumlar. İslam, aslı itibariyle münzeldir/indirilmiştir. Düşünce onun esası değil, zamanla ulemanın münzel/vahiyden derin düşünce neticesinde anladığıdır. Bu yüzden Müslümanların zihni hasılalarına, “İslam Düşüncesi” değil, “İslamî Düşünce” yani vahye aidiyeti olan düşünce demek gerekir.
İslamî Düşünce sisteminin kurucusu vahiy; felsefenin ki ise akıldır. Bu cihetle İslami Düşünce felsefeyle aynı bağlamda ele alınamaz. “Tefsire şu kadar ders ayrıldı, felsefeye de bu kadar tahsis edilmeli.” denemez. Felsefi aklın hasılası, İslamî düşünceye rakip olamaz.
Felsefe Nerede Durmalı?
Müslümanlar, vahyi koruma ve anlama çerçevesinde diğer medeniyet havzalarında olmayan ilim dalları inşa etti. “İki asıl” olarak şöhret bulan Usûl-u Fıkıh ve Kelam insanlara beşer aklının ulaşabileceği nihai noktaları gösterdi. Kelamcılar, farklı medeniyet havzalarının tenkitlerine ve onların tesiri altında vahyi anlayan sapık fırka mümessillerine niçin ve nasıl iman edileceğini ilzamî bir dille anlattı. Aklın da, kalbinde yolunu aydınlattı. Usulcüler ise tayin ve tesbit ettikleri esaslarla Kur’an ve Sünnet’in her çağın sorunlarını çözecek muhtevada olduğunu gösterdi.
Usul-u Fıkıh, fikir/fıkıh imal etmeyi, Kelam’da; İslamî Düşünce sistemi içerisinde kalarak “hakikat”in nasıl anlaşılacağı ve anlaşılan hakikatin de neye göre korunacağı noktasında esaslar belirledi. Kelam, vahyi muhafaza adına mücerret ya da muharref düşüncenin yakasına yapıştı. Kelamî hasılayı -insaf sahibi her aklı ikna edecek şekildebir araya getiren Taftazanî ve Cürcanî’nin Şerhul-Mevakıf ve Şerhul-Makasıd’ı bütün muhtevası mücerred düşünce olan mutezile ve felsefeyi sigaya çekti. Çağının düşünce sistemleriyle hesaplaşan Taftazânî ve Cürcanî onlara ne olduklarını ve nerede durmaları gerektiğini de öğretti.
İslamî Düşünce, felsefeyi hesaba çekme sürecinde onu bütünüyle reddetmemiş bilakis ondan “fevâid” çıkararak akl-ı selimin hizmetine sunmuştur. Dün bu hizmeti yapabilen Kelam, bu gün de –nisbi müdahalelerle- yapabilecek güçtedir. Fakat asıl büyük mütefekkirler, kurucu ve sorgulayıcı akıllar usul ve fıkıh alimleri arasından çıkmıştır. Bu yüzden tefekküre kelamla başlayan Ebû Hanife (rahimehullah) hicri 120’den itibaren alan değiştirip fıkha yönelmiştir. Birinci sınıf akılların kendilerini tatmin edecekleri yegane alan fıkıhtır. Müslümanlar on iki asır dünyayı fakihlerin ictihatlarıyla idare etmiştir. Bu yüzden İslamî muhtevayı imha hareketi öncelikle fıkhı hedef almış ve onu “ilmihal” sınırlarına mahkum etmiştir.
İslamî İlimleri Sürgüne Göndermek
Merkez olamayanları yani İslami ilimlerin dünyasına giremeyenleri, felsefe çölüne çekmek ana dilini henüz öğrenmeyen çocuklara ecnebi lisanı öğretmek gibidir. Bu ne kadar yanlışsa İslami ilimleri sürgüne gönderip, felsefeyi buyur etmek de o kadar hatadır. Lisan öğrenmek esas itibariyle farklı ufuklar tanımak için gereklidir. Fakat kişinin kendi ufkunu tanımadan başka ufuklara açılması, kendi medeniyet havzasından koparılıp Batıya mahkum edilmesi nasıl doğru kabul edilip, müdafaa edilir? Sınırlı düzeyde İslami eğitim alan İlahiyat öğrencisi bu mahkumiyetten kurtulup, Türkiye’nin ve İslam dünyasının geleceği adına ne kadar sağlıklı düşünebilir?
Neye Karşıyız?
“Neden felsefe okutuluyor?” diye müşteki değiliz. Felsefenin okutulma şekline, muhtevasına, “İslam Felsefesi” terkibiyle bu dersi verenlerin İslam harfleriyle yazılan metinleri okuyamamalarına, bu yüzden Batılıların eserlerine mahkum olmalarına ve nihayet felsefenin yerinin yeniden tayin edilmesi talebine karşı muhafazakar bir tavır alıp, eğitimi mahveden sistemi savunma reflekslerine karşıyız.
Eğer eğitimde başarı fakülte açmak, bina yapmak, tedrisata büyük bütçeler tahsis etmek, mezun öğrenci sayısını artırmaktan başka bir şeyse, o başka bir şey noktasında İlahiyatların ne halde olduğu ortadadır. Buna itiraz edenler, Diyanet’in düzenlediği “yeterlik sınavlarına” gözlemci olarak katılıp, savundukları programdan mezun olan öğrencilerin ne durumda olduklarını görebilirler.
Hal Muhasebesi
Gayeleri arasında, İslamî eserleri ana çizgileriyle okuyup anlayabilecek öğrenciler mezun etmek de olan bu okullar acaba şu kadar yıllık tedrisat hayatında bunu ne kadar başarabilmiştir? Dışarıdan eğitim almadan mezun olan kaç İlahiyat mezununun kıraatı imamlık için kafidir? Eğer mezunlar İslami ilimlerde yeterli ise neden Diyanet bunları otuz aylık bir eğitime aldıktan sonra kürsüye çıkarıyor? İmam Hatip okullarında Arapça ve Kur’an-ı Kerim öğretilememesinin bir sebebi de kifaî derecede eğitim almadan mezun olan İlahiyatçılar değil midir? Niçin pek çok İlahiyat mezunu vaaz edemez? İlahiyat, neden şu kadar kız öğrencisine tesettürle teberrüc arasındaki farkı anlatamaz?
Maalesef ki savunulan bu programın başarılı olduğu tek bir nokta vardır, o da nasıl Arapça, Kur’an-ı Kerim ve hatta felsefe öğretilemeyeceğini göstermiş olmasıdır. Millet evlatlarına merhamet eden birinin kalkıp bu hali dava etmesi, bu izmihlale dur demesi gerekir.
Ölümü gösterip, milleti sıtmaya razı olmaya çağıran bir anlayışın tarihi tecrübeyi ve medeni birikimi dikkate alarak, bu günün ve yarının ihtiyaçlarını karşılayacak bir İlahiyat müfredatı hazırlaması ne kadar mümkündür? Terör meselesi, Suriye, Mısır, Arakan gibi muzdaribler coğrafyası, bir dine iki mabed tahsisi gibi aktüel konularda fikir beyan etmeyi, alan dışı faaliyet olarak gören, milletin “Şimdi sen konuşmalısın.” dediği zamanlarda, “İşte şimdi susmam gerekir.” diyen bir zümre, ilim ve hikmet mecralarını açacak hamleyi yapabilir mi?
Eski halin devamından yana tavır alanlar, ya mevcut sisteme göre mezun olan öğrenciler arkasında namaz kılmadılar ya da yaz kursuna giden kabiliyetli bir talebe kadar kıraatten anlamadıklarını ilan etmektedirler. Onların Kur’an, tefsir, hadis gibi derslerin felsefe kadar ehemmiyeti olmadığını savunacaklarına ya da maşeri vicdana ilan edilmesi İslam’a zarar verecek küçük hesaplar peşinde olacaklarına ihtimal vermeyiz. “Bizim Allah’la değil batıyla irtibat kurma problemimiz var, o irtibatı da ‘felsefe’ sağlar.”, gibi bir niyet taşıdıklarını da düşünmek istemeyiz.
İlahiyatların İlmî Kıymeti
Mevcut haliyle devam etmesi istenen İlahiyat Fakülteleri İslam dünyasında ilmi hüviyetleriyle ne kadar tanınıyor? Bu okullar şu kadar yıllık tarihinde dünya çapında itibara sahip kaç alim yetiştirdi? Fazlurrahman özel sayısı çıkaran editörler, Hasan Hanefi oturumu düzenleyip Cumhuriyet’e, “İşte aradığımız Hoca” nevinden manşet attıranlar bir buçuk milyarlık İslam alemi için hangi çalışmayı yaptı? Neden her nevi imkana sahip olmalarına rağmen ilmi çalışmalarda referans alınmazlar? Medrese müktesabatı olmayan kaç İlahiyatçı, Kur’an-ı Kerim’in diliyle eser telif edebilir? İslami İlimleri bir Kur’an kursunun ufkuna mahkum etmek isteyen Modernlerin ilmî ve fikrî itirazları eğer onlara aitse İslamî literatürün önemli bir bölümünü mutaala etmiş olmaları gerekirdi. Fakat defaatle müşahade edilmiştir ki pek çoğu üç tane hadisi dahi senediyle okumaktan acizdir. İlmi kıymeti, ünvanıyla sınırlı olan bu modernlerin Ehl-i Sünnet’e itiraz ettikleri mevzularda nesepleri kime dayanır? Bilgi ağaçları kimler? Basit ve sığ ilmi hasılalarını kimlerden arakladılar? Yoksa bütün yaptıkları ve yazdıkları oryantalistlere ait eserlerden kopya almak mıdır? İslam dünyasında itibar görmemelerinin nedeni ikinci el kabul edilmeleri midir?
Susanlar ve Konuşanlar
İlahiyat kontenjanlarının 300’lerden 20’li rakamlara çekildiği, başörtüsünün yasaklandığı, Kur’an-ı Kerim derslerinde marşların okutulduğu 28 Şubat sürecinde odalarına çekilip susmayı tercih edenlerin felsefe derslerine müdahale sonrasında toplu açıklama yapması, neyi neden daha üstün ve ehem kabul ettiklerini göstermesi açısından kayda değerdir.
İlahiyat mezunlarını otuz ay süreyle İslami ilimler eğitimine aldıktan sonra kürsüye çıkaran bir kurumun da değişiklikten rahatsız olduğunu beyan etmesi manidardır.
Fikri muhteva cihetinden en nasipsiz yazıların sahibi olan Hüseyin Gülerce’nin de gayrı memnunlar safına geçip, “Her şey okunmalı.” şeklinde mevzuya müdahil olması, talebeye belli kitaplar dışındaki eserleri okuma yasağı getiren bir topluluğa ait olması açısından değerlendirildiğinde en azından ahlaki bir sorundur. Gülerce’nin İslamî mevzulara dair her yazısı, içinde olduğunu zannettiği dünyaya ne kadar yabancı olduğunu ifade etmesi açısından ayrıca bir öneme sahiptir.
Çözüm
Pek çok sınavdan geçerek İlahiyat Fakülteleri’ne intisap eden öğrencilerin ideal anlamda imam-hatip ya da öğretmen olamamalarının sebebi kendileri değil, onları bu hale mahkum eden zihniyettir. Buna rağmen mustagrip anlayışın dayattığı programı koruma noktasında muhafazakar, türâs-ı İslam’ı idrak hususunda ise modern tavır içerisinde olanlar, YÖK’e baskı yapıp eski hali ibka edenler, fakülte mezunu olduğu halde Kur’an-ı Kerim okumakta zorlanan imama, sınıfta öğrenci karşısında aciz kalan öğretmene, fıkıh öğrenemeden diploma alan öğrenciye neyi, neden savunduklarını izah edebilirler mi?
Bütün bunlara rağmen eski halin devamında ısrar eden gayr-ı memnunlar, İslami ilimlerin öğretimine, İlahiyatların dünyada söz sahibi olabilmelerine dair nasıl bir projeye sahiptirler? Kutsal bir emanet gibi korudukları programla İslam’ı çepeçevre saran fikri ve ictimaî inkarı sarsıpyıkacak büyük ruhlu ilim adamları yetiştirebilecekler mi?
Devrimcilik yalanıyla anarşist düşünceye teslim olan gençlere ictima-i adaletin yegane müessisi Allah Resulü’nün siyerini nasıl bir uslüpla anlatacaklar? Din eğitimi, iletişim, rehberlik dersleri okuyan öğrenciler arasından Gazzali gibi çağının sorunları üzerine gidecek büyük hocalar yetiştirebilecekler mi? Eğer bunlara müsbet ve mukni cevaplar veremeyeceklerse ilim tahsili için fakültelerine intisap eden millet evlatlarına merhamet edip şöyle bir teklifi kabul etmezler mi?
İlahiyatlar ve Din Kültürü Ahlak Bilgisi Bölümleri (DİKAB); “İslami İlimler Fakültesi” ve “Teoloji Fakültesi” olmak üzere ikiye ayrılsın. Modernler ve okuduğu Kur’an-ı Kerim hiçbir kıraat imamı tarafından rivayet edilmeyen kâriler DİKAB da kalsın; fakih, müfessir, kelamcı olmak isteyenler “İslami İlimler Fakültesi”ne gitsin. Önce İslami İlimler havzasında “türas-ı İslam”ı tanısınlar sonrasında ise felsefe okusunlar.
Ez Cümle
İslami ilimler ne sadece akılla ne de akılsız anlaşılır. Bu iş ne sadece felsefeyle, ne de felsefesiz olur. Çünkü İslam, gündüzse felsefe gece; İslam aksiyonsa felsefe reaksiyon; İslam doğruysa felsefe yalandır. Gündüz geceye, İslam da gerçek kıymetiyle anlaşılabilmek için felsefeye muhtaçtır. Evet, felsefe mutlaka okunmalıdır. Ama neyin gece, neyin reaksiyon ve nihayet neyin de yalan olduğunu öğrenmek için okunmalıdır. Ne varki İlahiyat Fakülteleri kurulurken felsefe esas kabul edildiğinden -ilerleyen yıllarda ki kısmî müdahalelere rağmen- öğrenci İslami İlimlerdeki mahrumiyetinden dolayı çoğu defa gece ile gündüzü, yalanla doğruyu birbirinden ayırt edememiş bu yüzden yalana doğru, doğruya da yalan hükmünü vermiştir.
Beş yıllık fakülte hayatında tefsirden birkaç kısa sure, fıkıhtan birkaç mevzu ve yüz elli iki yüz hadis okumayı İslami ilimler adına yeterli görenler bu kıymet ölçüleriyle aslında ne kadar ibtidai bir malumata sahip olduklarını da izhar ediyorlar. Bu anlayış, çeşitli sınavlardan geçerek başarısını isbat eden ilahiyat öğrencisini mezun olduktan sonra kendisine sorulan sorular karşısında, “Kalellah-u Teala/ Allah Teala buyurdu.”, “Kale Rasulullah/ Allah Resulü ﷺ buyurdu.” yerine, “Bana göre…” diye cevap vermeye mahkum etmiştir. Çare ise, İslami İlimleri merkeze alarak milletin ihtiyacına göre bu okulları yeniden yapılandırmaktır. Yani İslami İlimlerin asıl, felsefe grubunun ise tali ders olduğu, Türkiye’yi taşıyacak, dünyayı anlayacak, Kahire’de, Dımeşk’te, Bağdat’ta, Mekke’de okuyan kardeşleriyle Kur’an-ı Kerim’in diliyle ilmi müzakereler yapacak öğrenciler yetiştiren bir fakülte inşa edilmelidir. Bunun hayalini kuran İlahiyat hocalarımızın bu süreçte süküt orucuna bürünmeleri, “alimler birliği” gibi terkiplerle kendilerini duyuran müesseselerimizin de fikir beyan etmemesi eski halin devamına dolaylı yoldan destek sağlamıştır.