Okulda, hayatta Allah’tan bahsetmenin yasaklandığı gün; Anadolu, Büyük Doğu Mimarı’nın öncülüğünde muazzam bir fikir ve hareket hamlesine şahit oluyordu. Yalnız başına bir Müslüman bütün küfür yobazlarına meydan okuyor, İslam gençliğine de “Batı’nın akıl ocağında bulacağınız en sahici gerçekler, onun İslam’dan aldığı hakikattir. İşte iz geliniz.” diyordu.
Var olmakla yok olmak arasında ecel terleri döken Anadolu evlatları, “Büyük Doğu” kürsüsünde bayraklaşan; “Yol onun varlık onun gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” çağrısı ile neyi, nerede arayacaklarını, kuruyan yürek damarlarını canlandıracak irfanı yalnızca Allah Rasulü’ne ﷺ teslimiyette bulabileceklerini idrak ediyorlardı. Hakkari’den Edirne’ye kadar bütün Anadolu, dava şuurunu Üstad’ın fikir ve hareket mecrasından aldığı hakikatle Sakarya’nın sularında teşkil ediyordu.
Milletin, ölümden daha derin uykulara dalıp, fikrî ve fiilî varlığını yitirdiği, mektepte İslam’la olan bütün rabıtalarını kopardığı günlerde yayın hayatına başlayan Büyük Doğu Mecmuası (17 Eylül 1943) tam 35 yıl farklı aralıklarla Anadolu evlatlarını ayağa kalkıp Batıyla Hesaplaşmaya çağırdı:
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Üstad’ın öz ruhunda pişirdiği tefekkür iksiri, her nevi inkarcı ideolocyanın mefluç hale getirdiği sanat ve edebiyat vadilerine de ulaştı. Üstad, yalnız başına hayatın bütün cephelerinde İslam adına savaşan dava adamıydı aynı zamanda. Ebussuud’dan olduğu gibi Baki’den, Sinan’dan, Barbaros’tan da koparılan millet evlatları; ne İslam’ın ilimle ne de sanat, mimari, askeriye ve siyasetle irtibatını kurabiliyor. Din namına her şeyi inkar eden bir eğitici kadrosu karşısında evden aldığı “kocakarı imanıyla” ayakta durmaya çabalıyordu.
Bir yapıtın sanat eseri olabilmesinin yegane ölçüsünün, “İslam’la hiçbir şekilde irtibatının olmaması gerektiği” tezinin işlendiği bir devirde Necip Fazıl imzasıyla yayınlanan şiir çalışmaları, İslam’ın sanat vadisi önüne konan bütün bendleri parçaladığı gibi “Müslümandan şair, sanatçı olmaz” yalanlarını da hükümsüz kıldı. Küfür yobazlarının İslam’ı yegane kurtarıcı nizam olarak gören bu büyük fikir, sanat ve dava adamının karşısında dize gelişleri aslında İslam sanatı önünde dize gelişleriydi. Kamusunu yok ettikleri, medreselerini kapattıkları, ulemasını darağaçlarında şehit ettikleri ve “Bundan sonra bu topraklarda kimse İslam iddiasıyla çıkamaz” dedikleri bir zamanda Necip Fazıl milletin cevabıydı. Yok edilmeye çalışılan dilin, dinin, çiğnenen ırzının hesabını soruyor ve “Ciğerinden kalemine kan çekerek” bütün olanların hesabını soracak bir nesil yetiştiriyordu:
“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik…
Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakk’a kölelikte bilen bir gençlik…”
Üstad; her şiirin, her tiyatronun, her gazetenin İslam’ı tahkir ve tezyif vasıtası olarak kullanıldığı bir dönemde Anadolu evlatlarını her alanda küfür yobazlarından müstağni kılacak adımlar attı, eserler telif etti. Tiyatrodan dönerken imanından bir şeyler kaybettiğini hisseden millet evlatları, Onun kaleme aldığı “Bir Adam Yaratmak”, “Tohum” gibi eserleriyle hem tiyatronun nasıl olması gerektiğini gördü, hem de onların dünyasında tiyatro mukaddesatı anlatma, imanı tahkim etme aracı haline geldi. Şehir tiyatroları Üstad’ın eserlerini haftalarca kapalı gişe oynadı.
Tiyatro yazarlığından şairliğe, fikir ustalığından İslamî harekete her şey, Onun elinde “Mutlak Hakikat”e hizmetkarlık vasıtasıydı: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış. Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.”
Üstad, eserleriyle küfür cephesinde hem şaşkınlığa hem de öfke patlamasına sebep oldu. Kazandıklarını zannettikleri cephelerde onların; adına şiir, tiyatro dedikleri belli bir şahsa yalakalık yapma denemelerinin “muşambadan eser” olduğunu gösterdi. Allah Rasulü’ne ﷺ inanmanın fikirde ve sanatta terakkiye mani olacağı “yalan bombası” ellerinde patladı. Allah Azze ve Celle tek bir adamla bile bilumum küfür yobazlarını mağlup edeceğini gösterdi. Üstad; Hz. İbrahim gibi, “Size de Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun.” (Enbiya: 67) dedi. Abdulhakim Arvasi’yi tanıdıktan sonra yazdığı her eserin, akdettiği her konferansın özeti aslında sizin yalanlarınıza ve diktiğiniz putlara yuh olsundan ibaretti.
Ruhunu Batı aklına kaptırdığı Tanzimat’tan itibaren İslam’a öfke kusan, Allah’a kulluğu yobazlık olarak gören “belhum edal”den daha aşağı taklitçilere, fikrin de bir namusu olduğunu gösterdi. Kaleminin gücünün; yanlışlarının millet evlatlarına tesir etmesine mani olduğunu gören komünistler, bir gün huzuruna gönderdikleri “Rus sefiri” vasıtasıyla ona şu lanetli teklifi yapmışlardı. “Komünist olsanız size Moskova’nın yarısını veririz”. Üstad’ın şu şiiri bu nevi bütün tekliflere cevabıydı:
Ellerime uzanan dudakları tepeyim.
Allah diyen, gel seni ayağından öpeyim.
Üstad, küfre karşı vakarı bütün suret ve şekilleriyle kuşandı; milletin eğilmeyeceğini gösterdi. Kasabada orta mektebi, ilçede liseyi bitirip büyük şehirlerde üniversite okumaya giden Anadolu çocuklarına, köşe başlarını tutan “mütref yapılanma”nın ya da sabataist cemiyet pramitinin esasında mukavvadan suretler olduğunu ve elindeki iman kılıcıyla hepsini hak ile yeksan edeceğini anlattı. İslam’ı, cumadan cumaya radyo programında konu edinmeyi, ölünün musalla taşı üzerine uzatılmasını İslam’a yetecek kadar kafi bir hürriyet olarak gören küfür yobazlarına, yanına aldığı millet evlatlarıyla şöyle dedi: “İslamiyet’i istemiyor, ondan nefret mi ediyorsunuz? Lütfen, ondan devraldığınız her kıymet ve serveti iade edin de öyle konuşalım! Başta sancak olmak üzere bütün vatanın; kumar parası gibi harcana harcana tükenmeyen ve hala dünyanın en nazik kilit noktalarını çerçeveleyen coğrafyamızın iadesini istiyoruz! Bu kilit noktalarını ele geçiren ruha sadık olmayanlar, onun infak hakkı üzerinde nasıl mülkiyet iddia edebilirler?” (Hitabeler, 185).
Üstad, Anadolu kıtasının gerçek sahipleri olduklarını söylediği millet evlatlarına karşı tevazusuyla, “Kendi aralarında merhametlidirler.” (Hucurât: 29) ayetine mazhar oldu.
Üstad; Siyaset, tarih, sanat, davet külliyelerinden oluşan bir üniversite gibiydi. Öğrenci gibi, seyyar satıcı da Büyük Doğu ile tanışınca kitap çapında bir müktesabata sahip olurdu. Onun, “kapıdan göndersem bacadan gelir” ifadesiyle Büyük Doğu’ya bağlılığını ifade ettiği bir seyyar satıcı, üniversite talebeleri için öğretim üyelerinden daha ziyade dinlenmeye ve sohbet edilmeye değer görülürdü. Talebeler, fakültedeki derslere gitmez; Marmara Kıraathanesi’nde ya da Küllük’de Üstad’ın çevresinde yetişen seyyar satıcıyı dinlerdi.
Devrimbaz öğretmenlerinin inkar hezeyanları karşısında susan lise talebeleri, onu tanıdıktan sonra “Büyük Doğu” lügatıyla onlara karşı koyarak, “Beni Allah tutmuş kim eder azat.’ dedi.
Millet evlatları; Mecmua’nın çıkacağı günü heyecanla bekler, “Büyük Doğu” nizamnamesine göre ruh ve şekil bulan; “Büyük Doğu” üniversitesinde “Büyük Doğu” idealinin ana kitabı, “İdeolocya Örgüsü”nü okuyarak hem İslam’ın ne olduğunu ve hem de onu yıkmak için uydurulan devrim masallarının da ne kadar sığ, basit ve naif düşünce marazları içerdiğini görürdü. İslam gençlerinin kime niçin iktida etmesi gerektiğini müşahhas örnekler çerçevesinde anlatabilmek için ham yobazların karanlık suretleriyle gölgelemeye çalıştığı alana yöneldi ve alınlarında İslam tuğrası taşıyan “Sonsuzluk Kervanı”nın nurdan heykellerini, “Veliler Ordusundan 333; Başbuğ Velilerinden 33; Son Devrin Din Mazlumları; O ve Ben” gibi eserleri telif etti.
Hocaların sufli bir genellemeyle çok yiyen, menfaat düşkünü, ölü istismarcısı olarak gösterilmeye çalışıldığı bir dönemde akıllara hayret verecek veliler hayatını anlatarak millet evlatlarına “gerçek kahramanları” gösterdi.
Üstad, bütün siyer kitaplarından farklı bir dille kaleme alınan “Çöle İnen Nur”da Allah’a giden biricik yolun Allah Resulü’ne ait olduğunu, insanlığın umudunun da ufkunun da O olduğunu anlattı. Üstad, Allah’ın, İnsan ehramının en yüksek noktada en güzel eseri olarak yarattığı Efendimiz’e karşı aşkını ifade ederken de şöyle der; “Topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olabilseydim.” (Çöle İnen Nur; 10).
“Kısa ve kalın hatlarıyla Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu’yu anlattığı ve “İdeolocya Örgüsü’ne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden biri” olarak nitelediği “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” başlık eserini kaleme alarak, “Türkiye’yi, İslam alemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsünü lif lif ortaya koymuştur.
Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, neye, niçin karşı çıkılacağını göstermenin yanında, neye ve niçin teslim olunacağını resmetmektedir.
Yüzden fazla eser telif eden Üstad, birilerinin İslam’ı; çağın hakim unsurlarına göre yeniden yapılandırmak istediği, ümmete rağmen küresel eşkiyalarla kirli ittifaklar kurduğu, İslam’ı ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalara “ictihad” deyip meşruiyet kazandırmaya çabaladığı bir zamanda yeniden okunmalıdır. Büyük Mecrası öz derinliğine kavuşmalı ki kirlenen vadilerimiz İslam’la yeniden temizlensin.