İNSANLIĞIN UMUT KITASI ALEM-İ İSLAM
Neyi yitirince yüreklerimizi birbirine bağlayan ruhu kaybettiysek, onu kazanınca, Şam’ı Bağdat’tan, Bağdat’ı da İstanbul’dan ayıran sınırları ortadan kaldırmış olacağız. Bunun için Âlem-i İslâm’ın farklı noktalarında mücadele eden, emperyalizma ile hesaplaşan milyonlarca Müslüman var. Onların cihadını yerinde görmek, muvaffak oldukları hususlarda kendilerinden istifade etmek, tarihî tecrübemiz ve ilmî mirasımız noktasında istişareler yapmak, İslâmî tedrisât babında teâtî-i efkârda bulunmak, İstanbul’da yazılan bir kitabı Lahor’da, Lahor’da neşredilen bir mecmuayı da bütün bir Bilâd-ı İslâm’da oku(t)mak; eserleri, yerinde tespit edilen yeni sorunları dikkate alarak telif etmek; ilim, fikir ve harekette yeni terkiplere gitmek, Ümmet olarak neye maliksek tamamını Kur’an ve Sünnet mizanında öz-posa ayrımına tabi tutmak gibi ameliyeleri gerçekleştirebilmek adına farklı İslâm beldelerine, farklı zamanlarda yapılan seyahatlerin bir hasılası hükmünde olan bu kitabı sâir seyahatnâmelerden ayıran en temel hususiyet ise, hadiseyle iâşe, ibâte ve zevk u sefa boyutu yerine ilim, fikir ve hareket cihetiyle alakadar olması ve bu noktada teşhis ve tespitler ihtiva etmesidir.
* * *
Cava Adaları’ndan Cebel-i Tarık’a, Doğu Türkistan’dan Gana’ya kadar uzanan direniş hattında Ümmet’in yarınlarına dair güzel haberler var. Kur’an-ı Kerîm’in, Allah Teâlâ’nın eşya ve hadiseye tatbik edilmeyi bekleyen talimatlarından ibaret olduğuna inanan müminler, çöllere vahâvârî hayat verdi; Âlem-i İslâm yeniden insanlığın umut kıtası hâline geldi.
Allah’ın selâmı üzerinize olsun.
İKİ DEVRİN ULU HOCASI ALİ HAYDAR EFENDİ
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ekseninde şekillenen kurtarıcı / yönlendirici hayatlar,şahıslar noktasında farklı olmakla birlikte özde aynı muhtevaya sahiptiler.Kurtarıcı hayatlar, değişik asırlarda yaşayan alimlerin şahsında sürekli güncellenirler. Halidi Şeyh Ali Haydar Efendi (r.a.) bu nevi hayatların en önemli kahramanlarından biridir.
Temel islami ilimlerin hemen her disiplinde otorite olması, alimler tarafından “hacet kapısı” olarak algılanması,korkudan nefeslerin tutulduğu bir dönemde Hakk’ı söylemekten imtina etmemesi, Osmanlı Devleti’nin ahir, Cumhuriyet ‘in ise önemli bir bölümünde irşat hizmetinde bulunması, moderniteye ferdi, ailevi, içtimai, ilmi ve fikri alanda sessiz fakat kararlı bir şekilde direnen cemaatin ulu hocası olması gibi nedenler, Ali Haydar Efendi’nin (r.a.) hayatının öğrenilmesini günümüz müslümanları için gerekli kılmıştır.
BİN YILDIR DÜŞMEYEN CEPHEMİZ DOĞU TÜRKİSTAN
İnsan kafasını fare kafasından ayıran en temel özellik zalime karşı duyduğu öfkedir. Küfre öfkesi olmayan bir iman sinede yük, Ahiret’te vebaldir. Çocuklara küfre karşı öfke duymayı büyük bir hakikat olarak öğretelim ki ZALİME dost değil Osman Batur, Abdulkâdir Damulla, Sabit Damulla gibi hasım olsun, “her şey bitti” dendiği bir anda murabıtlar ordusu olarak Kızıl orduları hezimete uğratsınlar.
Çin de ABD de elbet bir gün çökecektir. Kavlî dualarımız fiilî dualarla birleşir, küfre olan adavetimizi Çin mallarını boykot ederek gösterirsek mazlumların duasıyla tarih olan Sovyetler gibi varlığını mazlumların ahı üzerine bina eden Çin de elbet bir gün enkaza dönecektir. Bin küsür yıllık ribatımız düşmeyecek, İslam’a yol açan Doğu Türkistan yeni Osman Baturlar yetiştirecektir.
Sen sana düşeni yap ki Kiramen Kâtibîn melekleri seni bu zulmün karşısında duran bir muzdarib, bir murabıt olarak yazsın. Müslümanlara çağrıda bulun, “Çin malı almayınız!” de. Çevrene bu zulmü anlat; müminleri seher vaktinde mazlumların kurtuluşu, Çin’in yıkılışı için duaya davet et.
Vakit tamam olup muhteşem ordular sefere çıktığında açık hava cezaevine dönen İslam beldeleri yeniden Müslümanlar için yurt olacaktır…
* * *
Bu kitap, bin küsur yıllık ribatımız olan murabıtlar yurdu Doğu Türkistan’ın hürriyet mücadelesinin nasıl olması durumunda tekrar Allah Azze ve Celle’nin nusretinin tecelli edeceğiyle alakalı soruya bir parça katkıda bulunursa varoluş gayesini yerine getirmiş olacaktır.
BİR AKİDE KIRILMASI NÜZUL-İ İSA
Akide’nin sem’iyyât bölümündeki ahkâm ya ayet-i kerimeler ya da mutevatir hadislerle sabittir. Nüzûl-i İsa da bu mevzulardandır. Delillerinin hem vürûdu hem de delâleti kat’i olan bir konuda aklın arkasına sığınarak hüküm vermek, sem’iyâta ait daha pek çok hususun inkârına kapı açar. Zira Kelam İlmi’nde “belhüm adal” derekesindeki akılların idrak edemediği daha yığınla mevzu vardır. Güneş sistemini boşlukta tutan, dünyayı binlerce hususu bir araya getirerek yaşam merkezi kılan, bir et parçası olan dile konuşma hususiyeti veren, kemik ve et karışımı olan kulağa duyma sistemini koyan Allah Azze ve Celle Hz. İsa’yı (a.s.) bedeniyle huzuruna almaya, orada yaşatmaya, Kıyamet’in öncesinde tekrar dünyaya indirmeye elbette kadirdir.
“Eğer Hz. İsa (a.s.) yaşıyorsa nerededir, ne yer ne içer?” gibi sorunların temelinde, İslam’ı ideolocyaları esas alarak sorgulama denâeti vardır. Oysa İslam’la küfür, Batıyla Doğu iki zıt kutuptur ve hep öyle kalacaktır.
İki ana başlık altında mütalaa ettiğimiz Nüzûl-i İsa meselesi eserin ilk bölümünde ayetler bağlamında, İkinci bölümünde ise daha çok hadisler zaviyesinden tahlil edilmiştir.
Bir İnkılaptır Namaz
Niçin namaz kılıyoruz? Daraldığında namaz kılan bir Peygamber’in(s.a.v.) ümmeti, niçin namaz kılarken daralır? Namazın mana haritasında neler var? Kıyam, rükû, secde bize ne söyler? Bedenle kılınan namazları, nasıl yürekle de kılarız? Hangi namaz; fikirde kıvam, harekette kıyamdır? Sahâbeyi bir dünyadan alıp başka bir dünyaya taşıyan namaz, bizi de mâsivâdan mâverâya götürür mü? Madem namaz kötülükten alıkoyar, Âlem-i İslâm’daki bunca münkerât niyedir? Nasıl Huşû ile namaz kılarız? Niçin namaza “Allah-u Ekber”le başlar; neden eğilirken, kalkarken, secdede, rükûda “Allah-u Ekber!” deriz? Hangi ezan insanlığı uyandıracak; yürekle okunan mı, notayla söylenen mi? Fâtiha okurken aslında neler söylüyoruz? Namazın kabul olup olmadığını nasıl anlarız? Bizim de zevk derecesinde namazlarımız olur mu? Allah Rasûlü bela ve musibet anında niçin namaz kılardı? Yere çömelip göğe yükselmek ne demek? Kâfirler niçin namazdan korkar? Biz de sahabe gibi vecd halinde, aşk makamında namazlar kılabilir miyiz?” gibi soruların cevabı bu kitapta.
Bir Mekteptir Oruç
Ramazan’ın son on gününde minârelere, “Elvedâ Ey Şehr-i Ramazan!” mahyâsı asıldığında ya da yanık sesli hafızların, “Elvedâ Ey Şehr-i Ğufrân” ilahileri duyulduğunda her yaştan insanı bir ağlama hâli tutar; ihtiyar ağlar, kadın ağlar, çocuk ağlar, köy ağlar, şehir ağlardı. Hafızların mukâbelelerinin, vâizlerin söz ve üsluplarının konuşulduğu iftar sofralarında, buruk bir sesle, “Bugün de gitti…” derdi âile büyüğü. Son iftarda gözler dolar; herkes, “Seneye yâ nasip…” der; fakat kimse “Bu yıl da Ramazan bitti.” diyemezdi. Zordu, “Ulu Hocamız Ramazan-ı Şerîf gitti…” diyebilmek. Son teravihte câmiler, içinden cenaze çıkan evler gibi hüzne bürünürdü. Ramazan’a “elvedâ” demek kutlu bir insanı Âhiret’e uğurlamak kadar acı gelirdi yüreklere… Tahammülü de, telaffuzu da zordu… Vâiz, Ramazan’la câmiye gelen berekete; çocuk, sokakta her gördüğünde şeker veren ihtiyar amcanın merhametine; sütçü, selamsız geçmeyen mahalle halkının nezaketine; kadın, çorbadaki tuzu mevzu etmeyen beyinin zerâfetine ağlardı. “Elvedâ” ile başlayan cümleler mahyâcının elinde, okuyanların ise boğazında düğümlenirdi.
Büyük Doğu Çağına Doğru
Ötelerin nizamını çağa okuyan haberci. Medeniyetin önündeki buz dağlarını eriten soluk. Hacı Bayram’ın asasız, Mevlânâ’nın sarıksız, Fatih’in devletsiz arkadaşı. Anadolu’nun Nizamnamesini yazan kalem. Hicivde Nefî’yi, aşkta Şeyh Galip’i, sanatta Fuzûli’yi yaşayan şâir. Yunus’un çarıkla yürüdüğü yolları iskarpinle kat eden derviş. “Allah” demenin yasak olduğu bir devirde “İşte iz geliniz!” diyen davetçi. Batı’nın aklını, Doğu’nun aşk ocağında eriten mütefekkir. Altın silsilenin ardı sıra yürüyen sûfî. Küfür muzahrafatının lekeleyemediği kale. Aksiyonun kendisi, düşüncenin yekûn ifadesi. Mâverâ’nın, İFAM’ın “Ulu Hocası”. Çağın muzdaribi, “üstün çile”nin sadık yâri. Milletin bir şapkayla saadet bulacağını söyleyenlere, “Bekleyin gelecektir, eskimez, pörsümez yeni” diyen hakikat aşığı. Mazlumların, muzdariblerin sözcüsü. Bülbül, kurbağadan lisan öğrenmez diyen din, dil ve millet müdafii. Güzeller Güzeli’nin ss güzel ifadecisi. Büyük Doğu’nun son mütefekkiri. Milyonların şehadetiyle tabutu kabre, sevdası yüreklere verilen davetçi…
İftiraların Odağındaki Sahabi: Ebu Hureyre
İlimde, amelde, fikirde, harekette İslâm’ın ilk muhatapları sahâbedir. Tarihte hiç bir milletin gösteremediği bir sadakat ve cehdle İslâm’ı Mağrib’ten Hind kıtasına kadar taşıyarak İslâm Devleti’nin sınırlarını bugün üzerinde onlarca devlet olan bir çapa ulaştırdılar. Kimi Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer gibi siyasette, kimi Hz. Ali gibi ilim ve hikmette, kimi Halid b. Velid gibi askeriyede, kimi de Ebu Hureyre gibi hadiste temayüz etti, öncü oldu, insanlığın yolunu açtı.
Ebû Hureyre, rivayet ettiği hadislerle hem kendi zamanında, hem de kendinden sonraki asırlarda kurulan devletlerin meselelerini İslâm’a göre çözmeleri noktasında onlara büyük katkıda bulundu. Muhaddisler onun hadislerini rivayet etti; Müctehidler de rivayetlerine dayanarak ictihat yaptı, mesele çözdü. “İslâm’a göre” telif edilen pek çok mevzu O’nun rivayet ettiği hadisler üzerine ibtina etti.
Ebû Hureyre’ye yöneltilen itham ve iftiraları onun şahsıyla sınırlı zanneden müslümanlar tehlikenin büyüklüğünü tam olarak göremediğinden mevzuyu bir sahâbînin müdafaası çerçevesinde ele aldı ve bu yüzden sathı müdafaa yerine hattı müdafaa yaptı. Müslümanca düşünme ve yaşama adına yitirdiğimiz pek çok hakikat köklerimizle yani Saadet Asrıyla olan irtibatı kaybetmemizden mütevellittir. Ebû Hureyre bizi köklerimize bağlamaya memur bir sahâbîdir. O çökertilince, rivayet ettiği hadislere dayanan fıkhî meseleler hurafe olacağı gibi köklerimizle olan rabıtamız da kopacaktır. Bu yüzden Ebû Hureyre müdafaası köklerin müdafaasıdır.
Üstad’ın Gençliğe Hitabesine Dair
Üstad Necip Fazıl ne bir müfessir, ne de bir fakihti. Lakin milletin bütün bunlardan mahrum olduğu bir zamanda Mütefekkir kimliğiyle zuhûr etti, iman, ibadet ve ahlak alanına hapsedilen İslam’a yol açtı. Onun eşya ve hadiselere yeniden tatbikinin nasıl olacağını gösterdi. Büyük Doğu üst başlığında, Müslümanların bu çağda iman, fikir, hareket, ahlak ve hukuk tasavvurlarının nasıl olacağını telif etti; İdeolocya Örgüsü’nü de buna başeser yaptı. Bu milletin çocuklarına yeniden nasıl Ebussuud çapında âlimler olabilecekleri noktasında yol haritası çizdi.
Üstad, Allah Rasulü’ne صلى الله عليه وسلم” Çöl Bedevisi” denildiği bir zamanda, “Topuğunu bir kerecik öpebilmiş kum tanesi olsaydım.” diyerek O’na صلى الله عليه وسلم aidiyetten daha büyük bir şeref ve O’nun صلى الله عليه وسلم davasına hizmetten daha onurlu bir vazife tanımadığını ilan etti.
Üstad, “Biricik meselem, Sonsuz’a varmak.” dedi. “Gençliğe Hitabe” bu işin kitap çapında izaha muhtaç bir metnidir. Hatipte konuşmak, muhataplarda ise dinlemek esastır. Lakin bu esasiyet duvarlara değil, yüreklere levhalar asmak için olmalıdır. Gençliğe Hitabe’yi anlama cehdimizi Ahiret sermayemiz olur gayesiyle sizinle paylaşmak istedik. Doğrular Allah’a ve Rasulü’ne kusurlar ise beşere aittir.
İmam-ı Azam’ın İzinde
Sefihler anlayamadıklarından, âlimler hasetlerinden, devlet adamları zulmü İslâm adına meşrulaştırmadığından Ebu Hanife’ye zulmetti. Millet huzurunda kırbaçlandı; hakarete uğradı. Ders okutmasına, fetva vermesine engel olundu. Fakat metanetinden, azminden hiçbir şey kaybetmedi. Desiseler, komplolar cesaretini kıramadı. Zindanda kırbaç yemeyi bol paralı devlet memurluğuna tercih etti. Sarsılmaz iradesi ile her şeyi kuvvet zanneden idarecileri şaşkına çevirdi.Ömrü mücadele ile geçti. Hayatını ilim ve ibadete hasretti. Dünyada köprüden geçen bir yolcu gibi yaşadı. Ebu’l-Ahves O’nun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti: “Ebu Hanife’ye ‘üç güne kadar öleceksin’ denseydi, yaptığından daha fazla ibadet yapamazdı. Çünkü boş anı yoktu.”
Bu kitap, bürokrat olmak için araya adamlar koyan bazı akademisyenlerin fetva verdiği ve “büyük müftü” olarak anıldığı bir çağda, ictihatları zan altında kalır ve kendisi üzerinden Şeriat’a muhalif meseleler meşrulaşır korkusuyla devlette vazife almayı reddeden, bu yüzden kırbaç yiyen İmam-ı Âzam Hazretleri’ni anlama ve anlatma vazifesine taliptir. Bütün noksanlıklarına rağmen gayesi, seksen üç bin mevzuda içtihad yaparak Ümmet’in yolunu açan İmam-ı Âzam’ı, ictihatlarını ve ictihat usûlünü yeniden keşfederek genç ilim talebelerine mustagriblerin tuzaklarına düşmeden büyük İmam’ın izinde nasıl yürüyeceklerini göstermektir.
İslâm’ın Kızına
Kadın gibi erkeğin onurunu da ancak sen koruyabilirsin. Çünkü iffet ve haya en kamil şeklini sende buldu. Tahammül de sende, sabır da. Sen o naîf bedeninde insanlığın yükünü omuzladın. Yalnız kaldın, yoruldun, usandın ama çaresizliğe, “Bundan daha ötesine tahammül edemem.” diyerek teslim olmadın. Yıkılan, açılan, savrulan kadınlara inat, “İffet yolu ölene kadar gider” diyerek “istikâmet” dersi verdin.
Ne var ki İslâm’dan uzaklaşma, dünyaya göre yaşama marazı seni de vurdu. Konuşmaktan lisanı usanan, yazmaktan kalemi aşınan ümmet büyüklerinin çağrısını yinelemek istiyorum: “Sen, Rabbi’ne yürüyüşüne 81 gün kala, Arafat’ta ümmetiyle vedalaşan O Peygamber-i Ekber’in emanetisin! Sen, kadın değil annesin!”
Uzaklaştığın yolu takip ederek, terk ettiğin Medeniyet’e dön. Hayata uydurulan İslâm’dan, İslâm’a göre tanzim edilen hayata gel. Su kabarıyor, Pesad yayılıyor. Örtü sadece adıyla kaldı, çıplaklık al-fın çağını yaşıyor.
Tefekkürde Tesettürde İslam Diyen Kızlar
Allah’a ve O’nun yoluna adanmış kızlar, adayış ahlakına riayet ederlerse,
Hakk’a adanan Anadolu topraklarında bir daha küfür yobazları tesettürlerini çiğneyemeyecek,
umutlarına da kezzap dökemeyecektir.
Çünkü, tefekkürü gibi tesettürü de İslâm olan kızların müdafii bizzat Allah Azze ve Celle’dir.
* * *
Muallime ol, müderrise ol, doktor ol, ev hanımı ol!
Fakat bütün bunları annelik fıtratını yitirmeden ve mahremiyeti çiğnetmeden yap!
Kudema Meclisi
Kadîm zamanlardan geçen asra kadar çocuklar erken yaşta medreseye kaydolur, İslâm harflerini öğrenir, her fenden kitaplar okur, metinler ezberlerdi. Ezberlenen metinler, hoca huzurunda takrir edilir, unutmamak için belli aralıklarla tekrar edilirdi. Bunları ezberleyerek yetişenler icazet alır, icazet verir, zamanla halk nazarında ayaklı kütüphane olarak kabul görürdü.
Her soruya, bizzat ezberledikleri ibareyi okuyarak cevap vermeleri, soranlar nezdinde güvenilirliklerini artırırdı. Çok okur, çok düşünür, az yazarlardı. Yazdıklarından çok daha fazlasını bilirlerdi. Bu durum kendilerine soru sorulduğunda daha da zahir olurdu. Talebenin kaynağa ulaşmasını kolaylaştırmak için, cevap verirken kitapların bâblarını, fasıllarını hatta sayfalarını da zikreden âlimler vardı. Eğitimde kitabî kültür yanında şifahî mirasın J da önemli bir yeri vardı. Medreseler kapatılıp, âlimlere okutma! yasağı getirilince ilimdeki tevarüs durdu. İlim, sonraki kuşaklara; taşınamadı. Tedrisattan uzaklaştırılan âlimler evlerine çekildi; çocukları, sıra kitaplarını okumadığından babalarının dünyalarına giremedi, onları anlayamadı. Bu yüzden sadece onların zühd ve takvalarından bahsettiler, babalarını farklı kılan ilimlerini sonraki nesillere aktaramadılar.
Medresenin ilgası bizi İslâm dünyasın-dan kopardığı gibi medeni birikimimizden de uzaklaştırdı. Birkaç ferdî zuhur dışında ilimde tevarüs tarih oldu.
Büyük inkişaf için, Kudemâ Meclisinden modern zamanın ders halkalarına diriltici soluklar mecburuz.
Sünneti Reddeden Kur’an Müslümanlığı
Çekrâlevî Sünnet’i reddeden Kur’an Müslümanlığının/Mealciliğin amentüsünü,
İngilizler’den hem talimat, hem de nişan alan Seyyid Ahmed Han’dan aldı.
Buna göre Sünnet’i reddedenlerin bir kısmı doğrudan, bir kısmı da dolaylı yoldan Kilise’ye hizmet etmektedir.
Bizdeki Mealcilerin her ne iddiaları varsa tamamı Hindistan’da zuhur eden Kur’aniyyûn hareketine aittir.
Bu yüzden hadiseyi mukallitler üzerinden değil, İngilizler’in AR-GE’sinde çalışan Çekrâlevî gibi “mucitler” bağlamında tahlîl ettik.
Mealcilik, Allah Rasûlü’ne ﷺ mecnun diyen, insanları O’ndan uzaklaştırmak için O’na dair her nev’i yalanı uydurmayı vazife kabul eden,
naaşını kabrinden çıkarmak için özel adamlar görevlendiren fakat her seferinde hüsrana uğrayan Kilise’nin,
aktörlerini Müslümanlar arasından seçtiği en son ve en tehlikeli oyunudur.
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an-ı Kerîm kendinden doğmayan bütün sistemlerle hesaplaştı. İlahi olanı beşeri olanla, beşerin arzularını dikkate alarak uzlaştırmayı reddetti. Hayata müdahil oldu, hükmetti. Sorunsuz bir cemiyet vücuda getirdi.
Çirkini kaldırıp güzeli, en güzeli yerleştirdi. Bu yüzden O’nun yürürlükte olduğu çağlar insanlık tarihinin en güzel çağlarıydı. Ne Kapitalizma’da olduğu gibi zengin adına fakire haksızlık etti, ne de Komünizma’da olduğu gibi devlet adına zenginin malına el koydu. Fert ve cemiyet nizamını adalet üzerine tesis etti. Çünkü O, her şeyi en doğrusu ile bilen ve buna göre vahyeden Allah Teâlâ’nın kelamıdır.
Emperyalizmanın değer yargılarını reddediyor diye böyle bir kitabın hükümlerinin tarihsel olduğunu söylemek, Kur’an’a değil emperyalizmaya hizmet etmektir.
Kur’an’ı Kerîm’in emperyalizma ile olan mücadelesinde tarihselciliği tercih etmek, Allah ve Rasul düşmanlarının safında yer almaktır. Kur’an-ı Kerîm, kendisini etkilemeye çalışan bir bakış açısıyla değil, kendisinden etkilenilen bir bakış açısıyla anlaşılabilir. O, kulların istediği manayı değil yalnız Allah Teâlâ’nın muradını verir.
Müslüman Gence
Kardeşim! Allah Teâlâ Hz. Musa’ya “Evlerinizi kıblegâh yapın ve namazı kılın.” buyurmuştu. Hz. Musa, ümmetini o evlerde kılınan namazlar ve yapılan dualarla Kızıldeniz’i geçmeye hazırladı. Denizleri yaracak, Medine’yi kuracak, Mekke’yi fethedecek kadrolar gökten gelmeyecek; Müslümanların evinde yetişecek. Bu yüzden aklın ve ruhun, evindeki mobilyanın boyaya, perdenin halıya ne kadar uyduğuna değil, namaz ve cihad programının Erkam bin Ebi Erkam’ın evine ne kadar benzediğine yoğunlaşsın.
Günahlar, Allah Azze ve Celle ile kullar arasında perdedir. Nasıl perdeler görmeye mani olursa günahlar da Allah Teâlâ ile irtibat kurmaya engel olur. Gözü, dili, kulağı, eli haramdan korunmuş kullarla Allah arasında perde kalmaz. Allah-u Ekber dediklerinde Cennet’e girer gibi namazın dünyasına girerler. Suyla maddî, günahlardan uzak durarak da manevî abdestini al!
İşin, eşin, meşguliyetin, akşam yolunu gözleyen çocukların var ya da bir gün olacak. Eve, toprağa, makama değil davana bağlan. Hicretse hicret, sürgünse sürgün… Başına geleceklerden korkma! Tebliğe çağrıldığında “bahanelere”, mazeret deme.
Fildişi kulesine çekilme, milletten ayrı yaşama! Zâhirde halk, hakikatte Hakk’la ol. Rabbinden gafil yaşama. Dağa, taşa hep O’nun kudretini temaşa eden bir nazarla bak.
Taşlanan Peygamber’in ayakta kaldığını ya da her defasında ayağa kalktığını anlatmak kolaydır. Mühim olan aynı şey sana da yapıldığında ayakta kalabilmendir. Sebep planında yapman gerekenleri îfa ettikten sonra Rabbine itimat et ve Hz. İbrahim gibi ateşlere atılsan da umutsuz olma!
Neden Kur’an’ı Kerim Hedef ?
İblis bütün bâtıl yolları, insanlar O’na gitmesin diye açtı; bütün ideolocyaları O’nun gölgesine sığınmasın diye kurguladı. Bütün masalları, eşref-i mahlûkat O’nu okuyup uyanmasın diye yazdı. İnsanlar İblis’in ne yolunda ne masalında ne de gölgesinde huzur buldu. Yıllar sonra yanlıştan doğruya, çirkinden güzele, geceden gündüze gitmek için O’ndan başka buyruk olmadığını anladı insan.
Fitne kopup sokaklar kan dolunca, insanlar evsiz barksız kalıp umutlar solunca, “Kur’ân-ı Kerim okunup yaşansaydı böyle olmazdı.” dedi büyükler. Sonra anladılar ki İblis, Kur’ân-ı Kerim diye onları başka buyruklara çağırmış. Yine İblis’in adamları sahnede… Hubel’i korumak, Roma’nın yolunu açık tutmak için “Kur’an Yolu” diye kendi ideolocyalarına çağırıyorlar. Fakat küçük hafızlar, iffetli kızlar, izzetli delikanlılar, vakur babalar, imamlar, kumandanlar bu defa “iz”den sapmayacak, işte o zaman Doğuyu ve Batıyı yine Kur’ân-ı Kerim kurtaracak.
MEKKE’DEN İSTANBUL’A, FETİH, FATİH, AYASOFYA
Ayasofya, Allah Rasûlü’nün ﷺ fethini müjdelediği, kendisiyle birlikte askerini de övdüğü Fatih Sultan Mehmed’in zafer anıtıdır. Ayasofya, yirmi bir yaşında İslâm’ı cihâna hâkim kılacak iradeyi kuşanan devlet adamının fetih mührüdür. Ayasofya, İslâm’a adanmış hayatlara verilen İlâhi armağandır; “Feth-i Mübîn”dir. Ayasofya, Akşemseddin(r.a) ve Molla Gürani(r.a.) gibi Allah Rasûlü’nün ﷺ Sünnet-i Seniyyesi’ne bağlı iki ulu hocanın, irfânın Fatih’in şahsında devletleşme tezâhürüdür.
Ayasofya, gemileri karadan yürüten muhkem iradenin Hakk’ı Bâtıldan ayıran son sözüdür. Ayasofya, siyâsette Yavuz’u, ilimde Ebussuud’u, donanmada Barbaros’u, şiirde Bâki’yi, mimâride Sinan’ı yetiştiren mukaddesât merkezidir. Ayasofya, İslâm’ın küfre karşı mutlak üstünlüğünü resmetmesi îtibariyle; Müslümanların Allah’ın ﷻ yeryüzündeki halifeleri olduklarının ve dünyaya yeniden adaleti getirecek yegâne ümmetin onlar olacağının alâmetidir.
Ayasofya, çan seslerinin kapattığı mâvera yolunun tekbir sesleri ile açıldığı tevhid kürsüsüdür. Ayasofya, Batı’nın büyük olarak ilan ettiği bütün devlet adamlarının, -genç yaşta nâil olduğu muvaffâkiyet îtibariyle- kendisine yâver bile olamayacağı Fatih’in açtığı, korunmasını da bir vasiyetle bütün ümmete havale ettiği mes’ûliyet merkezidir.
***
Ayasofya, Müslümanlar için basit bir mekân değil, ulvi bir mânâ; müze değil, cami; taş değil, ruhtur. Bu yüzden Ayasofya’nın kapanması ya da müze olması Müslümanlıkla yoğrulan bu milletin rûhuna “küfür mührü” vurmakla eşdeğer bir hâdisedir.
***
Ayasofya, denize sürdüğü atının üzerinden Süleyman Paşa’ya “O küfür donanmasını ya al ya da öl de gel” diye emreden, zâlimin sulh teklifini “Ya İstanbul beni ya da ben İstanbul’u alırım.” diyerek reddeden Fatih’in îmanına, cihad şuuruna, İslâm idrâkine ve şecaatine varis olduğumuzda öyle bir açılacak ki, beraberinde mukaddesâtımız üzerine kapatılan bütün kapılar kırılacak.
“Eğer Hz. İsa (a.s.) yaşıyorsa nerededir, ne yer ne içer?” gibi sorunların temelinde, İslam’ı ideolocyaları esas alarak sorgulama denâeti vardır. Oysa İslam’la küfür, Batıyla Doğu iki zıt kutuptur ve hep öyle kalacaktır.
İki ana başlık altında mütalaa ettiğimiz Nüzûl-i İsa meselesi eserin ilk bölümünde ayetler bağlamında, İkinci bölümünde ise daha çok hadisler zaviyesinden tahlil edilmiştir.
Çağa Şeref Verenler
Büyük adamlar zor zamanlarda ortaya çıkar ya da zor zamanlar büyük adamları sahneye sürer. Zor zamanlarda hasbilik, maddi refah yıllarında ise hesabîlik öndedir. Bu yüzden münafıklar Mekke devrinde değil, Medine’de boy gösterir.
Minarelerin tepesindeki işaretlere, sınırdaki direklere ve de dağlara alem denir. İnsana İslamî sorumluluklarını hatırlatıp, Cennet’in yolunu göstermesi cihetiyle alimler de lafız ve mana itibariyle alemdir.
Her dönemde İslâm’a hizmet yolunda memurlar kadrosunda yüz binlerce insan görev almıştır. Lakin küfrün yıkıcı hamlelerine karşı göğsünü siper eden alimlerin sayısı yekûna göre çok azdır. Milyonların istikametine de, hidayetine de o azlar vesile olmuştur. Onların etrafında yetişenler -ümmeti bölmedi bilakis- bölünen ümmete şöyle diyerek camilerde omuz omuza olmaya çağırdı: “’Mesleğim haktır veya daha güzeldir.’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur.”
Hasbi Müminler bizden önce geldiler, İslam Milleti’nin varoluş savaşında en ön safta durdular, yılmadılar, korkmadılar, kalemle, kelamla ümmeti uyanmaya çağırdılar. Hayatlarıyla destan yazdılar. Yol açtılar, iz bıraktılar, çağa şeref verdiler, Cennet’e alem oldular.
İdeologlar da ideolocyalar da fânidir. Tek bir mevsim yaşayıp yok olurlar. Hz. Adem’den Kıyamet’e kadar bekası bozulmayacak İslam’a tabi olanlara ise Allah Azze ve Celle belli bir vakte kadar “beka” hükmü vermiştir. Bu yüzden ideoloclar “canlı cenazelerin” omuzlarında taşınıp toprağa verilince unutulur. Heykeller, tenleriyle birlikte davaları da ölenleri hatırlamak için dikilir. Alimler, arifler, mümin mütefekkirler ve dava adamları ise bedenleriyle ölür, mücadeleleriyle yaşarlar:
“Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”.
Önden gidip İslam’a yol açanların hayatında bizim için işaretler, hikmetler ve ibretler var.
Çağa ŞerefDünyevileşme Her Yerden Aşk Kalpten Vurur Verenler
Dünyaya baktık, aldandık, orada ebedi kalacağımızı sandık.
Dikenden gül bitiren Allah Azze ve Celle bu kışı da bahara çevirmeye kadirdir.
Makam, mevki, para, pul… Bütün bunların birkaç mevsimlik olduğunu anladığımızda ölümlüleri bırakacak
Hayy ve Layemut/Ölümsüz olana aşık olacağız. Kudema şöhret olmak için değil, haddini bilmek için okurdu. Ariflere “Nice zamandır okursun, peki ne bilirsin?” diye sorulduğunda “haddimi” diye cevap verirlerdi.
Çocuk babaya, talebe hocaya, küçük büyüğe karşı haddini bilirdi. Gönül gani, dili ise fakirdi; yaşadığı zevki akıl anlayamazdı ki anlatabilsin.
Bu yüzden gönül susar, gözler ona bakar, akıl onun aşk ocağında mayalanır, haller ona tercüman olurdu.
Kudemâ bezminde aşk; konuşmak değil, yanmaktı. Dervişler hırkaları kadar değil, yandıkları kadar derviş sayılırdı.
Arif kapısını aşındıranlar bilirdi ki demir kızmadan, yürek yanmadan şekil almaz; salik de yitiğini bulmadan, âşık büyük aşklara dalmadan duramaz.
Aşk ve Vecd Yolunda Mavera Yürüyüşü
Bu kitabın mevzuu, Batı Tefekkürünün cazibesine kapılıp çıkmaz bir yola giren insanın, Nebevî izde, mâvera soluklarıyla ötenin ötesine yürüyüşü…
Dinle Ey Ümmet (Arapça)
hsan Şenocak’ın İslam ülkelerine yaptığı ziyaretlerde verdiği konferanslardan ve hutbelerden oluşan ‘İsmeî ya ümme/Dinle ey ümmet’ kitabı müslüman gençliğe,çarenin ‘yeni islam’ değil,’Yeniden İslam’ olduğunu anlatıyor.Yedi farklı konferansdan oluşan kitabın dili Arapçadır.
Kur’an-ı Kerim’e Göre Kur’an Müslümanlığı- Hareketü’l Kuraniyyin Fi Mizani’l Kur’an-ı Kerim (Arapça)