Kilise, tarih boyu Kur’an-ı Kerîm’le Allah Rasûlü üzerinden hesaplaştı; O’nun şahsına dair yalanlar uydurdu; sonra da o yalanları “hakikat” niyetine asırlarca ders kitaplarında okuttu. Efendimiz’e “hasta”, “yalancı peygamber”, “deccal” gibi atılan iftiralar hiç sorgulanmadan Kilise koridorlarında tekrar edildi. İslâm, doğrularıyla mahkum; Batı ise yalanlarıyla kahraman oldu. “Sömürünün keşif kolu” olan Oryantalizm de aynı yalanlardan beslendi. Bu yüzden Montgomery Watt, tarihî süreç içerisinde hiçbir büyük şahsiyet Hz. Muhammed (sav)’in Batı’da kötülendiği kadar kötülenmemiştir, demektedir.[ref]Montgomery Watt, Muhammad at Madina, s. 324, Oxford University Press Oxford, 1956.[/ref] Kilise’nin Allah Rasulü’ne ﷺ dair uydurduğu yalanlarına kanıp İslâm’la savaşanlar fetihlerle İslâm’ın adaletini görünce hakikatle yüzleşti, Müslüman oldu. Dünya genelinde yürütülen misyonerlik çalışmalarına rağmen hiçbir Müslüman irtidat edip İslâm’dan Hristiyanlığa geçmedi. Lakin Mısır, Suriye, Anadolu başta olmak pek çok bölgede insanlar sahabeyi görür görmez ihtida edip Müslüman oldu.
Kilise’nin Medine Operasyonu
İslâm’ın kendi topraklarında intişarına mani olamayan Kilise, gayr-i ahlaki hamlelerini hayatın hemen her alanına taşıdı; bu çerçevede, özel yetiştirip Medine’ye gönderdiği adamları vasıtasıyla Allah Rasûlü’nün naaşını kaçırmak için de çalışma yaptı.
“Kurtar Beni Nureddin!”
Selçuklu Atabeyi Nûreddin Mahmud Zengi’nin karşısında bozguna uğrayan Haçlılar müslümanları moral cihetiyle çökertebilmek için Allah Rasûlü’nün mübârek bedenini mezarından kaçırıp Avrupa’ya götürmek için iki kişiyi görevlendirdi. İyi derece Arapça konuşan ve Mağribli kıyafetiyle Medine’ye giden bu iki şahıs orada Ravza-i Mutahhara’nın kıble tarafına yerleşti; Emellerine ulaşabilmek için haftalarca her şeyi tam bir Müslüman gibi yaptı. O kadar ki, Nureddin Zengi sorduğunda, Medineliler şöyle diyerek onları tezkiye edecekti: “Bunlar sürekli oruç tutar, beş vakit namazı Ravza’da kılar, Efendimiz’in kabrini ziyaret eder, her sabah, içinde on bin sahabi yatan Bâkî’ Kabristanı’na, her cumartesi de Kuba Mescidi’ne gider ve asla hiçbir dilenciyi geri çevirmezler.”
Kıtlık yılında yaptıkları infaklarla Ehl-i Medine’nin güvenini kazanan bu iki Hristiyan, her gece evlerinden Allah Rasûlü’nün kabr-i şerifine doğru tünel kazmakta, çıkan toprağı da üzerlerinden hiç çıkarmadıkları Mağribîlerin giydiği abanın içinde kamufle ederek Bakî’ mezarlığına götürmekteydiler. “Ne yaptıkları”nı soranlara ise, mezarlığı ıslah ettiklerini söylemekteydiler. Tünelin, Allah Rasûlü’nün kabrine yaklaştığı günlerde Nureddin Zengi teheccüdü kılıp evrâd-u ezkârını okuduktan sonra istirahate çekilir. Uykuya daldığı esnada rüyasında Allah Rasûlü zuhûr edip bu iki kumral adamı gösterir ve “Bana yardım et, beni bu iki adamdan kurtar!” buyurur. Nureddin Zengi korkuyla uyanır, abdest alır, namaz kılar, tekrar uyur ve aynı rüyayı görür. Uyanır, namaz kılar, yatar uyur ve rüyayı üçüncü defa görünce kalkar, “uykum kaçtı” der. Gece veziri Cemâleddin Mevsılî’ye adam gönderip çağırtır, rüyasını ona anlatır ve görüşünü sorar. Vezîr de, “Neden duruyorsunuz ki? Medine-i Münevvere’ye hareket ediniz, gördüklerinizi de kimseye anlatmayınız Sultanım!” der. Nureddin Zengi gecenin devamında yol hazırlığı yapar, kimseye duyurmadan yanında veziri, Medine halkına dağıtılmak üzere çok sayıda mal ve 20 süvâri olduğu halde Şam’dan Medine’ye doğru yola çıkar. 16 günde Medine’ye ulaşır. Şehrin dışında gusül abdesti alır, sonra Ravza’ya gidip namaz kılar ardından da Allah Rasûlü’nün kabrini ziyaret eder. İnsanların mescitte toplandığı, onunsa ne yapacağını bilmez bir halde oturduğu bir esnada vezir Cemâleddin şöyle diyerek halka seslenir: “Sultan Efendimiz’i ziyârete geldi. Ehl-i Medine’ye de sadaka babından mühim hediyeler getirdi. Şimdi tüm Medîne’lilerin isimlerinin yazılı olduğu bir liste hazırlayınız!”. Yetkililer halkın tamamının olduğu bir liste hazırlar. Sultan da hediyelerini almaları için listede adları bulunanların –bizzat- huzura çıkmalarını emreder. Listeye göre herkes gelip Sultan’ın huzuruna çıkıyor, hediyesini alıp gidiyordu. Bu sırada Sultan hediye almak için huzura çıkanların yüzüne dikkatle bakıyor, Allah Rasûlü’nün rüyada kendisine gösterdiği o iki adamı arıyor lakin bulamıyordu. Hediye verdiğine ayrılmasını söylüyor, alanı boşaltıyor, dikkatlice bakıyor fakat yine de rüyadaki gibi bir adama gözleri ilişmiyordu. Nihâyet herkes hediyesini aldı, listede adı olanlardan kimse kalmadı. Lakin hala Sultan, rüyasındaki iki kişiyi göremedi. Bunun üzerine çevrede bekleyen Medineliler’e, “Sadaka almayan kimse kaldı mı?” diye sordu. Onlar da, “Hayır” dedi. Sultan: “İyice düşünün!” dedi. Bunun üzerine, “Hiç kimseden bir şey almayan Faslı iki kişi var. Onlar da muhtaçlara çokça sadaka veren salih ve zengin iki zattır.” dediler. Sultan bunları duyunca rahatladı. “O iki kişiyi derhal bana getirin.” diye emretti. Az bir zaman sonra iki kişi getirildi. Mağribîler Sultan’ın huzuruna girince ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Nureddin Zengi’nin karşısında Allah Rasûlü’nün işaret buyurup, “Beni bunlardan kurtar” dediği iki kumral adam duruyordu. Sultan bir müddet sonra toparlandı, onlara, nereli olduklarını sordu. Onlar da “Mağrib’teniz; Hacc için geldik ve bu seneyi Allah Rasûlü’nün yanında geçirmek istedik.” dediler. Bunun üzerine Sultan, “Bana doğru söyleyin.” diye onları ikaz etti. Onlar ise ısrarla doğru söylediklerini iddia ettiler. Sultan, “Peki eviniz nerede?” diye sordu. Mescidin yakınında bir ribatta kalıyoruz.” dediler. Sultan ikisini derdest edip birlikte onların evine gitti. Evde her şey normaldi. Medineliler de onların hayır sahibi olduklarına şehadet etmekteydi. Nureddin Zengi, “Subhanellah! Rüyada gördüklerimden bir şey ortaya çıkmadı.” diye mırıldandı. Evin içerisinde dolaşırken yerde serili bir hasır gördü; eğilip kaldırdı. Tam bu noktada Allah Rasûlü’nün kabrine doğru giden bir tünel gördü. Kilise’nin bu iki görevlisi suçlarını itiraf edince Nureddin Zengi de onları idam etti.[ref]Nureddin b.Ali b Ahmed es-Samhûdî, Vefâu’l-Vefa bi Ahbari Dârı’l-Mustafa, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., II, 648, 652; İmadi, Şezeratu’z-Zeheb, VI, 830, Muhammed İlyas Abdulgani, Tarihu’l-Mescidi’n-Nebeviyyi’ş-Şerif, Medine, 2003, 176-9.[/ref]
Kur’an-ı Kerim’le Allah Rasûlü üzerinden hesaplaşan Kilise, merkezinde Peygamber olmayan bir dinin dağılacağını düşündüğünden her vesileyle okları Allah Rasulü’ne ﷺ çevirdi. Lakin “Allah seni insanların (tuzaklarından) koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah o kafirler topluluğunu (hakkında kurdukları planlar noktasında) gayelerine ulaşmaktan mahrum bırakacaktır.”[ref]Mâide: 67.[/ref] ayeti tecelli etti; Peygamberini yaşarken koruyan Allah Azze ve Celle vefatından sonra da O’nu muhafaza etti. Madde planında hedeflerine yaklaştıkları anda Nureddin Zengi’yi vasıta kılarak onlara ölümü tattırdı.
Nureddin Zengi hadisenin bir daha tekrar etmemesi için Allah Rasûlü’nün kabri etrafına derin bir hendek kazdırdı. Sonra da bu hendeğe eritilmiş kurşun döktü; Kilise görevlilerinin açtığı tünel de kapatıldı. Medine’de Müslümanlar rahatladı; Allah Rasûlü ile Kur’an-ı Kerim üzerinden hesaplaşan Kilise’nin payına ise matem düştü.
Kilise’nin Aktörlerini Müslümanlar Arasından Seçtiği Senaryo: Mealcililk
Her hamlesinde yalanları ve tuzakları elinde kalan Kilise yine de Kur’an-ı Kerim’le hesaplaşmaktan geri durmadı. Tarihi süreç içerisinde mücadele usulü değişti lakin kin, öfke ve komplo teorisyenliği hep aynı kaldı.
Kilise’den ödüllü Seyyid Ahmed Han’ın ikliminde 19. yüzyılın sonlarında Hindistan’da ortaya çıkan ve Sünnet-i Seniyye’yi reddedip yalnızca Kur’an-ı Kerim’i esas alan Kur’aniyyûn hareketi/Mealcilik de Kur’an’la Peygamber üzerinden hesaplaştı. Hareketin omurgasını oluşturan, bu yüzden de kurucusu kabul edilen Abdullah Çekralevi Kur’an’ın anlaşılması ve hayata tatbik edilmesi noktasında risaletin rolünü inkar etti.
Başlangıçta Kur’aniyyûn’un iki lideri vardı. Bunlardan Mühibbu’l-Hak Azimabadi Hindistan’ın doğusunda; Çekralevi ise Lahor’da düşüncesini yaymaktaydı. Azimabadi zahirde Müslümanlara muhalefet etmiyor; lakin bütün hükümleri Kur’an-ı Kerim’den çıkarıyordu. Çekralevi ise ne yapmak istediğini ilk yıllarda izhar etti. Adı “Ehlü’z-Zikri ve’l-Kur’an” olan bir fırka oluşturdu.
Böl, Parçala, Yönet
Hindistan’da 1857 yılında başlayıp, 1858’de bastırılabilen ayaklanma ile İngilizler ciddi anlamda sarsılmış ve itibarlarını kaybetmişti. Müslümanların birleşip tek bir sancak altında tekrar taarruza geçmelerini önlemek için Pakistan ve Bangladeş’i Hindistan’dan koparmanın altyapısını hazırlayan İngilizler, Müslümanları birbirinden kalın çizgilerle ayırabilmek için farklı fırkaların oluşması noktasında hiç boş durmadı. Ehl-i Sünnet karşısında tarih olan mezheplere dair ne kadar hurafe varsa hepsi arşivlerden ilim meclislerine taşındı. Ulema iç çatışmanın içine çekilerek, ön açacak kurucu metinler yazmaktan mahrum edildi.
“Bize Kur’an yeter!” diyen Kur’aniyyun hareketi müslümanlar içerisinde bir bölünmeye sebep olması cihetiyle İngilizler’in “Ferrik tesud/Böl, parçala, yönet” anlayışına hizmet etti.
Hindistan’da daimî olarak kalmayı hedefleyen İngiltere, Seyyid Ahmed Han gibi İngilizlerin menfaatleri için dini vasıta yapmaktan imtina etmeyecek isimler bulmakta zorlanmadı. İngilizler, işbirlikçilerine maddi anlamda yardımcı olduğu gibi, itibar görmeleri noktasında da onlara ciddi manada katkı sağladı. Gulam Ahmed Kadiyani ya da Çekralevi gibi isimleri de ya doğrudan ya da dolaylı olarak yetiştirdi. Ne var ki bunlarının sayılarının artması Müslümanların birbirleriyle olan ihtilaflarının daha da derinleşmesine sebep oldu. Böylece de ilim talebeleri İngiliz işgaliyle değil de dinini tahrif eden adamlarla mücadele etmek zorunda kaldı.
Kur’aniyyûn da diğer bütün fırkalar gibi Ümmet’in tek safta toplanması talebiyle meydan yerine çıktı. Tevhitten bahsetti; lakin kendileri gibi olmayanları şirke düşmekle itham etti.
Çelişkiler Mecmuası: Kur’an Müslümanlığı
Ashab-ı Kiram, İslâmî hükümleri Kur’an-ı Kerîm’den ve Allah Rasûlü’nün onu beyan eden Sünneti’nden almıştır. İslâm uleması da Sünnet’in ikinci kaynak olduğu noktasında icma etmiştir. Hangi namazın kaç rekat olduğu, zekatın ne kadar maldan, hangi oranda verileceği, Hacc’ın nasıl yapılacağı gibi Kur’an-ı Kerîm’in kalın çizgilerle ifade buyurduğu hususları Sünnet tafsil etmiştir. Bu noktada Sünnet, Kur’an-ı Kerîm’i o derece beyan etmiştir ki, “Eğer Sünnet olmasaydı Kur’an’ın bir kısmı anlaşılmaz, namaz, zekat, hac dahil pek çok husus müminlerin ne olduğunu tam olarak idrak edemeyeceği emirler olarak kalır ve edaları imkansız olurdu.” demek hiç de mübalağa olmazdı. Bunun içindir ki Allah Azze ve Celle, “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için sana bu Kur’an’ı indirdik.”[ref]Nahl: 44.[/ref] buyurmaktır. Ne var ki Sünnet’i reddederek Kur’an-ı Kerîm’i anlaşılmaz hale getirmek, sonra da onu küresel sömürü sisteminin menfaatlerini tehdit etmeyecek bir muhtevada hevâ kalıplarına döküp şekillendirmek isteyen Mealciler, Allah Kelâmı’nın ne olduğunu ulemanın ders halkalarında öğrenmediklerinden O’nu idrak etmekten de mahrum olmuşlardır. Yaşanan bu mahrumiyetin temel nedeni ise, “Doğru”runun ne olduğunu bilmediklerinden Kur’an-ı Kerîm’e dair ilk duyduklarını “doğru” kabul etmeleridir. Bu yüzden aşağıda tahlil edeceğimiz vehimlere, “Mealciliğin omurgasını oluşturan deliller” olarak sarılıp Sünnet’e hasım oldular.
“Kur’an Müslümanlığı”nın İddiaları ve Gerçekler
I.“Kur’an Bize Yeter” İddiası
Kur’an Müslümanlarına/Mealcilere göre, Kur’an-ı Kerîm’de her şey vardır. Her konuda o bize yeter. Müslümanlar İslâm’a göre bir hayat yaşamak için Sünnet’e muhtaç değillerdir. Bu noktada Çekralevi şunları söylemektedir: “Kur’an-ı Kerîm dinde kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi, her cihetten ayrıntılı bir şekilde beyan etmiştir. O halde Sünnet’e neden ihtiyaç olsun?”[ref]Çekralevî, Mecellet-u İşâati’l-Kur’an, sy. 3, 1902, s. 49.[/ref] Başka bir vesileyle ise şöyle demektedir: “Allah’ın kitabı kamil olmakla birlikte tam olarak da açıklanmıştır. Anlaşılmak için ne şerhe, ne Muhammed’in onu tefsir etmesine ihtiyacı vardır.”[ref]Hadim Hüseyin İlahi Bahş, el-Kur’aniyyûn, 211.[/ref]
Cevab: Kur’an Usûl, Sünnet Esastır
Kur’an-ı Kerim’de İslâm’ın temel esaslarını muhtevî pek çok ayet olduğu bir hakikattir. Lakin onun küçük büyük her şeyi ihtiva ettiğini söylemek ise normal bir aklın ürünü olamaz. Böyle bir Kur’an’ı ezberlemek şöyle dursun, okunamaz da. Hakikaten Çekralevî’nin iddia ettiği gibi Kur’an-ı Kerim, Sünnet’e muhtaç değilse, bu Ümmet beş vakit namazın ne olduğu ve nasıl kılınacağı noktasında hangi ayete müracaat edecekti? Her bir farz namaz kaç rekat olmalıdır? Namaz kılan ayakta, rukuda, secdede ne okuyacak… Koyunun, ineğin, devenin zekatı ne kadar olacak. Bütün bunların ayrıntısını Allah, Rasulü’ne ﷺ bıraktı. O da Ümmet’e beyan etti.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de daha çok ana esaslardan ve kaidelerden bahseder. Ara ara da cüzi meselelere girer. “Peygamber size neyi veriyorsa onu alın, Sizi neden de nehyettiyse ondan da uzak durun.”[ref]Haşr : 7.[/ref] Kur’an –daha çok- usûl, Sünnet ise esastır.
II.“Sünnet Vahiy değildir” İddiası
Mealciler, Sünnet-i Seniyye’nin “vahiy” değil, Allah Rasulü’ne ﷺ yalan-yanlış olarak isnad edilen bir takım sözler olduğunu iddia etmektedir. Bu noktada Çekralevi de, “Biz yalnızca Allah’ın indirdiği Kur’an’a ittiba ile sorumluyuz. Bazı hadislerin kat’i bir şekilde Peygamber’e ulaştığı farz edilse de yine bağlayıcı olmazlar. Çünkü hiçbiri Allah’tan gelen vahiy değildir.”[ref]Haşr : 7.[/ref] der.
Cevab: Allah Rasûlü Heva ve Hevesinden Konuşmaz
Kur’an-ı insanlara Allah Rasûlü tebliğ etti, o açıkladı, o hayata taşıdı. Allah Teâlâ neyi, nasıl emrettiyse o da, o şekilde ve o surette beyan etti. Muhal farz… Aksi durumda olacakları Kur’an şöyle beyan etmektedir: “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette O’nu kıskıvrak yakalardık. Sonra da O’nun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mani olamazdınız.”[ref]Hâkka, 44-7.[/ref]
Bu ayeti tebliğ eden bir Peygamber’in helal, haram koyma[ref]A’raf: 157.[/ref] yetkisi olmasaydı, helal ve haramlara dair koyduğu ölçülerden dolayı hayatta kalamazdı. Lakin bu noktada bir derdest etme hali olmadığına göre Allah Rasûlü’nün bütün ameliyelerini Şer’i ölçüler çerçevesinde yaptığı ortaya çıkar. Ayete göre Peygamber-i Ekber’in ﷺ din adına konuştuğu her şey Allah Teâlâ’nın muradına uygun olmalıdır. Bu da ancak Allah’ın, Rasulü’ne ﷺ bildirmesiyle mümkündür. Bu durumda doğrudan dine taalluk eden Sünnet de vahiydir. Zira Sahabe ve sonraki kuşaklar da Sünnet’i vahiy kabul etmiştir. Eğer Sünnet vahiy olmasaydı –haşa- Allah’a rağmen konuşan bir Peygamber’e ittiba ettiklerinden dolayı sahabe Allah’ın Kitabı’nda övülmezdi.[ref]Fetih: 10.[/ref]
Sahabe hem Kur’an’ı anlama noktasında, hem de sâir hususlarda Sünnet’in Sahibi’ne iktida ettiğinden ayet-i kerimelere muhatap olma noktasında büyük mesafeler aldı. Dünya düzenini değiştirdi, Hakk’ı hakim kıldı. Devrin iki büyük imparatorluğundan birini ortadan kaldırdı, diğerini küçük bir alanda yaşamaya mahkum etti. Peygamber’in izinde yürüyen sahabenin helak edilmemesi, bir musibetin onları dağıtmaması, Peygamber’den söz ve fiil planında sadır olan rivayetlerin vahiy olduğunun delilidir. Aksi takdirde Allah Teâlâ, Sünnet’in sahibi olan Efendimiz’i ve O’na iktida eden sahabeyi helak ederdi.
Kur’an-ı Kerîm -miras gibi birkaç husus dışında- ahkamı ana hatlarıyla belirledi. Tafsilatı ise Kur’an’ı beyan etme vazifesi kendisine verilen [ref]Nahl: 44.[/ref] Allah Rasulü’ne ﷺ bıraktı. Müminlere de, O’na itaat etmeyi emretti.
III.“Sünnet’e ‘Vahiy’ Demek Hadisleri Kur’an Seviyesine Çıkarır” İddiası
Mealcilere göre, İslâm’ı beyan noktasında Peygamber’den sadır olan Sünnet’i, “vahiy” kabul etmek, onu Kur’an-ı Kerîm’in seviyesine çıkaracağı gibi, Kur’an’ı da Sünnet’in derecesine düşürür.
Cevab: Kur’an, Sünnet, Sünnet de Kur’an Değildir
Allah Rasûlü Kur’an’la Sünnet’in birbirinden ayrılması noktasında fevkalede hassas davranmış; ayetleri deri parçaları üzerine yazan sahabe sayfaların kenarına hadisleri de yazınca onlarda bir Kur’an melekesi oluşana kadar yazmayı yasaklamıştır. Lakin daha sonra devlet başkanlarına gönderdiği mektuplar dahil olmak üzere pek çok hadisi bizzat yazdırmış; “Ebu Şah için yazın.” buyurmuştur. Ulema da Kur’an’la Sünnet’i kesin çizgilerle birbirinden ayırmıştır[ref]Buhari, İlim, 39; Ebû Dâvud, H. No: 3646.[/ref]:
Kur’an-ı Kerîm lafzı/nazmı itibariyle mucizedir. Lakin Sünnet böyle değildir.
Kur’an’ın tilavetiyle ibadet olunur. Fakat Sünnet’in böyle bir hususiyeti yoktur.
Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerîm’i değişmekten ve tahriften korumayı bizzat üzerine almıştır. (Sünnet’in Kur’an-ı Kerîm’i beyan etmesi cihetiyle, hadisi şeriflerin de umumî manada korunduğu bir hakikattir.)
Kur’an’ı, -Sünnet’te olduğu gibi- mana üzere rivayet etmek caiz değildir.
Kişinin abdestsiz bir şekilde Kur’an-ı Kerim’e tutması haramdır.
Kur’an-ı Kerim’in lafzı gibi manası da Allah’a aittir. Sünnet ise sadece mana cihetiyle vahiydir.[ref]Ayrıntı için bkz. Cemalüddin el-Kâsımî, Kavâidu’t-Tahdis, 64; Muhammed Accac el-Hatib, Usûlü’l-Hadîs, 29. [/ref]
Bu ve benzeri farklardan dolayıdır ki fıkıh usulü, hükümlerin delillerini tadat ederken ilk olarak Kur’an-ı Kerîm’i, ikinci olarak da Sünnet’i tahlil etmiş ve her birini kendi bağlamında değerlendirmiştir. İslâm irfan tarihinde “Kur’an-ı Kerîm eşittir Sünnet’tir.” diyen tek bir alim yoktur.
IV. Sünnet’le Amel Etmek Şirktir İddiası
Mealciler, Sünnet-i Seniyye’nin hüküm koymada belirleyici olduğunu kabul etmenin “Hüküm ancak Allah’ındır.”[ref]En’âm: 57.[/ref] mealindeki ayete aykırı olduğunu ve “şirk” bağlamında değerlendirileceğini iddia etmektedirler. Konuyla ilgili Hoca Ahmeddin şunları söylemektedir: “İnsanlar şirki canlandırmak için pekçok farklı yol ihdas etti. Asıl itaat edilecek olanın Allah Teâlâ olduğuna inanıyoruz diyorlar; fakat itaat makamı olan Allah’a itaate bağlı olarak Rasulü’ne ﷺ de uymayı Allah’ın bize emrettiğini söylüyorlar. Bu fasid delile dayanarak da her nev’i şirki tashih ediyorlar.”[ref]Hoca Ahmedüddin, Tefsîr-u Beyani’n-Nas, II, 395-495.[/ref] Bütün mealcilerin aynı merkezden idare edildiği ya da birbiriyle derin bir dayanışma içerisinde olduğunu resmetme noktasında M. İslâmoğlu’nun Diyanet’in bir hutbesi üzerine twitter hesabına yazdığı ibare önemlidir: “Diyanet’in bugünkü hutbesini yazan zat, Tevhid dini olan İslâm’ı, Allah ile Peygamber’in ortaklaşa kurduğu limited şirket zannediyor. Kella!”[ref]Halit İstanbullu, Kemalistleri Kendine Hayran Bırakan “Müseccel Sünnet Düşmanı”ndan En Yeni Oryantalist Masalları, Hüküm, sy. 45, s.32.[/ref]
Cevab: Tevhid Binasına Asılan “Şirk” Tabelası
Şirki ortadan kaldırmaya memur olan, Mekke’de ilk olarak “Lâ ilahe illellah/Allah’tan başka ilah yoktur.” diyen bir Peygamber’e itaat etmeyi Kur’an-ı Kerîm “tevhid”in gereği; Mealciler ise “şirk”in bizzat kendisi olarak nitelemektedir. Bu gün yeryüzünde Allah’tan başka ilah olmadığını söyleyen, yalnızca “Muhammed Allah’ın Rasulü’dür. ﷺ” diyen Müslümanlardır. Onlar Allah Rasulü’ne ﷺ itaat etmeyi de Kur’an-ı Kerîm’den öğrendiler.
Mealcilerin bu ifadeleri tarihin en büyük çelişkilerinden biridir. Kur’an’a göre amel ettiklerini iddia edenler, Kur’an’ın talimatı gereği Allah Rasûlü’nün buyruklarına itaat etmeye “şirk” diyor. Bu husus en hafif ifadeyle Allah Azze ve Celle ile birlikte O’nun Rasulü’ne ﷺ de itaat etmeyi emreden ayetleri inkar etmektir: “Bir mümin erkek veya kadının, Allah ve Rasûlü hüküm verdiğinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları yoktur. Allah’ın ve Rasûlü’nün emrine isyan edenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.”[ref]Ahzâb: 36.[/ref]
Ayeti kerimede “Allahu ve Rasulühu/Allah ve Rasulü” ifadesi geçmekte ve “Rasul” kelimesi “Allah” lafzına “muğayeret” ifade eden “vâv” harfi ile atfedilmektedir. Buna göre Allah ve Rasûlü ﷺ iki ayrı şey, iki ayrı kaynaktır. İnsanlar hükmü doğrudan Allah Teâlâ’dan alamadıklarına göre “Allah” lafzından Kur’an-ı Kerîm, Rasul lafzından da “Sünnet” anlaşılır.
“Hayır! Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan ihtilaf hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı hissetmeksizin onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[ref]Nisâ: 65.[/ref] Kur’an, kadın-erkek her mümini Peygamber-i Ekber’in ﷺ hükmüne uymaya davet ediyor. Allah Azze ve Celle de zatına yemin edip, “Ey Peygamber! Senin verdiğin hükme razı olmayan, kararından dolayı rahatsızlık duyan iman etmiş olamaz.” buyuruyor. Buna göre bir davanın çözümünde Allah Rasulü’ne ﷺ müracaat edip verdiği hükümle amel etmek Mealcilerin iddia ettiği gibi şirk mi, yoksa tevhid mi olur?! Ne varki, yüz yıldır yapılan tahribatlar neticesinde “İman ve İslâm Atlası”ına yabancılaştırılan millet, kendi yerleşkesinde yabancılar gibi dolaşıyor ve “hidayet” diye “dalalet”e çağrıldığını fark edemiyor. Ne Kur’an’ı ne de Sünnet’i tanıyor. Şirk tabelasının, tevhid binasına; tevhid tabelasının da şirk binasına asıldığını anlayamıyor. Mealcilere göre şirk olan Allah Rasulü’ne ﷺ itaat, Kur’an’a göre ise bizzat tevhittir.
Kur’an-ı Kerim’in kıyamete kadar geçerli; ayetlerin de bütün zamanlarda karşılığı olduğuna göre; yaşarken Allah Rasûlü’nün kendisine, vefatından sonra da sahih hadislere müracaat etmek bizzat Kur’an-ı Kerim’in emridir. Sahih bir hadisin hükmüne razı olmak, bizzat Allah Rasûlü’nün risaletine razı olmaktır. Eğer Allah Teâlâ, bütün zaman ve mekanlarda Efendimiz’in hakemliğine başvurmayı murat etmemiş olsaydı, ayet-i kerimedeki “yühakkimûke/seni hakem yapıyorlar” [ref]Nisâ: 65.[/ref] fiiline “Kâfu’l-Hitâb”ın ve “Kadayte/Hüküm verdin” fiiline de “Tâu’l-hitâb”ın bitişmesi doğru olmaz, bilakis ayetin şöyle olması gerekirdi, “Hattâ yuhakkimû’l-Kur’an’e/Kur’an’ı hakem yapıncaya kadar” ve “Mimmâ Kada fihi’l-Kur’an/Kur’an’ın verdiği hükümden” şeklinde olurdu. Mesele açıktır… Topyekün bütün insanlığın kurtuluşu Allah’a ve Onun Rasulu’ne ﷺ itaate,[ref]Nûr: 51.[/ref] iman ya da inkarları da itaat edip, etmemelerine bağlıdır.[ref]Nûr: 47.[/ref] Sünnet’i devre dışı bırakmak insanlığın hidayetine karşı düzenlenen bir suikasttır.
Kur’an-ı Kerîm daha pek çok ayette insanları Allah ve Rasûlü’nün hükmüne itaat etmeye davet eder. Bu gün aramızda olmadığından dolayı Efendimiz’in hükmüne ancak hadis mecmualarına müracaat ederek ulaşabiliriz. Eğer hadislerin sahih olanları mevzularından ayırt edilmeyecek olsa, Allah da onlara ittiba ile Ümmeti sorumlu tutsa ve bundan dolayı da hesaba çekseydi şüphesizki bu, O’nun adaletine uymazdı. O halde Allah Rasulü’ne ﷺ itaati emreden ayetler umumi manada Sünnet’in de korunacağının teminatıdır.
Mealcilerin, “Hüküm ancak Allah’ındır.”[ref]En’am: 57.[/ref] ayetiyle istidlal etmeleri de doğru değildir. Çünkü Allah Rasûlü bizzat Allah Teâlâ tarafından Kur’an-ı Kerîm’i açıklamakla memur kılınmış[ref]Nahl: 44.[/ref], bu noktada söyledikleri de bizzat Allah Teâlâ tarafından kendisine vahy edilmiştir.[ref]Kıyame: 19.[/ref] Dolayısıyla sahih hadislerin ihtiva ettiği hükümler Allah Rasûlü vasıtasıyla bizzat Allah Teâlâ’dan alınmıştır. Bu yüzdendir ki Allah’a ve Rasulü’ne ﷺ itaati[ref]Âl-i İmran: 32.[/ref] emreden Kur’an-ı Kerim, “Rasule ﷺ itaat eden Allah’a itaat etmiştir.”[ref]Nisa: 80.[/ref] buyurmaktadır.
Buna göre Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye bütünlüğünü şirk kabul etmek, şirktir. Çünkü Allah Teâlâ kullarını kendisinden aldıklarını tebliğ eden Sünnet’in sahibine itaat etmeye çağırıyor[ref]Nûr: 56.[/ref]; Kur’an’a ve Sünnet’e itaatten yüz çevirenlerin ise kafir olduklarını belirtiyor.[ref]Âl-i İmran: 32.[/ref] Sünnet’le amel etmeye “şirk” demek Allah Azze ve Celle’ye rağmen hüküm koymaktırki, bu da şirkin tam kendisidir.
V. Sünnet Kaynak Olmadığından Hadisler Yazılmadı İddiası
Allah Rasûlü’nün sadece Kur’an-ı Kerim’i yazdırdığını iddia eden Mealciler, “Eğer Sünnet hüccet olsaydı Allah Rasûlü onu da yazdırırdı. Yazdırmamış olması Sünnet’in kaynak olmadığını gösterir.” demektedir.
Cevab: Yalanlar Üzerine Yazılan Masallar
Kur’an-ı Kerîm, “İçinizden Allah’a ve Ahiret Günü’ne kavuşmayı arzulayanlar ve Allah’ı çokça ananlar için şüphe yok ki, Rasulullah’ta güzel bir örnek vardır.”[ref]Ahzâb: 21.[/ref] buyurmaktadır. Allah Teâlâ, Sünnet’e ittiba etmeyi Cennet’e ulaşma ve rızasına nâil olma yolu olarak göstermektedir. Allah Rasûlü’nün de, “Benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi, siz de öyle namaz kılınız.”[ref]Buhari, Ezan 18.[/ref] ve “Haccın menasikini benden alınız.” buyurması, sahabenin bizzat Sünnet’le amel ettiğinin delillerinden sadece iki misaldir. Sahabe Allah Rasûlü’nün Sünneti’ne derin bir alakayla ittiba etmiş, hadisleri muhafaza edebilmek için de uzun ve yorucu rıhleler yapmıştır.
Mealcilerin hadislerin yazılmadığıyla alakalı cümleleri, ideolojik bir okumanın kurbanı olan ifadelerdir. Zira Medine’nin ilk yıllarında hadislerin Kur’an-ı Kerim’le karışmasından endişelenen Allah Rasulü ﷺ, bu durum ortadan kalkınca yazılmalarına izin vermiştir. Hükümdarlara yazılan mektuplar, Sahabe’nin hadis sahifeleri, Hudeybiye musalahası metni gibi hususlar hadislerin yazıldığıyla alakalı misallerden sadece birkaçıdır.[ref]Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Halit İstanbullu, Kemalistleri Kendine Hayran Bırakan “Müseccel Sünnet Düşmanı”ndan En Yeni Oryantalist Masalları, Hüküm, sy. 45, s. 29-32. [/ref]
VI. Hadislerin Yerel ve Tarihsel Olduğu İddiası
Mealciler Allah Rasûlü’nün, Kur’an-ı Kerim’i muhataplarını dikkate alarak tefsir ettiğini, bunun da din merkezli konuşmalarının yerelliği ve tarihselliğinin kanıtı olduğunu iddia etmektedir. Bu noktada şöyle demektedirler: “Allah Rasulü’ne ﷺ itaat, kendi zamanıyla sınırlıdır. O’nun verdiği hükümleri uygulamanın sınırları da kendi hayatından öteye gitmez.”[ref]Mecelletu’l-Beyan, 1951, s. 32.[/ref] Sahih hadislere itiraz edemeyen Mealciler açıkça şunu söylemektedirler: “Allah Rasûlü’nün hadisleri, ashabının yaşadığı şartlara uygundu. Eğer biz de o zamanlarda yaşasaydık O’nun sünnetine uymak bize de vacip olurdu.”[ref]Hadim Hüseyn, Kur’aniyyun, s. 231.[/ref]
Cevab: Kur’an Müslümanlarının “Din Bizden Sorulur” Çıkışı
Sünnet’in yerelliği iddiası esasta tarihselcilerle, mealcilerin aynı masalı söylediklerinin bir kanıtıdır. Zira Kur’an’ın da, Sünnet’in de kaynağı vahiydir. Eğer Sünnet tarihselse, Kur’an da tarihseldir. Sünnet, evrenselse Kur’an da evrenseldir. Kur’an’ı beyan etme yetkisi Allah Rasulü’ne ﷺ verildiğine göre, Kur’an’ın açıklanmaya ihtiyacı vardır. Zira Kur’an ancak Allah Rasûlü’nün beyanıyla apaçık olur ve o zaman kendisiyle amel edilir. Muhal farz… Sünnet’in tarihsel olduğu iddiası kabul edilse, bu durumda Kur’an’ın peygamber tarafından izah edilen hususlarını kim tefsir edecek?! Bu noktada ya mealcilerden biri çıkıp, “Bundan sonra din benden sorulur.” deyip peygamberlik iddiasında bulunacak ya da “Kur’an anlaşılmadığından dolayı çağa söyleyecek sözü kalmamıştır.” diyerek tarihselciler gibi adavetini açıkça izhar edecektir.
Mealcilerin iddia ettiği gibi Peygamber ﷺ, sadece kendi zamanına konuştuysa, bu durumda, “Deki ey İnsanlar! Ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçiyim.”[ref]A’raf: 158.[/ref] ayetini nasıl anlamak gerekir?! Söyledikleri tarihsel ve yerel olan bir peygamber nasıl bütün insanlığın peygamberi olabilir?! Ayrıca Allah Teâlâ’nın kuluna muhabbet etmesine vesilesi olan peygambere ittibanın[ref]Al-i İmran: 31.[/ref] bir karşılığı olur muydu?
İslâm’a “uydurulan din”, dini bizzat tahrif etmeye ise “indirilen din” diyen Mealciler -ilk planda- Allah’ın bütün insanlığa müjdeci ve uyarıcı olarak[ref]Sebe’: 28.[/ref] gönderdiği Peygamber’i yaşadığı döneme hapsederek, Kur’an-ı Kerim’in de hapsedilmesinin yolunu açmaktadırlar. Bir farkla ki tarihselciler bunu açıkça, Mealciler ise “Kur’an’ı Anlama” kılıfı altında yapmaktadırlar.
VII. İslâm’ı Müdafaa İddiası
Mealciler, Buharî ve Müslim gibi sahih hadis mecmularındaki birkaç hadisi ekranlarda kendi düşünce dünyalarına hizmet edecek şekilde yorumlayıp, “İslâm’a karşı yapılan en kapsamlı ve sarsıcı saldırıların temelinde akla aykırı olan bu hadisler vardır. Ümmet’in geri kalmasının temel nedenlerinden biri de bu hadisleri sahih kabul edip, onları koruma adına sorgulayıcı aklı öldürmektir.” gibi iddiaları ileri sürerek Sünnet’i reddetmektedirler.
Cevab: Kur’an-ı Kerim’den Bazı Ayetleri Çıkarmaya Aralanan Kapı
Sahabe, Allah Rasûlü’nün hayatını bütün yönleriyle rivayet etmiştir. İnsanlara mahrem kalan aile hayatı da eşleri vesilesiyle anlatılmıştır. Ne var ki ilerleyen yıllarda -farklı saiklerle- belli gruplar Peygamber’e rağmen hadis uydurmaya başlamış, “hakikat”in içine “hurafe” sokmaya çalışmıştır. Önce Hz. Muaviye’nin taraftarları, daha sonra da Hz. Ali’nin bağlıları bu iki sahabinin haberi olmadan hadis uydurdu. Kaderiyye, Mürcie, Cehmiyye gibi fırkaların birbirleriyle olan mücadelelerinde de karşılıklı hadisler uyduruldu. Zındıklar, kıssacılar, hariciler derken mutaassıblar da önemli sayıda aslı olmayan rivayetlere “hadis” dedi. Muhaddisler bu uydurma faaliyeti karşısında tepkisiz kalmadı; sahih hadisi zayıf ya da mevzudan ayıracak esasları tesbit etti, bu noktada eserler kaleme aldı. Bu esaslar çerçevesinde bir hadis kabul edildi ya da reddedildi. İsnad sistemi bütün bu saldırıların önünde muhteşem bir kale gibi durdu; hakikati, hurafeden ayırdı, sahih hadisleri muhafaza etti.[ref]Ekrem Dıya el-Umeri, Buhus fi Tarihi’s-Sünneti’l-Müşerrefe, 20.[/ref]
Mealcilerin hadis inkarına kılıf bulabilmek ve kendilerini de masum gösterebilmek için “Biz Kur’an’a aykırı olduğundan ve de İslâm’ı müdafaa edebilmek için bu hadisleri inkar ediyoruz.” nevinden sarf ettikleri hilafi hakikat davalarına misal olarak zikrettikleri bir hadisi tahlil ederek meseleyi müşahhas hale getirelim: “Eğer Benî İsrâil olmasaydı et bozulup kokmazdı.”[ref]Buhari Enbiya 1; Müslim Rada 63.[/ref] hadisi ulemaya müracaat etmeden anlaşılabilecek bir rivayet olmadığından önce oryantalistlerin sonrada yerli oryantalistlerin ilgi alanına girmiş ve saf zihinleri bulandırabilmek için üzerinde uzunca konuşulup, yazılmıştır. Yerli Oryantalistler bu ve benzeri rivayetleri ekranlarda tartışmaya açıp, “Bunlar akla da Kur’an’a aykırı rivayetlerdir.” diyerek dinleyici/okuyucu üzerinde etkili olmaya çalışmıştır. Ulemanın farklı şekillerde izah ettiği mezkür hadisle alakalı hakikate en yakın beyan ise şudur: “Kur’an-ı Kerim’de ifade buyrulduğu gibi kendilerine kudret helvası ve bıldırcın gönderilen[ref]Bakara: 57.[/ref] Yahudiler bıldırcını biriktirmeyip yiyecek ya da tasadduk edecekti. Onlara, Şeriatları bunu emretmesine rağmen, cimrilik yaptılar eti biriktirdiler, bundan dolayı da et koktu. O ana kadar insanlar hayvan keser, av yapar fakat eti biriktirmez hemen tüketirlerdi. İlk defa biriktirme Yahudi tarafından yapıldığından dolayı, eti biriktirmeye bağlı olarak kokma hadisesi de onlar vesilesiyle oldu. Tıpkı el yapımı bomba imalatında yeni bir model geliştiren bir terör örgütü vesilesiyle yayılan bomba düzeneğiyle alakalı emniyet birimlerinin raporunda, “falan terör örgütüne ait bomba düzeneği” denmesinden “ilk olarak falan örgüt” tarafından kullanılan ve bu sebeple de yayılan bombanın anlaşılması gibi, hadisten de ilk defa eti biriktirmeye bağlı bozulmanın Yahudi vasıtasıyla olduğu anlaşılmaktadır.
Mealcilerin, “hadisler” üzerinden İslâm’a saldırılmasını, hadis inkarına gerekçe yapmaları, ancak onların Kur’an’a ne kadar yabancı olduklarına delil olabilir. Münafıkların en iffetli kadın Hz. Aişe’ye, en iffetsiz isnatta bulunmasını Kur’an-ı Hakim bir anlamda münafıkların vazifesi olarak vermektedir: “Müminler arasında ahlaksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve ahirette can yakıcı bir ceza vardır.”[ref]Nur, 19.[/ref] Dün olduğu gibi bugün de pek çok kafir varoluş gayesini Kur’an’a adavetle temellendiriyor, yalanlar üzerine iftiralar bina ediyor. Buna göre mealciler, kafirler hangi ayetleri tenkid ediyorsa, onlara şirin görünme adına o ayetleri de Kur’an’dan mı çıkaracaklar?
VIII. “Sünnet Ümmet’i Böldü” İddiası
Mealciler, Kur’an-ı Kerim’in tek bir millet örgüsünden bahsettiğini; ne var ki Sünnet’in Müslümanların fırkalara, gruplara bölünüp parçalanmasına sebep olduğunu savunmaktadır. Bu noktada Abdullah Çekralevi şöyle demektedir: “Müslümanlar Amr’ın, Zeyd’in rivayeti gibi isnad kültürüne bağlı kaldıkları müddetçe parçalanmışlıktan kurtulamaz, tek sancak altında toplanamaz, bir fikir ocağı onları bir araya getiremez.”[ref]Mecellet-u İşaeti’l-Kur’an, Şa’ban, 1321, s. 39.[/ref]
Kur’an Müslümanları/Mealciler açıkça şunu söylemektedirler: “Peygambere itaat çerçevesinde uydurulan hadisleri ihtiva eden kitapları terk etmedikçe Müslümanların iki yakası bir araya gelmez.”
Cevab: İnsanların Hevası Adedince Din İcad Etme Projesi
İslâm Ümmet’i en ağır darbeleri “vahdet”ten bahseden çevrelerden yemiştir. Bugün Irak’ı ve Suriye’yi Şiileştiren ve bu süreçte on binlerce Müslümanı katlederek mezhep katliamında Şah İsmail’e dahi rahmet okutan İran da, Humeyni’yle Müslümanların karşısına “vahdet” temasıyla çıkmış; “Ne Şiilik, ne Sünnilik, Yaşasın İslâm Birliği!” demişti.
Eğer iddia edildiği gibi Sünnet’in devre dışı bırakılması Müslümanların saflarını birleştirecek olsaydı, Mealciler yek vücut olur, kısa zamanda pek çok fırkaya ayrılmaz, liderlerinden birbirine aykırı görüşler sadır olmazdı.
Sünnet’in Ümmet’i parçaladığını söyleyenler bugün bir ilmihal kitabı yazmaktan aciz oldukları gibi namazın kaç vakit olduğu noktasında dahi ittifak edememişlerdir. Bir kısmı namazın beş, diğeri dört, üç, başka bir grup da iki vakit olduğunu savunmaktadır. Tekbirle başlayıp selâmla biten salâtı/namazı ıstılahi muhtevadan lügat anlamına nakleden Nur Ahmed şunları söylemektir: “Salat/namaz Allah’tan olursa ‘rahmet’; mahlukattan, meleklerden, insanlardan ve cinlerden olursa kıyam, ruku’, dua ve tesbih anlamındadır. İşte Kur’an’ın ruhuna uygun olan namazın anlamı budur.”[ref]Muhammed Fadıl Siyalkuti, Burhanu’l-Furkan, s. 45.[/ref] Nur Ahmed’in bu ifadesi Sünnet-i Seniyye’yi reddetmedeki esas gayelerini izhar etmektedir. O gaye de namazın vakitleri gibi Ümmet’in icma’ ettiği bir hususta da dört ayrı fırkaya bölünüp, “vahdet” sloganıyla Ümmet’i paramparça etmek, insanların “heva”sı adedince din icad etmektir.
Kur’an-ı Kerim’i Sünnet-i Seniyye ile anlayan Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeliler’den oluşan Ehl-i Sünnet’in yekünü ise namaz vakitlerinde ihtilaf etmek şöyle dursun ne rekatlarında ne de rukunun ve secdenin şeklinde ihtilaf etmiştir. Sadece bu husus bile Sünnet’in bölen değil, birleştiren olduğuna misal olmaya kafidir. İşte Kilise bunun için, Kur’an-ı Kerim’le Sünnet üzerinden savaşmaktadır. Eğer Kur’an’ın “Namaz kılınız!” buyruğunun nasıl anlaşılması gerektiğini Allah Rasûlü Ümmet’ine göstermeseydi, bu gün herkesin hevasına göre bir “namaz” şekli olacaktı. Kimi “salât”tan dua etmeyi, kimi mücerred bir halde Allah’a yönelmeyi anlayacak, kimi namaza ayakta, kimi oturarak başlayacak; kimi her rekatta bir secde, kimi üç secde yapacak. Kimi farzları bir, kimi iki rekat kılacaktı. Ne var ki Allah Azze ve Celle kullarına rahmet etti, Peygamber-i Ekber’i ﷺ gönderdi; o da Sünnetiyle İslâm’ı derin ihtilaflara medar olmaktan korudu.
Hülâsa
Çekralevî Mealciliğin amentüsünü, İngilizler’den hem talimat, hem de nişan alan Seyyid Ahmed Han’dan aldı. Buna göre Mealcilerin bir kısmı doğrudan, bir kısmı da dolaylı yoldan Kilise’ye hizmet etmektedir. Bizdeki Mealcilerin her ne iddiaları varsa tamamı Hindistan’da zuhur eden Kur’aniyyûn hareketine aittir. Bu yüzden hadiseyi mukallitler üzerinden değil, İngilizler’in AR-GE’sinde çalışan Çekralevi gibi “mucitler” bağlamında tahlîl ettik.
Mealcilik, Allah Rasûlü’ne mecnun diyen, insanları O’ndan uzaklaştırmak için O’na dair her nev’i yalanı uydurmayı vazife kabul eden, naaşını kabrinden çıkarmak için özel adamlar görevlendiren fakat her seferinde de hüsrana uğrayan Kilise’nin, aktörlerini Müslümanlar arasından seçtiği en son ve en tehlikeli oyunudur