TÜRKİYE’NİN HOCASI’NIN UFKUNDAKİ DİRİLİŞ YOLU
İstanbul, Kahire, Şam ve Bağdat medeniyetin dört atlısıydı. İstanbul zafer anıtı, Kahire ilim kürsüsü, Şam Cennetü’l-Meşrık, Bağdat Medînetü’s-Selâm’dı. Biri daralınca diğerleri onun imdadına koşar, birinin acısı hepsinin yüreğinde hissedilirdi. Hüzünlerin de surûrların da kaynağı aynıydı. Has dairede dört İslâm şehri, umumî manada ise bütün bir Bilâd-ı İslâm yekvücuttu. Biri açken diğerlerinde yardım seferberliği başlar, Afrika’da bir İslâm Köyü ızdırabından dolayı uykusuz kaldığında, Cava Adaları’nın gözüne uyku girmezdi. Silistre düştüğünde Kahire, Akra düştüğünde ise Buhâra ağlardı. İkbal’in Trablusgarp ağıtı, Alem-i İslam’ın bütün şehirlerinden duyulmuştu. Akif, Allah Teâlâ’dan Ümmet-i İslâm için nusret niyaz ettiğinde, Türk de, Kürt de, Arap da, “Âmin” demişti. İstanbul işgal edildiğinde Hindistan Müslümanları seferber olmuş, evlerindeki iki tabaktan birini satıp, parasını İstanbul’a göndermişti. İdealler aynı olduğundan medreseler ve ulu hocalar farklı şehirlerde de olsa aynı muştuyu söylerlerdi. Metinler ve onlar üzerine yazılan şerh, haşiye ve ta’liklerin ya da telif eserlerin amacı millet-i İslâm’a hizmet ederek Allah’ın rızasına nail olmaktı. Son beş asrın ilmî, siyasî, iktisadî ve ictimaî mümessili İstanbul’du. Bu yüzden Fatih ve Süleymaniye Medreseleri gibi köklü ilim merkezleri diğer şehirlerin, istikametinde olduğu gibi, ders müfredatında da belirleyiciydi. Osmanlı Devleti’nin sınırları dahilindeki pek çok şehirde dersler “et-Tarîku’l-Usmâniyye/Osmanlı Usûlü’’ne göre okutulur, mütalaa ve müzakere edilirdi.
Önce Edebi Öğren!
Medreselerde ilk ders ‘‘ تعلّم الادب/ Önce edebî öğren!’’ diye başlar, “أستغفرالله و أتوب اليه” diye istiğfar ederek biterdi. İslâm Atlası’nın büyük şehirlerinin her birinde hususiyetler farklı farklıydı. Kahire’de telif; İstanbul, Şam ve Bağdat ulemâsında ise izmâr/kendini gizleme, buna mukabil söyleneni (mâ kale/ ما قال ) izhar etme daha ön plandaydı. Tevazuyu azık yapan ulu hocalar, gözlerden ırak ilim zaviyelerinde sessiz sedasız destanlar yazar; yarınlar adına Ümmet’e hem umut, hem de yön verirlerdi. Nice âlim vardı ki, kitaplarının kenarlarına matbu’ pek çok eserden daha kıymetli notlar düşmüştü; fakat onlara bir öğrencileri, bir de kitaplarının vârisleri muttali olabildi. Onların ilim ve tefekkür hasılaları kitap çapında bize ulaşmasa da ders halkalarında yetişen âlimlerin sadırlarından satırlara geçip günümüze “mâ kaleleriyle” intikal edebildi.
“Ben Buradayım” Diyenler
Millet arasında tevazusuyla maruf olan ulema, talebeyle aynı yere oturur, aynı şartlarda yaşardı. Fakat medeniyeti koruma ya da yeniden inşa etme söz konusu olduğunda hiç biri, “Ben buradayım” deyip öne atılmaktan imtina etmezdi. Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Fransız Medeni Kanunu’nun aynen alınıp tercüme edilmesini savunan Âli ve Kabûlî Paşalara karşı Ahmet Cevdet ve Şirvanizâde Rüştü Paşalar devletin içine düştüğü hukuki müşkilâtın tek bir mezhebin usûl ve furûu esas alınarak çözülebileceğini söylemiş ve bunu da bütün engellemelere rağmen başarmışlardı. Osmanlı uleması bu noktada o kadar donanımlıydı ki, onların bakiyelerinden olan Ömer Nasûhî Bilmen’in “daha ziyade Hanefi mezhebini” esas alarak telif ettiği “Hukûk-u İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu”, mükemmelliği ile devrin farklı görüşlere sahip hukuk profesörlerinden Sıddık Sami Onar, Hüseyin Nail Kubalı ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nu hayretler içerisinde bırakmıştı.1
Destana Düşülen Ara Noktası
Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt gibi köklü ilim merkezleri; Hocazâde, Ebussuud, Kemalpaşazâde gibi âlimleriyle bir ufuk, bir umut ve bir destan olan İstanbul, irfan tarihimize iftihar abideleri armağan etti. Ne var ki millet olarak onun değerlerine en ziyade muhtaç olduğumuz gün, İstanbul susturuldu. O sus(turul)unca Anadolu da sükûta büründü; destana bir ara noktası düşüldü, mefahir kaynaklarımız kurudu. Anadolu’da çeşitli engellemelere rağmen sürdürülen İslâmî eğitim, hastanelerin “acil servisleri” gibi basit ameliyelere mahkum edildi. Fevkalade muhtasar bir içeriğe sahip İslâmî eğitimden hayatın sorunlarına çözüm ve çareler üretecek “fakîhu’n-nefs” âlimler çıkarmak muhaldi. Bu durumun en yakın tanıkları ise öğrencilerdi. “Büyük Hoca” olma arzusu içerisinde olanların önünde tek bir seçenek vardı, o da, kudemanın sünnetine uyup rıhle yapmak, rahhâl olmaktı.
Yesrib’ten Medine’ye
Sahâbeden kimi ahir ömründe, kimi de hayatının en verimli döneminde Yesribleri Medine kılmak, İslâm’la yaşadıkları güzelliği sair insanlarla paylaşmak için “Hicret Yurdu” Medine’den ayrılıp yollara düştü. Bir şehirden diğerine ikamet niyetiyle değil, Allah Rasûlü’nden ﷺ öğrendiklerini tebliğ etmek2 için gittiler. Hicaz’dan dünyaya ilim köprüsü kuruldu. Roma’nın, İran’ın, Mısır’ın şehirlerine Medine’den sadakat, adalet, iffet ve irfan aktı. Tâbiûn, Sahâbenin izinde yürüdü. Manastırlara çekilen Rahbânîler yeryüzünü imha planları hazırlarken, onlar inşa için rıhleler yaptı. Her yerde ilim seferberliği başladı.
İlim Yolculukları
Tâbiûn devrinde sayıları binlerle ifade edilen ulemâ, şehir şehir dolaşıp hadis topladı. Gittikleri beldeden azami derecede istifade ettikten sonra başka şehirlere intikal ettiler. Mekhûl Mısır’da hürriyetine kavuşunca oradaki bütün ilmi topladığını, ardından Irak’da ve Medine’de de aynı şeyi yaptığını, Şam’a geldiğinde ise oranın ilmi birikimini elekten geçirdiğini söylemektedir.3
Tabiûn devri âlimleri hem hadis dinlediler, hem de zamanla oluşan mesmûâtı gittikleri yerlerde de rivayet ederek şehirlerarası sürekli aktif olan bir bilgi ağı oluşturdular.
Hadislerin Tedvîni İçin Kat Edilen Yollar
Endülüslü âlim Bakî b. Mahled (v. 276/889) iki defa batıdan doğuya yaya olarak rıhle yaptı. İlk yürüyüşü on dört, ikincisi ise yirmi yıl devam etti.4 Zehebî, Siyer-u A’lâmi’n-Nübelâ adlı eserinde Bakî b. Mahled’in doğu seyahatinin asıl gayesinin İmam Ahmed b. Hanbel’le karşılaşıp ondan ilim almak olduğunu söyler. Ne var ki Bağdat yakınlarında, İmam’ın ev hapsinde olduğunu öğrenince şehirde ilk olarak Yahya b. Maîn’in ders halkasına katılır. Daha sonra çıkıp sora sora Ahmed b. Hanbel’in evine ulaşır. Hâdiseyi şu şekilde anlatmaktadır:
‘‘Ahmed b. Hanbel’in kapısını çaldım, çıkıp açtı. Bana bir müddet baktıktan sonra, “Ey Ebû Abdullah! (Ahmed b. Hanbel) Bu gördüğün adam yabancıdır. Uzak diyardandır. Bu beldeye ilk defa geliyor. Hadis talebesidir. Seyahatinin gayesi ise size ulaşmaktır.” dedim. Bunun üzerine, evin içine geçişte kullanılan koridora girip gözden kaybolmamı söyledi. Dediğini yaptım. Ardından “Nerelisin?” diye sordu. Endülüslü olduğumu söyleyince, “Ülken gerçekten uzak, senin durumunda olanların ilimle ilgili isteklerini karşılamaya yardımcı olmaktan bana daha hoş gelen bir şey yok. Ne var ki şu an –belki sizce de malumdur.- büyük bir sıkıntı içerisindeyim.” dedi. Ona, durumu bildiğimi, şehre ilk defa geldiğimden kimse tarafından tanınmadığımı, söyledim. Ardından da şunları ilave ettim, eğer izin verirseniz dilenci kıyafetiyle her gün hadis dinlemek için kapıya gelip onlar gibi konuşur, siz de sadaka verir gibi şu an bulunduğumuz yere çıkıp, bana her gün en az bir hadis rivayet edersiniz, bu da bana yeter. Halk arasında ve hadis âlimlerinin yanında görülmemem şartıyla teklifimi kabul etti.
Elime bir değnek alır, başımı kirli bir bezle sarar, İmam’ın kapısı önüne gelip, oranın dilencilerinin üslubuyla “el-ecre rahimekellah” diye bağırırdım. O da çıkar, evin kapısını kapatır iki, üç ya da daha fazla hadis rivayet ederdi. Ona bu mihneyi uygulayan Sultan ölene kadar bu şekilde devam ettim.’’5
Yakub b. Süfyan’ın rıhlesi ise otuz yıl sürdü.6 Said b. Müseyyeb tek bir hadis için günler ve gecelerce yürüdüğünü söyler. 7
Ahmed b. Hanbel de şöyle demektedir: “Âlî isnad” sahibi olmak selefin sünnetidir. Bu yüzden Abdullah b. Mesud’un talebeleri Kûfe’den kalkar Medine’ye gelir, meseleyi bizzat Hz. Ömer’den öğrenir, hadisi ondan dinlerlerdi.8
Tâbiûnun büyüklerinden Ebu’l-Aliye şöyle demektedir: “Basra’da iken Allah Rasûlü’nün ﷺ ashabından rivayet edilen bir hadisi işitir, bununla yetinmez vasıtamıza biner Medine’ye gider, hadisi bizzat onların ağzından dinlerdik.”
Pek çok âlim rıhleye çocuk yaşta başladı. Babaları hoca olanlar ise diğerlerine nisbetle bir adım daha önde olurdu. Peygamber aşığı babalar akranları oyun oynamakla meşgul olan çocuklarını çeşitli yöntemlere başvurarak ilim yolunda yürütürlerdi. Arap olmadıkları halde “Sahih” leri, “Sünen” leri tedvin eden Horasan ve Maveraunnehir ulemâsının yetişmesinin arka planında bu hasbi yürüyüşler vardır. Yusuf b. Ahmed eş-Şîrazî’nin Buharî’nin ravilerinden olan hocası Ebu’l-Vakt es-Siczî’ye (v. 553/1158) Kirman yurdunun nihayetinde ulaşmasını anlatan rıhle serüveni, bu hasbiliğin idrak edilebilmesi için önemlidir:
“Ebu’l-Vakt’in huzuruna varınca selam verdim, elini öptüm, önünde oturdum. Bana, ‘Bu beldelere seni getiren nedir?’ diye sordu. Maksadım size ulaşmaktı, zaten Allah’tan sonra itimadım da sizedir. Bana ulaşan hadislerinizi kalemimle yazdım, şimdi de nefeslerinizin bereketinden istifade etmek âlî isnadınıza nail olmak için huzurunuza koşup geldim. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Allah her ikimizi de rızasına muvaffak etsin. Gayret ve gayemizi Onun için kılsın. Eğer beni gerçek anlamda tanımış olsaydın değil buralara gelmek bana selam bile vermez, önümde oturmazdın.’ Ardından uzunca bir süre ağladı ve huzurda olanları da ağlattı. Sonra, ‘Allah’ım bizi sitr-i cemîlinle ört ve o manevi örtünün altında razı olacağın durumda kıl.’ diye dua etti. Daha sonra konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘Evladım! Bildiğin gibi aynı şekilde ben de Buharî’nin, “el-Câmiu’s-Sahîh”ini dinlemek için babamla birlikte yaya olarak Herat’tan Buşenc’e orada ikamet eden ed-Dâvûdî’ye gitmiştim. O zaman on yaşından küçüktüm. Babam yürüyüş esnasında elime iki taş koyar ve ‘Bunları taşı!’ derdi. Ondan çekindiğimden dolayı taşları elimde muhafaza eder, onun murakabesi altında yürürdüm. Yorulduğumu görünce taşlardan birini atmamı söyler; ben de atar, biraz hafiflerdim. Yorgunluğumu fark edinceye kadar yürürdüm. Yoruldun mu, diye sorunca ondan korkar ve ‘hayır’ derdim. ‘Peki ya neden yavaş yürüyorsun?’ diye sorduğunda bir müddet önünde hızlı bir şekilde yürür tekrar takatten kesilirdim. Bunun üzerine babam elimdeki diğer taşı da alır, atardı. Elden ayaktan kesilinceye kadar yürürdüm. İşte o noktaya gelince beni alır sırtında taşırdı.
Yürüyüş esnasında çiftçiler ve başka cemaatlerle karşılaşırdık, onlar babama ‘Şeyh İsa! Bu çocuğu bize ver, her ikinizi de Buşenc’e götürecek bir biniğe koyalım.’ teklifinde bulunur, Babam, ‘Allah Rasûlü’nün ﷺ hadislerini öğrenmeye giderken hayvana binmekten Allah’a sığınırız. Hayır, biz yürüyeceğiz. Oğlum yürümekten kesildiğinde Allah Rasûlü’nün ﷺ hadislerine hürmeten ve sevabını umarak onu başımın üstünde taşıyacağım.’ derdi.
Babamın hüsn-ü niyetinin neticesi olarak bu ve diğer kitapları dinleyip istifade etme bahtiyarlığına erdim. Akranlarımdan benden başka kimse kalmadı. Bu yüzden bütün şehirlerden ilim tâliplileri/heyetleri şimdi bana geliyor.”9
İstanbul’dan Medinetu’s-Selam’a
Ulema, Allah Rasulü’nün ﷺ işaret buyurduğu “rıhle”ye durmadan, usanmadan devam etti. İlme ulaşmaya, kudema halkasına oturmaya ne gurbet ne de fakr u zaruret mani oldu.
Anadolu’da medreseler kapatılıp, tedrisat yasaklanınca İstanbul’un kardeşleri Şam’a, Bağdat’a, Kahire’ye rıhleler başladı. Lakin muasır rıhleler, kadim zamanlardakilerden daha meşakkatliydi. Devletlerin karşılıklı pasaport engelleri, sınır boylarına döşenen mayınlar ve yıllarca süren tahsil sonunda alınan fakat tanınmayan diplomalar bunlardan sadece birkaçıydı.
Kiminin adı Halil, kimininki Ahmed, kimininki ise Muhammed’di. Yaşları küçük lakin idealleri büyüktü. Her birinin ayrı bir hikayesi vardı. Onunda, on dördünde geleceğin ulu hocaları olabilmek, Anadolu’da yeniden ilim abideleri kurabilmek ve millet adına büyük ödevi kuşanabilmek için yollara çıktılar. Onlar -bu rıhlelerle- İstanbul’un yaşadığı fetretin etkisini en aza indirecek, büyük destana sessiz sedasız yeniden yol verecek, Müslümanlar yenilse de İslâm’ın yenilmeyeceğini dünyaya ilan edeceklerdi.
Rıhle
Şam’da ve Kahire’de okuyan öğrencilerin tedrisata dair anlattıklarından neyi, nerede ve niçin okuması gerektiğini öğrenen talebelerden biri de 1938 yılında Konya’nın Kızılören bucağında doğan Mehmet Savaş’tı.
Medreseleri kapatılan, uleması susturulan Konya’nın pek çok evladı gibi Mehmed de Kur’an-ı Kerim tahsiline ahıra ait bir bölmede başladı. 1948 yılında hıfzını ikmal etti. Hariçten Arapça okudu. Suriye ve Mısır’da tahsil görüp izne gelen öğrencilerin daha hızlı mesafe katettiğini görünce içine Suriye aşkı düştü.
Günbatımında Gündoğumu Rüyaları
Anadolu’nun manevi ikliminde en uzun kış gecelerinin yaşandığı bir zamanda Konya’da bir çocuk, kıyamete kadar sürecek gündoğumunun rüyalarını görüyordu. Erken yaşta ezberlediği Kur’an-ı Kerim yüreğine cesaret aşıladı. Duyguları yeşerdi, bir umut oldu. Umudu her gün büyüdü, iradeye dönüştü. Sonra o irade mayın tarlalarını aşacak sabrı kuşandı. On dört yaşında bir hafız Konya’dan Şam’a, Anadolu’dan Medinetü’s-Selâm’a rıhle yapmaya karar verdi. Kim bilir o karar sonrasında evde neler yaşandı, validesinin yüreğine nasıl bir hüzün düştü. Belki de kızı Meryem’i İslâm’a adayan Hz. Hanne’nin sabır ve metanetini düşündü. Ayrılık vakti, ifadeler boğazında düğümlendiğinde, “Ey hiçbir emaneti zayi etmeyen Rabbim! Yoluna adadığım Mehmed’im sana emanettir, onu alim olarak bana döndür.’’diye niyazda bulundu.
Yeniden Kudema Meclisleri
Takvimler 1952’yi gösterirken, -gelecek yılların- ilim talebelerini medeniyetin o muhteşem zamanlarıyla buluşturacak, Anadolu’da kudema meclislerini yeniden kuracak, unuttuklarımızı bize hatırlatacak, fıkıh mühayyilemizi tahkim edecek bir “ulu hoca” rıhle için ‘‘Bismillah!’’ diyordu.
Aşk Mayın Tarlası Dinler mi?
Bir Anadolu köyünden başlayan rıhlenin Reyhanlı-Haleb hattı tehlikeler mahşeri gibiydi. Müslümanlar bir daha birleşmesin diye mayın döşenen sınırdan -pasaport verilmediğinden- yürüyerek geçecekti Mehmet Savaş. Bu yolda yürümek kudemanın sünnetiydi. O da onlara iktida etti, 92 km’lik yolu yaya katetti. Önce Halep’e gitti, oradan Şam’a geçip Şeyh Abdurrezzak el-Halebî’nin idare ettiği okula kaydoldu. Şam’da on sekiz yıl sürecek bir destan böyle başladı.
Bayrakla Giderilen Hasret
Şam, Mehmed’in “Mona Roza’sı”ydı. Orada olmak, orada okumak için nice bela ve musibetlere sabredecek; sürekli fakrın, zaman zaman da hastalığın pençesinde acı çekecek; lakin “Âh” edip ızdırabını kimselere hissettirmeyecekti;
“Âşıkım dersen, belây-ı aşktan âh eyleme
Âh edüp ağyârı, esrârından âgâh eyleme!”
Gurbet onu yorgun düşürdüğünde bazen Türk Konsolosluğu‘nun önüne gidecek, semada süzülen Türk bayrağını seyredip onunla dertleşecekti. Memleket havadislerini hacca giderken Şam’da konaklayan hacılardan alacak, ailesine sağlıklı olduğuna dair haberleri -daha çok- onlarla gönderecekti.
“Bu Hastaneyi Onlar Değil,
Ceddin Osmanlı Yaptı”
Üstad, bir ara rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldı. Şam’da bir hastane odasında birkaç hastayla tam iki ay kaldı. Tedavi süresi uzayınca rejim yanlısı doktorlar imza karşılığında onu hastaneden çıkarmak istedi, bunun için ona baskı da yaptılar. Müslüman Kardeşler’e mensup bir doktor yanına gelip, “Sakın imza atma, bu hastaneyi onlar değil, deden Osmanlı yaptı.” diyerek baskılara karşı çıkmasını söyledi.
Şam’ın İkinci Ebu Hanifesi
Üstad Mehmet Savaş liseyi, üniversiteyi Şam’da okudu, büyük alimlerin ders halkalarına katıldı. Temel metin kitaplarını orada ezberledi. Bilâd-ı Şam’da ikinci Ebû Hanîfe olarak bilinen Abdulvahhab el-Hâfız’ın (v.1969) en gözde talebesi oldu. Derslerini camide veren lakin bir arkadaşıyla birlikte Üstad’ı evine kabul eden bu allâmenin ev hali ve zühdüne dair Üstad şunları söylerdi: ‘‘Bir gün el-Hâfız bize, ‘Çocuklar, bu soğuk günlerde uzaklardan derse geliyorsunuz. Ben size gelmeyin diyemem, ilim kapısını kapatamam. Özellikle sizin gibi mayın tarlalarını çiğneyip, hayatını hiçe sayıp, anasını, babasını yıllarca görmeyip, ilim tahsil edenler, kapımı çaldığında ben onları geri çeviremem, kapımı açar evimde okuturum’ demiş, bir arkadaşıyla birlikte onu şimdilerde metruk bir bina olan evinde okutmuştu.’’
Talebe-i Ulûmu Geri Çevirmeyin!
Üstad, el-Hafız’ın İslâm Okulu hükmündeki evi ve o evde konuşulanlara dair de şunları söylerdi: “Hocamız namazdan sonra yatağına girer, karyolasının önünde kitapları yığardı. Eşi yaşlı bir hanım olmasına rağmen yanımızda durmaz, diğer odaya giderdi. Hocamız her sabah kendi çocuklarına harçlık olarak ne verirse bize de aynısını verirdi. Bazen hareketlerimizden maddi sıkıntı içinde olduğumuzu anlar, ‘Evladım! Ben yorgunum, benim yerime sen öğle, ikindi ve akşam namazını üç gün kıldır. Devlet bana -imamlık için değil ama- camiye gidip gelmem, orayla alakadar olmam için şu kadar ücret ödüyor, ben gitmediğime göre bu para senin hakkın’ der, peşinen o günlerin parasını bize verir, ihtiyacımızı karşılardı. Kış günü bize evini açan, yaşlı hanımını soğuk odaya gönderen, talebelerine hem hocalık, hem babalık yapan Hocam derdi ki: ‘Karda, kışta neneniz yaşındaki hanımımı diğer odaya gönderiyor size sıcak odada ders okutuyorum. Bir gün bir talib-i ilim gelir, Allah rızası için sizden ders talep eder, siz de onu geri çevirseniz, Mahşer Günü hesabımız büyük olur. Sizden tek arzum budur, başka bir beklentim yok. Talebe-i ulumu geri çevirmeyin!…”
Cepleri Para Dolu Bir Allâme’nin
Bitmeyen Fakirliği
Zenginler davet edince nazlanan, fukara çağırınca, “Sadece bir çeşit yemek yaparsanız gelirim.” diyen Abdülvahhab el-Hâfız, Üstad üzerinde tesiri onlarca yıl devam eden izler bıraktı. Onun millet malına hassasiyetine dair şunu anlatmıştı: “Hocamız, cepleri zenginler tarafından fukaraya dağıtılmak üzere verilen paralarla dolu olduğu halde arkadaşlara, ‘Aybaşına kadar bana 10 lira borç verir misiniz?’ derdi. Bir gün kendisine, ‘Hocam, size ‘Bu paraları ihtiyaç sahiplerine verin’ dediklerine ve siz de muhtaç olduğunuza göre bu paradan fıkhen almanızda bir sakınca var mı?’ diye sorduk. ‘Evet, bazıları “uygun gördüğünüz muhtaçlara verin” diyor, bu cihetle alabilirim lakin bana, fakirlere dağıtılmak üzere verilen bir paraya uzanan eli keserim.’ dedi. Hiç bir durumda o paradan almadı. Eğer beş kuruşluk bir sadaka verip bir ameli salih yaptığıma inanırsam, Rabbim’den annem, babam, yakınlarım ve özellikle de o hocamın ruhunu hissedar etmesini niyaz ederim.”
Ebu’l-Yusr Âbidîn’i Âciz Bırakan Peçeli
Üstad, İbn-i Âbidîn’in torunu Suriye Eski Diyanet İşleri Başkanı Ebu’l-Yüsr Âbidîn’den de usûl-u fıkıh okudu. Bir defasında ona ve dersine dair şunu söylemişti: “Hocamın sabah namazından sonra belli bir virdi vardı. Virdini bitirmeden kesinlikle ders okutmazdı. Derse iki kişi başladık, sonra diğer arkadaş bıraktı, ben tek kaldım. Bir de 60-63 yaşlarında bir hanım talebesi vardı. Çift peçesiyle gelir, dersi takrir eder, sorularıyla hocamı aciz bırakırdı. O derece derin bir ilmi müktesebata sahipti. Ne kadar usul-ü fıkıh eseri varsa onlara bakar ve hocamızla hemen her fende ilmî manada müzakere yapardı.”
“Sîbeveyh Ülkesine Döndü”
Şam’da aylar, yıları takip etti. Konyalı Mehmed bir halkadan diğerine gitti, büyük âlimlerin teveccühüne mazhar oldu. Şer’i ilimler yanında sarf-nahivde de kudema bezminde müşarûn bil’l-benân oldu. Şam’da ders halkaları kurdu, talebeyken dersler okuttu. Araplar‘a Arapça öğretti. Suriye İslâm Meclisi Başkanı Şeyh Usâme er-Rifâî’nin ifadesiyle Şam’da Ona Nahiv’e olan vukûfiyetinden dolayı Sîbeveyh derlerdi. 1970’de Türkiye’ye dönünce Şam ulemâsı ardından, “Şam Sîbeveyhi’ni kaybetti.” dedi.
Üstad, Şam’dan ayrıldığında henüz 32 yaşında genç bir ilim adamıydı. Fakat Şam ulemâsı nazarında o, muasır bir “Sîbeveyh”ti.
Ağlamaktan Bir Gözü Kapanan Anne
Ortaokul, lise, fakülte, özel ders halkaları ve bütün bunlara ek olarak Tingiz Camii’nde okuduğu hutbeler ve akdettiği dersler derken Şam’da 18 yıl geride kalmış, takvimler 1970 yılını gösterirken tam on üç yıl memleketine gidememişti. Geri dönmek üzere Konya’ya geldi. Gördü ki; her kapı tıkırtısında “oğlu geldi” diye heyecanlanan annesi ağlamaktan bir gözünü kaybetmişti. Validesini o halde görünce tekrar Şam’a dönmemeye karar verdi.
İstanbul
1976… Üstad Mehmed Savaş artık büyük bir hocaydı. İstanbul’da medeniyetin inşa ve ihyasına katkıda bulunacak, destana düşülen ara noktasını kaldırmak isteyenlere, ilim cephesinde öncülük yapacak, yol açacak, Devlet-i Aliyye zamanındaki İstanbul ulemâsı gibi mütevazi destanlar yazacaktı. Dersini dinleyenler, “Bu, kudemâ bezmine ahirde gelen çağdaş bir Ebussuud, bir Kemalpaşazade.” demekten kendilerini alamadı.
Kaht-ı ricâlin ızdırabını çekenler, onun ders halkasında kendilerini muhteşem zamanlarda yaşıyor zannederdi. Sanki uzun bir fetretin ardından Süleymaniye ve Fatih medreseleri, “Haseki İhtisas Merkezi” başlığı altında açılmış; Mehmet Savaş gibi kudretli bir hocanın öncülüğünde, “Bu ders halkasında her müşkil meseleye çözüm üretilir” diyordu.
İslâmî ilimlere dair derdi ve davası olanlar onun derslerinde neyin, nasıl ve niçin okutulacağını gördü. İlmî yetersizliğini fark eden münsif müftüler makamlarını bırakıp Haseki’ye öğrenci olmaya gitti. Keşf-i kadîmin ancak “muhalled eserleri” okuyup, anlamakla mümkün olacağına inanan onlarca müftü-vâiz yetişti. Bunların bir kısmı eğitim merkezlerinde bir kısmı da İlahiyat Fakülteleri’nde görev aldı.
İstiğna Hastalığı ve Muasır
Bir Kemalpaşazade
İstanbul ulemâsı destanları sessiz sedasız yazdığından ilim çevrelerinde “Hallâlu’l-Meşâkil”, “Allâme”, “Hâcet Kapısı” diye şöhret bulan pek çok alim, “Biz kim, eser yazmak kim?” diyerek tek bir kitap dahi telif etmeden dünyadan ayrılıp gitti. Lakin ders takrir ederken talebeleri tarafından kitapların kenarına düşülen notlarla pek çoğu asırlarca ilim meclislerinde yâd edildi. Haseki’de de bir ulu hoca, selefin izinde sessiz ama tesiri hergün daha da artan bir muhtevada destanlar yazmaktaydı. Ne var ki onu tanımaya herkesten daha fazla mecbur olan ilahiyat talebesi ondan habersizdi. Ya da onu tanıması gerektiği şekliyle bilmiyordu. Doğrusu ben de Üstad’ı o muhteşem zamanlara ait bir âlim olarak tanımaktan mahrumdum. Aslında bu mahrumiyetin özrü de vardı; Samsun’daydım ve bir defa bile dersine katılamamıştım. Fakat bu mahrumiyette en büyük pay, bilmediğini bilmediğinden dolayı kendini bir şey biliyor zannetme hastalığıma aitti. Bir nev’i istiğna marazıydı bu. İsiğnanın nedeni ise Haseki’ye başlamadan önce medreselerde okutulan meşhur ve muteber sıra kitaplarını okumuş, biraz da olsa ilim ve fikir atlasında bir şeyler görmüş olmamdı. Pek çok talebeyi helak eden bu istiğna hastalığını teşhis ve tedavi etmenin en müessir yolu ise kudema meclisine oturmak, büyük hocalara talebe olmaktır. Haseki’nin resmi bir kurum olması bendeki bu istiğnayı biraz daha artırmıştı. Orada ders verenleri ulemâ-i rüsûm olarak değerlendiriyor, müesses düşüncenin tahkim unsurları olarak görüyordum. Bu duygular içerisinde 1999 yazında Ankara’da mülakat sınavına girdim. Kazanıp 6 Eylül’de derslere başladım. 17 Ağustos depremi henüz yaşandığından Üstad derslere bir hafta gecikmeyle başladı.
Mustafa Menfelutî ve İlk Ders
İlk ders… Kendisini ilk defa görüyorum. “Elhamdülillahi ve kefâ…” diyerek derse başladı. Hamdele, besmele ve salveleye dair birkaç fasıldan sonra Mustafa Lütfi Menfelûtî’nin (v. 1343/1924) “en-Nazarât” adlı eserini okuyacağımızı söyledi. Eser, eserde yer alan yazıların özellikleri, müellif ve kitabın Arap Edebiyatındaki yeri ile alakalı izahatta bulundu. İkinci derste, eserin ikinci cildinde yer alan “Hutbetu’l-Harb”ten okuyarak metin tahlili yaptı. İbare okurken yaptığı vurgular öyle yerli yerindeydiki, insan kendini hutbenin muhtevasına kaptırıp Trablusgarp’ta, savaş alanında, muazzam bir duygu yoğunluğu içerisinde Menfelûtî’yi ya da bir mücahid âlimi dinler gibi olurdu. Eser, sınıfın geneli için zor sayılsa da büyük bir hocanın elinde bütün öğrencilerin anlayacağı bir seviyeye indirgeniyor, takdirlerle tavzih ediliyordu. Bir ara bir arkadaş Üstad’a ism-i mevsulün ne ile ve nasıl ma’rife olduğuna dair bir soru sordu. Üstad, arkadaşa dönüp, “Ben ihtiyar bir adamım. Bana böyle müşkil sorular sorma!” dedi. Hocam’ın talebenin dikkatini ifade buyuracağı mevzuya çekmek için bu tür ifadeleri kullandığından habersiz olduğumdan hemen araya girip, biraz da istiğna hastalığının etkisiyle, “Bu konu İbn Malik’in Elfiye’si üzerine İbn Akîl’in yazdığı şerhte şu şekildedir” dedim. Bunun üzerine Üstad, “Evet bu konu orada öyledir, İbn Akîl’in hâşiyesi Hudarî’de şu şekilde, Elfiye’nin Eşmûnî şerhinde böyle, onun hâşiyesi Sabban’da, İbn Hişam’ın şerhi Evdahu’l-Mesâlik’te de şöyle şöyle şöyledir.” diyerek ona yakın şerh ve haşiyeden nakilde bulundu. Ders bittiğinde hala aynı konuda izahata devam ediyordu. Teneffüste kütüphaneye gidip sayılan eserlerden var olanlara baktım hepsi söylediği gibiydi. Anladım ki, “Duymak görmek gibi değildir10/ليس الخبر كالمعاينة”. Dışardan büyük görülen kimi hocalar, ders halkasında gerçek haliyle müşahade edilince talebede inkisâr-ı hayal oluşur. Kimi de Üstad gibi hariçten vasat, yakından ise allâme görülür.
Bir Talebenin Aradığını
Bulmasının Heyecanı
Haseki’de geçirdiğim ikinci haftada, biri hariç diğerlerini hiç tanımadığım arkadaşlar içerisinde böyle bir olayın tarafı olmaktan dolayı üzülmem gerekirdi. Ne var ki hayatımda hiç olmadığı kadar mesrur oldum. Zira zaman zaman haddi aşan, ilimden nasibdâr olduğunu zanneden zavallı biri olarak, hayatımın en esaslı dersini almamın bahtiyarlığı içerisindeydim.
Üstad, bize Menfelûtî’nin mezkur eseri dışında İmam Merginânî’nin Hidâye’si, Hallâf’ın Usûlu’l-Fıkh’ı ve Ali Sayis ile Mahmud Şeltût’un müşterek telif ettiği Mukârenetü’l-Mezâhib fi’l-Fıkh adlı eserlerini de okuttu.
Tahsil hayatım boyunca pek çok hocam oldu. Farklı şekillerde her birinin dersinde söz alıp ifade-i meramda bulundum; fakat Üstad’ın derslerinde, o daha fazla konuşsun diye hep dinlemeyi tercih ettim. Zira onu görünce, onu dinleyince bir gece hendeğe düşercesine hakikatin içine düştüğümü idrak ettim.
Ders Usulünden Notlar
Üstad, öğrencinin dersle olan rabıtasını koruyabilmek için dersleri, interaktif yönteme benzer bir tarzda işler, bir hadis-i şerîfi ya da ibareyi başından okur, devamını bakışlarıyla öğrencilere havale ederdi. Mesela “ إذا ضاق الأمر اتسع …” der, ibarenin “وإذا اتسع ضاق” bölümünü öğrencilere söyletir, eksik ya da yanlış bir telaffuz olması durumunda tashih ve ikmal ederdi. Bu durum her derste defalarca olurdu. Hocamın dersinde bana ait bütün konuşmalar bu nev’e dâhildir.
İbareleri, Kitaplar Önünde
Açıkmış Gibi Okurdu
Üstad dersi efrâdını câmî ağyârını mâni bir şekilde anlatır, bir kitabın altında baplar, bablarda fasıllar açar, meselenin daha iyi anlaşılması için zaman zaman istidrâdiye yapar, ardından tekrar esas mevzuya döner, bütün bu süreçte mevzuyla alakalı zihinlere pek çok soru takılırdı. Soru kendisine tevcih edildiğinde sanki kitaplar gözünün önünde açık duruyor, o da oradan naklediyor gibi ayrıntılara iner, ibareleri ezberden okur, şâfî cevaplar verirdi. Bu durum temel İslâmî ilimlerin neredeyse tamamı için böyleydi. Bahse konu olan cevap eğer fıkha ya da usûle aitse öylesine muknî ifadeler, müdellel cevaplar serdederdi ki, derin bir hayret içerisinde onu dinler ve şöyle derdiniz: “Bu adam bütün ömrünü fıkıh ya da usûle adamıştır. Zira bu derece bir ihata ancak böyle bir adayışla mümkün olur.” Aynı durum pek çok âlî ilmin yanında sarf, nahiv gibi alet ilimleri için de söz konusuduydu. Bir defasında kendisine “İ’câzu’l-Kur’an” ile alakalı bir soru sorulmuştu. Cevaba, Mustafa Sâdık er-Râfî’nin “İ’câzu’l-Kur’an’ı” ile başladı; ardından Seyyid Kutub’un “Meşâhidü’l-Kıyâme’sine” geçti, daha sonra Giritli Sırrı Paşa’nın (v. 1313/1895) “Sırr-ı Kur’an” ve “Sırr-ı Furkân” adlı eserlerinden nakillerde bulundu. Metinde bir hayvan adı geçtiyse, “Efendim, Kemâlüddin ed-Dümeyrî, Hayâtu’l-Hayvâni’l-Kübra’
Hidâye Hocası
Hidâye, hakkında “إنّ الهداية كالقرآن قد نسخت ما صنّفوا قبلها في الشرح من كتب” gibi takdir edici ifadeler söylenen, telif edildikten sonra da pek çok medresede ders kitabı olan bir eserdir.
Üstad’ın Hidâye dersleri Mâverâünnehr fukahâsının ders halkalarına benzer; Bir ibareden pek çok mevzu çıkarır, eser varoluş gayesine muvafık bir tarzda anlaşılırdı. Bu tesbitin arka planında şöyle bir tecrübe vardı; Haseki’den önce mezkûr kitabın dört cüzünden ikisini okumuştum. Fakat Hocamız’ın derslerinde anlar gibi olduğumuz bölümlerde aslında anlamam gereken daha pek çok mesele olduğunu anlıyordum. Daha açık bir ifadeyle, anlamadığımı anlıyordum.
Hidâye dersinde ilk olarak eserin “Mebâd-i Aşere’sini” anlattı. Neyi, niçin, neden, nasıl okumamız gerektiği hususunda net bir fotoğraf çizdi. Daha sonra bir hususun önemli olduğunu söyledi ve şöyle dedi: “Bu eser müellif tarafından kaleme alınan ‘Bidâyetü’l-Mübtedî’ adlı metnin yine kendisi tarafından yazılan şerhi ‘Kifâyetü’l-Müntehî’nin muhtasarıdır. Dolayısıyla ihtisar sürecinde bazı zamirlerde problem olmuştur. Fakat bu, kitabın itibarına zarar vermez. Ehli, zamiri mahalline irca eder.” Hidâye’nin diğer kitaplarla mukayesesini yaparken ise şu hususa dikkat buyurmuştu: “Zeylaî’nin ‘Tebyînü’l-Hakâik’i, Aliyyü’l-Kârî’nin ‘Feth-u Bâbi’l-İnâye’si gibi meşhur ve muteber eserlerin kaynağı Hidâye’dir. Ne var ki her iki müellifimiz de Hidâye’den aldıkları hususları belirtmezken, onda “alâ sebîlissehv” yapılan bir hatayı çok bariz bir şekilde ilan ederler.’’
Üstad, İmam Merginânî ile kendini aynı seviyede görenleri küçük çocuklara, müellifi de Koca Yûsuf’a benzetir ve şöyle derdi: ‘‘Çocukların, Biz Koca Yûsuf’u yeneriz.’ ifadeleri ne kadar muteberse Hidâye karşıtlarının sözleri de ancak o kadar muteberdir.”
Hidâye’nin ibare ya da ifadesinde bir rekâket olduğunda Hocamız da mezkûr müellifler gibi hatayı tasrih ve tashih ederdi. Fakat bunu yaparken müellifin fekâhatine halel getirmemeye itina gösterir ve şöyle derdi: “Biz fıkıh tarihçisi değiliz. İbareyi okur ve tahlil ederiz. Binaenaleyh Hidâye sahibi ya da diğer fakihlerin görüşlerini alırız ya da almayız. Fakat müelliflere ve müelleflere asla saygısızlık etmeyiz.”
Hidâye’yi bize yirmi birinci defa okutuyordu. Buna rağmen yine kitabı mutâlaa eder, derse öyle gelirdi. Bir gün şöyle demişti: “Hoca, bir saatlik dersi on saat anlatacak şekilde hazırlamalı. Ancak bu şekilde kendisine yöneltilen sorulara muknî ve müfid cevaplar verebilir.”
İlimde “Fasl” Yok
Hocamız adına dersler Ebû Hanîfelere, Serahsilere, İbn Âbidînlere sıla yapmak gibiydi. Bu yüzden “fasıl” kelimesinden hoşlanmaz, hep vasletmek isterdi. Çünkü meramına dersle vasıl olurdu. Bir gün metinde bir “fasl”a gelince hocası Renkuzî’den şöyle bir nakilde bulunmuştu: “Arkadaşlar ilme “fasl” katmayalım, “fasl”ı “vasıl” diye okuyalım.”
Üstad, metin kitaplarını hocayla öğrenci arasında ilmin anlaşılarak aktarılmasına yarayan bir bağ olarak görür, gelenekçilikteki “fıkhu’l-evrak”ı nakd eder, her tasavvurla, her örnekle “fıkhu’l-vakî”ye katkıda bulunurdu.
Şerhler
Üstad, Fıkhın kesintisiz devam eden bir süreç olduğunu; şerh, haşiye, talik gibi tamamlayıcı ve izah edici çalışmaların da onun bu yönünü desteklediğini söylerdi. Hocamıza göre şerhler fıkıhta durağanlığın değil, muhalled metinlerin, kendi kaide ve gayeleri çerçevesinde muasır sorunlara cevap üretmesinin bir göstergesidir. Zira her şarih kendi dönemini esas alarak metni ikmal eder. Kendisi de, kudemanın sünneti üzere, fıkhın bütün yan dallarını kullanarak isti’mâl-i fikr yapar, sorun çözerdi.
Müdellel Fıkıh
Üstad, güncel konuları da kadîm mevzular gibi müdellel ve mufassal anlatır, sorulduğunda da aynı şekilde cevaplardı. Hidâye’de “Kitâbu’l-Vakf’a” başlarken şöyle demişti: “Fukaha hangi hususta problem gördüyse, o konuyu ayrıntılı bir şekilde tahlil etmiştir. İbn Âbidîn’in yaşadığı dönem vakıf mallarının talan edildiği bir zamana tekabül etmektedir. Bu yüzden Reddü’l Muhtâr’ın en hacimli bölümü vakıf bahsidir.” Hocamız bu tespitiyle neden alışveriş, şirket, vakıf gibi hususları öncelikli ve ayrıntılı bir şekilde işlediğinin de gerekçesini belirtmekteydi.
Yazma Eserlerden Nakiller
Üstad, kitapların zarfları gibi mazruflarına da vakıftır. Matbu olanlar gibi, mahtût olanlardan da haberdardır. Bir gün İbn Emiri’l-Hâc’ın bulamadığını, İbn Nüceym’in de kaybolduğunu söylediği Mahmud b. Ahmed el-Buhârî’nin “el-Muhîtu’l-Burhânî” adlı yazma eserinden nakillerde bulundu. Daha sonra bu kitabın Süleymaniye Kütüphanesi’nde olduğunu, “Zâhiru’r-Rivâye”yi cem ettiğini, “Nâdiru’r-Rivâye”, “Fetâvâ” ve “Vâkiât” literatüründe yer alan meseleleri de mürettep bir şekilde bir araya getirdiğini söyledi. Bu kitap daha sonra Dâr-u İhyâ-i’t-Türâsi’l-Arabî tarafından 2003’te 11 cilt olarak basıldı.
Hidaye Okuma Kılavuzu
Üstad yakın dönemde kaleme alınan eserlerden de haberdardı. Mesela Arap dünyasında çok yakın bir geçmişe kadar bilinmeyen Abdu’l-Hayy el-Leknevî’nin Hidâye şerhini mutâlaa etmemizi önermiş, müellifin mukaddimesinin bir “Hidâye okuma kılavuzu” niteliğinde olduğunu söylemişti.
Bir Beyitle Nahiv Hülâsası
“Nazarât” dersinde kendisine nahivle alakalı bir soru sorulduğunda tahtaya şahit olarak bir beyit yazar cevabı o beyit çerçevesinde izah eder, ders biter fakat mevzu nihayete ermezdi. Bazen bir beytin irabını yaparken Nahv’i hülâsa ederdi.
Üstad okutacağı derslere en az onlar kadar müfîd mukaddimeler yapar, o fenle alakalı kitapları tanıtırdı. Hallaf’ın Usûlu’l-Fıkh’ına başlarken önce usûl ilmini, usûlün gayesini, tarihini, yöntemlerini, hangi eserin hangi esere ilham kaynağı olduğunu anlatmış, -Gazzali sonrası- Usûl’ün mantıkla yakın ilişki içerisinde olmasından dolayı da bir hülâsa-i mantık yapmıştı.
“Tercüme Eserlerle İlim Olmaz”
Üstad, muhalled sistemde yer alan “sıra kitapları”nın tercüme eserlerden takip edilmesine sıcak bakmazdı. Müfredatta yer alan kitapların her birinin diğerleri ile anlaşılabileceğini, bu yüzden iyi derecede nahiv, mantık ve furû-u fıkıh okumayan bir öğrencinin tercüme bir kitab okumasının doğru olmadığını söylerdi. Hocamız ısrarlara rağmen tercüme faaliyetleri içerisinde bizzat yer almadı. Bir yayınevi sahibi, İbn Âbidîn’in Reddü’l-Muhtâr’ını tercüme etmesini istediğinde ilgili şahsa şöyle demişti: “O kitap ilim ehli için yazılmıştır. İbn Âbidîn onu telif ederken okuyucunun metinde yazılandan daha çok şey bilmesi gerektiğini göz önünde tutmuştur. Bundan dolayıdır ki birçok kavramı izah etmemiştir. Onu okuyan birisi sarf, nahiv başta olmak üzere, fıkıh usûlü, fetva usûlü, mekâsidü’ş-şerîa ve orta düzey furu’ metinlerini okumuş olmalıdır. Bu yüzden böylesine müesses bir eseri tercüme etmek müellife haksızlık olur.”11
Az İbare, Çok İzah
Derste az ibare okur, çok izah ederdi. Furû’ ile usûl arasında muhkem bağlantılar kurar, fıkhî tasavvurları hem usûle hem de ilgili olduğu konulara irca’ ederek anlatır, onun dilinde en zor ibareler en anlaşılır ifade kalıplarına dönüşürdü. O konuşup ibare tahlil edince medeniyete karşı güven artar, yüreklerde mefâhir çağlardı. Uzun zaman araştırmayı gerektiren mevzularda kendisine bir soru sorulduğunda risâle hacminde müdellel cevaplar verirdi. Hocamızın ilmi derinliğini keşfeden büyük hocalar da kendilerine yöneltilen müşkil fetvaları yaşı genç olmasına rağmen ona arz ederdi. Merhum Mehmed Rüşdü Aşıkkutlu, bir gün kendisine şöyle demişti: “Siz genç olduğunuzdan insanlar verdiğiniz fetvaları takdir edemeyebilir (1975 yılında bu ifade söylendiğinde Hocamız 37 yaşındaydı). Bu yüzden ümmetin sorunlarını çözecek fetvaları bize söyle! Onları insanlara biz aktaralım.” Merhum Abdurrahman Gürses Hocamız da, ‘‘Yeryüzünde berhayat on âlim var denilse, mutlaka bunların ikisi Mehmet Savaş ve Halil Gönenç’tir.” derdi.
Muasır İsmail Sencer
Üstad, engin literatür bilgisiyle, bir mevzunun hangi eserin, hangi cildinde olduğunu söyleyecek kadar muhît olan allâme İsmail Saib Sencer’in muasır hali gibidir. Bir farkla ki, merhum Sencer büyük bir kütüphanenin içinde yaşardı: Üstad ise, büyük bir kütüphaneyi kafa arşivinde saklamakta. Öyle ki, onu dinlerken kitap kenarlarına yazdığım eser adları hacimli bir risâle olur.
Ballar Balını Buldum
Öğrenci Üstad’ı dinlerken aradığını bulmanın sürûrunu yaşar, Yûnus Emre gibi şöyle mırıldanmaktan kendini alamaz, “Ballar balını buldum, varsın kovanım yağmalansın.” Ben de bir an kendimi böyle bir ruh haleti içerisinde buldum. Daha sonra hadise şöyle bir boyut kazandı: İlahiyat’ı bitirdiğim yıl Haseki’ye başlamıştım. Aynı tarihte yüksek lisans için de kayıt yaptırmıştım. Fakat derslere gidemediğimden, devamsızlıktan kaldım. Bunda, önceliklerimin değişmesi de etkili olmuştu. Artık esas meselem Üstad gibi bir alim olabilmekti. Hocam’ın kariyeri yoktu; Lakin kariyeri olan pek çok hoca işkallerini ona arz ederdi; Ehl-i ilmin hacet kapısıydı. Madem müşârun bi’l-Benân odur; onun gibi olmak için akademiye de hacet yoktur; “Bu durumda neden yüksek lisansla meşgul olayım?” dedim. Bu düşünceler içerisinde yüksek lisansı bırakmaya karar verdim. Bütün bunlar olurken Haseki’de ikinci yıla başlamıştım. Arkadaşların bir bölümü Marmara İlahiyat’ta yüksek lisans için kayıt yaptırmış fakat bir kısmı gidip, gelme hususunda zorluklar yaşıyordu. Hocamız bundan haberdar olunca, lisans üstü eğitime mutlaka devam etmelerini, zira insanların “mâ kâleden/söylenden” ziyade “men kâle/söyleyen”e baktıklarını, men kâlenin itibarının da -maalesef- kariyerle tayin edildiğini söyledi. Bu söz üzerine bizim yüksek lisans serüveni yeniden başladı.
Uykusuz Gecelere Selam
Haseki öncesi tahsil hayatımda geceler boyu mütâlaa eden âlimlere özenip, onlar gibi bütün zamanı fecre kadar kitaplarla birlikte geçirmeyi çok arzulardım. Fakat çoğu kere irademe yenik düşer, kâh bir rahlenin, kâh bir masanın üzerinde uyuyup kalırdım. Hocamız’ı tanıyınca gecelere karşı koymayı da öğrendim. Zira Haseki’de onun bir demlik çayla sabaha kadar kitap mutalaa ettiği mütevatir bir haberdi. Uyku etkisini hissettirdiğinde, Hocamız’ın Haseki Hastanesi’nin yan tarafından Haseki’ye doğru ağır ağır ilerleyişini, sonra sınıfa gelişini ve uykusuz olduğuna şahadet eden gözleri ve yorgun sesiyle ders takririne başlamasını düşünür, kaldığım yerden devam ederdim.
İlmin Hatırı
Üstad hastalık, yorgunluk, yaşlılık gibi arızi ya da daimi unsurları derse yansıtmamaya çalışırdı. Bir Perşembe günü (24.01.2002) Mukârenetü’l-Mezâhib dersini takrire başlamıştı. Ders tabiatı gereği yüksek bir alaka istiyordu. Konu anlatılacak, mezheplerin delilleri verilecek, tahlil edilecek, son olarak da tercihte bulunulacaktı. Ne var ki Hocamız’ın halinden yorgun ve bitkin olduğu anlaşılıyor buna rağmen ders her zamanki derinlik ve zenginlikte devam edip gidiyordu. Dördüncü saatin sonunda rahatsızlığı ilerleyince, mide ve safra kesesi ağrısından sabaha kadar uyuyamadığını, ilmin hatırına çıkıp derse geldiğini, bunu da halinden şikâyet etmek için değil, dua etmemiz için izhar ettiğini söylemişti.
İstanbul’u Bana Verseler
Üstad, ilmin izzetini herşeyin önünde tutar, fıkra anlatmak gibi basit ameliyelere tevessül etmez, sınıfta bir rekâket gördüğünde ise muktezâ-i hâl ile alakalı ya tabakât kitaplarından ya da kendi hayatından bir anekdot nakleder, onu yorumlar, böylece öğrencinin dersle irtibatını tekrar en üst seviyeye çıkarırdı. Haseki’de öğrencilerin neredeyse tamamı evli olduğundan kira verme, nafaka temin etme gibi birtakım meşgaleleri olurdu. Hâricî unsurların onları dersten kopardığını hissettiği bir anda şöyle demişti: “Haseki’de göreve başladığımda ancak bodrum kattan bir daire tutabilmiştim. Bu durum romatizmamı artırdı. Fakat kimselere hâlimi arz etmedim. Şu dersten aldığım hazzı hiçbirşeyde bulamadım, bulamam da. İstanbul’u bana verseler onu, bir derse değişmem. Dünya benim olsa şu giydiğim ceketim üzerine ikincisini giyemem, giyersem bana deli derler. O halde ne yapayım böyle bir dünyayı?!”
Dolaylı İkazlar
Üstad, bir arkadaş hata yapsa ya da derse geç kalsa ikazda tasrih yolunu değil ta’rizi seçerdi. Bu da, ancak söyledikleri dikkatle takip edildiğinde anlaşılabilirdi. Bir geç kalma hadisesinden sonra, Kâsânî’nin, evlendiği gecenin sabahında, eşi Fâtımâ’dan, babası Alâuddin Semerkandî’nin dersine gitmek için izin istediğini, hocasının da Reddü’l-Muhtâr dersine on dört yıl fasılasız devam ettiğini, sadece evlendiği gecenin sabahında geç kaldığını söyleyerek ifâde-i meramda bulunmuştu.
Sadece Fatiha
Haseki’de Muhterem Hocam’la son dersimiz… Mukârenetü’l-Mezâhib fi’l-Fıkh adlı kitabın seksen birinci sahifesine, 28.02.2002 (Perşembe) tarihi itibariyle Üstad’ın veda sadedinde söylediklerinden derlediğim notlardan bir kaç cümle: “Bildiklerimin yekununu sizlere aktarmak isterdim. Sizlerin, hocanızdan daha âlim olmasını arzulardım. Fakat takdir-i ilahi bu kadara müsaade etti. Gidiyorsunuz… Birlikte olduğumuz süre zarfında dualarınızdan başka bir beklentim olmadı. Şimdi de öyle. Ardımdan medh-u sena cümleleri değil, sadece fatihalar bekliyorum. Hakkınızı helal ediniz”.
Hülasa
Milletler alimleriyle var olur, onlarla yaşarlar; düştüklerinde de, onların eserleriyle ayağa kalkarlar. Fikre, siyasete, sanata onlar yön verir. Dengeyi onlar kurar. Bu yüzden büyük şairler, mütefekkirler, devlet adamları büyük âlimlerin devrinde yetişmiştir. Sultan Selim, Bâki, Fuzulî ve Mimar Sinan’ın Hocazâde, İbn Kemal ve Ebussuud gibi allâmelerle yakın dönemde yaşamış olmaları tesadüf değildir. Bu husus dikkate alındığında, İslâmî hassasiyete sahip olduğu zannedilen okur-yazarların medeniyet merkezli müessir projeler üretememesinin ardındaki esas nedenin “ilmi yetersizlik” olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki, kürsülerinde daha az fâizle daha rahat yaşamanın fetvası verilen üniversitelerden İslâm iktisat doktrinini yeniden terkip edecek münşiler değil, onu kapitalizma içerisinde eritmek isteyen müstagribler yetişir.
Üstad, malum ahval ve şerâit içerisinde mütevazı bir mekanda, kendisiyle hedef birlikteliği olan talebeleriyle medeniyetin ihyasına katkıda bulunacak esaslı çalışmalar yürüttü; İslâmî ilimler müfredatını, kökü mazide olacak fakat âtiyi de ihmal etmeyecek bir şekilde yeniden düzenledi. Muhalled metinleri okuma geleneğine esaslı katkıda bulundu. Kavâid-i Külliye, fetva usûlu, makâsid, mukârenetu’l-mezâhib, usûl ve furû’ kitaplarını okutarak inşanın sözünü edenlere, onun nasıl olması gerektiğini gösterdi. Furû’ fıkhı, usûl kaidelerine irca’ eden dersleriyle, fıkhî muhayyilesi olan öğrencilere sorun çözme yollarını öğretti. Her ifadesini İslâm’ın başlı başına bir medeniyet olduğu kabulü üzerine bina etti. Vâiz, müftü, öğretim üyesi nevînden yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Ne var ki onların önemli bir bölümü yazı dilini kullanmadığından, intelijansiya Üstad’ı gereği gibi tanıyıp, istifade edemedi.
Üstad bilinmeli, kendisi gibi onlarca alim yetiştirecek müesseseler o hayattayken açılmalıydı. Çünkü Üstad tanındıkça Süleymaniye, Fatih, Beyazıt, Hocâzâde, Ebussuud, Kevserî…, daha yakından tanınacak; böylece dünya, İstanbul’un İslâmiyet adına, insanlık adına neler ürettiğini keşfedecek ve büyük destana sustuğu cümleden başlayarak yeni tetimmeler yazılacak; İslâm’ın sorun değil, sorunları çözen yegâne nizam olduğu riyazi bir hakikat olarak tezahür edecek, fikir ve sanatın ilimle rabıtası yeniden en üst seviyede tesis edilecekti. Bunun için adımlar atılmalı, -adıyla değil, muhtevasıyla- yüksek ihtisas merkezleri kurulmalı. Üstad’ın başkanlığında fıkhın ibadet dışındaki bölümleri ‘‘asr-ı hâzır’’ın ihtiyacını karşılayacak şekilde gözden geçirilmeli.
Mademki fıkıh bilmeyen fakat kendini Ebû Hanîfe gibi fakih gören, hadis bilmeyen fakat kendini İmam Malik gibi muhaddis zanneden öğrenciler yetiştiren Akademya arzu edilen eğitimi verememekte, mademki Haseki bir semt adı olmasına rağmen eğitimdeki -bir dereceye kadar- kalitesinden dolayı Diyanet’in farklı şehirlerde ve farklı isimlerde açtığı ihtisas merkezlerinin mütadâvel adı olmakta, yani Trabzon, Kayseri, Konya gibi şehirlerde okuyan bir öğrenciye nerede okuduğu sorulduğunda, “Trabzon Haseki, Kayseri Haseki…”, diye cevap vermekte; o halde yeni hâle dair söz söylemek öncelikle Haseki’ye bu itibarı kazandıran Üstad Mehmet Savaş ve Halil Günenç’in hakkıdır. Zaman geç olmadan bu iki ulu Hocaya daha çok kulak verilmelidir.
Şu şiir sanki yukarıdaki hakikati belirtmek için söylenmiştir: Bir kervan çölde menziline doğru ilerlerken bir akşamüstü arâr çiçeğinin en güzellerinin yetiştiği Necid’e uğrar. Kervan başı, yol arkadaşına zamanı iyi bir şekilde değerlendirmesi için şöyle seslenir:
“تمتع من شميم عرار نجد فما بعد العشية من عرار” Mevsiminde, Necit’te “arâr” çiçeğini kokla. Yatsı sonrası kervan gidecek, bir daha arar çiçeği bulamazsın!” Belağat kitaplarında da yer alan bu şiir ulu hocalardan istifade etme çağrısı olarak Devlet-i Âliyye’nin medreselerinin duvarlarında kaç bin defa yankılanmıştır.
Muhterem Hocam’ın ders halkaları Allah Teâlâ’nın bize ihsan ettiği bir konaklama yeri, kendisi de bir arâr çiçeğiydi. Haseki’de, o mütevazi ilim abidesinde okuyan, düşünen, paylaşan bir arâr çiçeği… Anadolu’nun farklı köşelerinden ilim talebelerinin koklamak için yollara düştüğü arâr çiçeği…
Ne var ki onun semtinde senelerle ifade edilen bir uzunlukta konaklamak bir kış mevsiminin yatsı vakti kadar kısa oldu. Şu kadarlık bir ömürde sadece otuz ay… Hiç yatsı olmasa, hep orada bir yerde olsam, elimde hep bir kitap, o anlatsa, okusa ben dinlesem, not alsam ve mesmûâtımdan hareketle yeni terkip ve tahlillerde bulunsam…
***
İstanbul’un Bağdat’a, Şam’a ve Kahire’ye ağabeylik yaptığı, Ümmet adına yeniden umut olduğu bir zamanda muasır Süleymaniyeleri kuramaz, oralarda Kemalpaşazadeleri yetiştiremezsek ne Bâki, ne Barbaros, ne Sinan, ne de Yavuz Sultan’ımız olur. İman, ilim, fikir ve siyaset yolumuz dün nasıl açıldıysa, bu gün de öyle açılacaktır.
—–
1- Söz konusu eserle alakalı yorumları için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Islâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, ty., VIII, s.289-96.
2- Bkz. Buharî, İlim, 9.
3-Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, ty., 275; Takiyyudddin en-Nedvî, el-İmamu’l-Buhârî, Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1994, s. 29.
4- ez-Zehebî, a.g.e., I, 275; en-Nedvî, a.g.e., s. 29.
5- Bkz. ez-Zehebî, Siyer-u A’lâmi’n-Nübelâ, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût, 1998, XIII, 291-294; Abdulfettah Ebû Ğudde, Sâfâhât min Sabri’l-Ulema, Mektebü’l-Matbûâti’l-
6- Ebû Ğudde, a.g.e., s. 240.
7- Hatib el-Bağdadî, er-Rıhle fî Talebi’l-İlim, el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrût, 2006, s. 55.
8- Celalüddin es-Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, Dâru’l-Minhâc, Cidde, II, s. 295; en-Nedvî, a.g.e., s. 34.
9- Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., XX, 308-309; Ebû Ğudde, a.g.e., s. 75-7.
10- Hadis olduğu da rivayet edilen bu ifade için bk. Ahmed b. Muhammed el-Meydânî, Mecmau’l-Emsâl, Beyrût, 2002, III, s.114.
11- Hocamız ısrarlar üzerine eserin birkaç cildini kasete okumak suretiyle tercüme etmiştir.