Üsküp’e gidiyoruz…Köy camilerindeki minareleri görünce “Rumeli İslâm toprağı. Buralar bizim, bizim kalacak!” diye haykırası geliyor insanın…
Üsküp’teyiz… Zihnimde Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiiri olduğu hâlde Mustafa Paşa Camii avlusundan arkadaşlarla Üsküp’ü seyrediyoruz; beton yığınları arasında hâlâ mefâhiri söyleyen medreseler, azâmeti hatırlatan kubbeler ve kıyama duran minareler evladının yolunu bekleyen bir anne gibi mahzun görünüyordu…
Yürürken selamlaşıp kucaklaştığım Üsküplü Mü’minler’in ruh köklerinde sadâkatin nişaneleri vardı. Sanki sokaklarda hâlâ Yıldırım’ın nefesi hissediliyor, İsa Bey’in sesi duyuluyordu. Minarelerden “Tito da gitti, ondan öncekiler de… Sonra gelenler de gidecek… Lâkin biz buradayız, hep burada kalacağız.” diye sesler geliyor gibiydi.
GÖZ YAŞI KURUYAN ÇEŞMELER
Birinci Balkan Harbi sırasında Sırplar’a terkedilen Üsküp’te Osmanlı yüzden fazla cami, medrese, han, hamam, çarşı ve çeşme yaptı. Ara sokaklarda gördüğüm suyu kuruyan, taşına karalar çalınan çeşmeler sessiz sedasız ağlıyor gibiydi. Artık ne akıtacak göz yaşı ne onu eski hâline kavuşturacak sadık yoldaşları vardı. Üsküplü Müslümanlar için Osmanlı bilfiil bitse de bilkuvve yaşıyor. Mefâhiri anlatan o ilim, ihlas ve sanat âbideleri yıkılsa, önleri beton binalarla kapatılsa da Üsküp, Osmanlı olarak kalmada ve Osmanlı ruhunu yaşatmada kararlı.
TAŞ KÖPRÜ’DEN ROMA’YI SEYREDİYORUM
Vardar Nehri üzerindeki Taş Köprü’de Osmanlı’dan bakiye bir mihrap var. Makedonlar’ın restore sırasında yıktığı Türkiye’nin baskısı üzerine tekrar eski taşlarıyla inşa ettiği mihrapta küffâr üzerine giderken akıncı beyleri namaz kıldırırdı. Mihraptan Avrupa’ya bakınca uzaklar yakın oluyor ve sanki Allah Rasûlü’nün (ﷺ) fetih müjdesini verdiği Roma’yı görüyorsunuz.
Bir Üsküplü’ye “Bu mihrap size neyi hatırlatır?” diye sorunca “Osmanlı kumandanları köprü üzerinde namaz kılar sonra fethe çıkardı. Bu yüzden mihrap bize İslâm’ın ve Müslümanlar’ın zaferini, İslâm karşıtlarına ise zilleti hatırlatır.” dedi. Rumeli’de Osmanlı’dan kalan her eser Evlad-ı Fâtihan için zafer kürsüsü mesabesinde.
ÜSKÜP’TE EZÂN-I MUHAMMEDİ
Taş köprüden geçerken okunmaya başlayan Ezân-ı Muhammedi, Osmanlı’dan kalan kubbenin azâmetini gölgelemek için Üsküp Meydanı’na dikilen putları, güneşin önündeki kar gibi eritiyor. Sanki bir anda esaretten hürriyete yürüyorsunuz.
Üsküp’te ezan dinlemekte ayrı bir halavet var. Ecdad’ın bedelini canıyla ödediği Ezân-ı Muhammedi okunurken sanki ses doğrudan kalbinize temas ediyor… Üsküp’te ezan, işgal altındaki bir şehre giren “OSMANLI “ordusunun tekbir sesleri gibi muhteşem… Sanki heykellerle kaplı bir meydanda değil, bez parçalarının indirilip İslâm sancağının göndere çekildiği bir zafer merasimindesiniz. Kubbeleri gizlemek için meydanın her tarafına dikilen heykeller, “Allah-u Ekber” ile oyuncağa dönüyor. Bu duygularla kalabalıklar arasına karışıp Murad Paşa Camii’ne vardık. Kapıda karşılaştığım Üsküplü bir genç “Hocam! Akşam Gostivar’daki konferasınızdaydık.” dedi. İçeri girdik ki farz başlamış, cami son cemaat mahalline kadar dolmuştu. Namazdan sonra kapıda karşılaştığım gence “MaşaAllah! Hep böyle mi?” diye sordum. “Hocam bugün pazar, hafta içi cemaat daha da fazla olur.” dedi. Cami’den çıkarken bir ihtiyar, “Dur, dinle beni!” diye seslenince geri döndüm, yaklaşınca şunları söyledi: “Üsküp’te Ezan-ı Muhammedi Osmanlı ile okundu. Daha ileri vilayetlere de Osmanlı’yla gitti. Siz ve biz; Rumeli ve Anadolu yeniden Osmanlı gibi İslâm’a ittiba edersek Ezan-ı Muhammediyye’yi Avrupa’nın her yerinde okuyacağız.”
Makedonlar Üsküp Meydanı’na diktikleri İskender ve adamlarının heykelleriyle bir millet uyduracaklarını zannediyor. Tıpkı “put adam”ın muritleri gibi. Bir Üsküplü, “Bunlar halkı soydu, heykel yaptı. Osmanlı ise toprağı ihya etti, şehirler kurdu, binalar yaptı. Aralarındaki fark geceyle gündüz gibi…” dedi.
Putperest yöneticiler, Makedonlar tarafından da alay konusu olmuş. Zira ata binmekten korkan komutanları, at üzerinde Osmanlı ile savaşırken resmedip meydana dikmişler.
ÜSKÜPLÜ REHBERİN TÜRKLERE TESETTÜR VAAZI
Murad Paşa Camii’nin önünde Türkiye’den gelen bir turist kâfilesiyle karşılaştım. Neredeyse hiç birinin kıyafeti camiye girmeye uygun değildi. Üsküplü bir rehber Türkiyeli kâfileye camiye nasıl gireceklerini anlatıyordu. Utandım, daraldım. Üsküp’e İslâmiyet’i taşıyan anadolu insanı şimdi Üsküp’te camiye nasıl girilir, onu öğreniyordu. Bir Üsküplü dedi ki:“Hocam! Bir defasında buraya lise talebelerinden oluşan bir kâfile geldi. Bazılarının üzerinde sanki hiç kıyafet yoktu. Bir başkası o hâlde göğsünün üzerine Türk bayrağı koymuştu. Kendisine yaklaştım ve dedim ki ‘Bacım! O bayrak yalnız sizin değil, aynı zamanda bizimdir. O, bütün İslâm milletinindir. Tarihimiz, imanımız, aşkımız ve istikbale dair umudumuz o bayrakta. Sen bu kıyafetin üzerine taktığın bu bayrakla yerin altında kefensiz yatan Osmanlı’yı üzersin. Yapma! Kıyafetini belirlerken modacılara değil ecdadına bak.’ dedim. Bir başka Üsküplü şunları söyledi:“Hocam! Türkiye’den buraya gelenlerin önemli bir bölümü bize meyhaneyi, kumarhaneyi soruyor. ‘İşte dedelerinizin yaptığı camiler, medreseler’ deyince ‘Bizde bunlardan çok var. Ne yapalım taş yığınını? Sen kadından, iyi şaraptan haber ver.’ diyorlar. Son Büyük İslâm Devleti Osmanlı’ya sadakat gösteren gençleri Üsküp’e bekliyoruz.”.
İSMAİL HAKKI BURSEVÎ
Üsküp âlim, arif, edib, şair şehri aynı zamanda. Medrese ve tekkelerinde çok sayıda âlim ve veli yetişti. Onlardan biri de asırlar geçmesine rağmen Üsküp’te hâlâ adı unutulmayan İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri’dir.
Murad Paşa Camii’nde bir ihtiyar: “Sen İsmail Hakkı Hazretleri’ni bilir misin? dedi. “Bursevî mi?” dedim. “Ben o kadarını bilmem; lâkin biz ona ‘Hazret’ deriz. Üsküp’te görev yaptı. Sonra beldeler, diyarlar dolaştı, binlerce insanı irşad etti, çok sayıda eser yazdı. Nihayet Bursa’da vefat etti.” “Tamam,o İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nden (1653-1725) soruyorsunuz.” deyince şunları söyledi:
“Bulgaristan hudutları içerisinde kalan Aydos’ta doğan İsmail Hakkı Hazretleri’ni, Şeyhi Osmanlı Fazlı Efendi irşad hizmetleri için Üsküp’e gönderdi. Yanındaki üç dervişle Üsküp’e varan Hazret’e virane hâldeki bir tekke tamir edilerek tahsis edildi. Orada bir taraftan şer’i ilimler okuttu diğer taraftan irşad hizmetlerini yürüttü. İsmâil Hakkı Hazretleri vaazlarında bazı çevreleri İslâm’a muhalif hareketlerinden dolayı tenkid edince muhalifleri kendisine bir tuzak kurdu; camideyken kundurasını alıp topuğunun içine mushaf sahifesi koydu, sonra da mahkemeye gidip “Bu adam İslâm’ı tahkir ediyor. Ayakkabısında Kur’ân-ı Kerim sahifesi var.” diye şikayette bulundu. Muhakeme sonunda Hazret’e iftira edildiği anlaşılınca İsmâil Hakkı Hazretleri ve müştekiler İstanbul’a giderek Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi ve Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile görüştü. Sulh için görevlendirilen Osman Fazlı Efendi, tarafları barıştırdı. Lâkin muhalifleri Hazret’i bırakmadı, yeni tuzaklar kurdu. İsmail Hakkı Hazretleri Üsküp’te altı yıl kaldıktan sonra Şeyhi Osman Fazlı Efendi’nin müsaadesiyle buradan ayrıldı. Fakat Üsküp’te nesilden nesile aktarılan, asırlarca unutulmayan hatıralar bıraktı. Nihayet 1725’te Bursa’da can emanetini Rabbi’ne (ﷻ) teslim etti.”[1]
Üsküp sadece firûze kubbeleri, ihtişamlı duvarları, terkedilmişliğe ağlayan sebilleri ile değil, gençlerle dolu camileri ve hatıralarıyla da Osmanlı.
VARDAR NEHRİ
Vardar Nehri kenarında çay içerken Selim Hocam “Nehrin adı Türk ismine benziyor. Hikayesine dair malumatınız var mı?” diye huzurdaki kardeşlere sorunca biri şöyle dedi: “Osmanlı askeri nehrin yatağının olduğu bölgede su ararken Vardar’ı bulur ve haber vermek için kumandanına gelir. Kumandan ‘geldiğin cihette nehir var mı?’ diye sorar. Asker de ‘var’ der. Peki nasıl? deyince ‘dar’ der. Ve nehrin adı ‘Vardar’ olur.”
MEFÂHİR ATLASI: ÜSKÜP
Üsküp’te “Osmanlı” deyince gözlerde umut beliriyor, yeis dağılıyor. Mefâhir Atlası Üsküp’ten ayrılırken yüreğimizde hüzün, dilimizde Yahya Kemal’in mısraları vardı:
“Üsküp ki Yıldırım Bayazıd Han diyârıdır Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır. Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle “biz”di o. Üsküp ki Şar dağında devâmıydı Bursa’nın Bir lâle bahçesiydi, dökülmüş temiz kanın. Üç şanlı harbin arşa asılmış silâhları, Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları. Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa, Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa. İsâ Bey’in fetihte açılmış mezarlığı, Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”
[1] Bazı ifadelerimiz tarafımızdan ilave edilmiştir.
(Hüküm Dergisi 80. Sayı / Ağustos 2019)