BÜYÜK HİKAYE NASIL BAŞLADI?
İmam Buhârî’yi anlayabilmek için umumî planda Kur’ân-ı Hakîm’i nazara vermek gerekir. Kur’ân, Efendimiz’in vazifelerinden birinin de muallimlik olduğunu haber veriyor.1 İmam Tîbî “Futûhu’l-Gayb”da Efendimiz’in Ümmeti’ne karşı vazifelerini anlatan, “ يُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ/ Onlara Kitabı ve Hükmeti öğretiyor.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsir ederken şunu söyler: “Bir sonraki âyetteki atıf “vâvوَ/ı gösteriyor ki; Allah Rasûlü ﷺ hem sahâbenin hem de Kıyamet’e kadar gelecek bütün müminlerin baş mualllimidir.”2 Kıyâmete kadar ulûm-i İslâmiyye’ye muhatap olacak kimler varsa onlar da Allah Rasûlü’nün ﷺ talebe kadrosuna dahildir. Efendimiz’den itibaren, eğer birisi bir hocadan ders okuduysa ve senedi de varsa, bu tedrisat, icâzet yoluyla Efendimiz aleyhissalâtu vesselâma kadar ulaşır.
MUHADDİSLERİN AMELİYESİNİN KUR’ÂN’LA MÜNASEBETİ?
İmam Buhârî Allah Rasûlü’ne ﷺ kadar giden o halkanın en mümtaz talebelerindendir… Allah Teâlâ’nın İnşirah Sûresi’nde haber verdiği, “Efendimiz’den yükün kaldırılması” hâdisesi3 O yaşarken sahabe ile, Ahiret’e irtihal ettikten sonra ise ulemâ ile olmuştur. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (radıyallahu anhum) geldi, vazife aldı; yük olmadı, yük aldı. Ya da sahâbe (radıyallahu anhum) Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini tâbiîne aktardı, onlar da sonraki kuşaklara rivayet etti. Her biri Efendimiz’in hem kavlî, hem amelî, hem de takrirî Sünneti’ni farklı iklimlere, farklı insanlara taşıyarak tâkati nisbetinde Kur’ân’ı Hakîm’in anlaşılmasına katkıda bulundu. Efendimiz’in vazifesi İslâm’ı yaşamak, insanları yaşamaya davet etmek ve Murad-ı İlahiyi beyan etmekti. Onlar da hadîs-i şerîfleri rivayet ederek İslâm’ı mücerretten müşahhasa taşıdı, anlaşılması ve yaşanmasını temin etti.
Allah Azze ve Celle’nin Efendimiz’in adını yüceltmesinin 4(وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ) bir anlamı da muhaddislerin; kavlî, fiilî ve takrîrî Sünnetini cem, tedvin, şerh ve izah etmeleridir. Bunun için büyük şehirlerde büyük hadis halkaları kuruldu; sadece İmam Buhâri’nin doksan bin talebesi oldu. Doksan bin kişi İmam Buhârî’den “el Câmiu’s-Sahîhi” dinledi.
Efendimiz’den sahîh bir senetle gelen bir hadisin talebe kadrosuna, sahâbe gibi, Kıyamet’e kadar gelecek bütün ilim talebeleri dahildir. Sahâbe-i Kirâm, (radiyallahu anhum) bu hadis halkasını oluşturabilmek, oluşturduktan sonra da koruyabilmek için uzun rıhleler yaptı. Cabir b. Abdullah Medine’den Şam’a bir aylık mesafeyi, Abdullah b. Üneys’ten bir hadisi alabilmek için kat etti. Ebu Eyyub el-Ensârî bir hadis için Medine’den Mısır’a rıhle yaptı. Tabiûn da ilim noktasında sahabenin sünnetine ittiba etti. Rıhleler tabiûn zamanında artarak sürdü, bir geleneğe dönüştü. Bu yüzden Kudema “ لو لم تكن الرحلة لضاع العلم/ Eğer rıhleler olmasaydı ilim(hadis) zayi olurdu.” buyurdu. Çünkü Allah Rasûlü’nün ﷺ ashâbı İslâm’ı tebliğ gayesiyle Medine’den çıkıp farklı şehirlere gitmişti. Onlarla birlikte hadis-i şerifler de gitmişti. Sahabenin önemli bir bölümü bâki ömürlerini Kûfe, Şam gibi şehirlerde geçirdi. Oralarda ders halkaları kurdu. Şehir şehir dolaşan âlimler de hadislere o şehirlerdeki hadis halkalarında muhatap oldu. Onlar hadisleri önce sadırlara aldı, sonra satırlara aktardı.
NİÇİN HADİSLER ÖNCEDEN YAZILMADI?
Allah Rasûlü, ﷺ Kur’ân-ı Hakîm ile karışmaması için önce hadislerin yazılmasına müsaade etmedi. Çünkü Sahâbe-i Kirâm âyetleri derinin üzerine yazıyor, yanına da Efendimiz’in hadislerini kaydediyordu. Sahabede Kur’an melekesinin henüz oluşmaya başladığı yıllarda âyetle hadisin birbirine karışma riski vardı. Bu yüzden Allah Rasûlü ﷺ başlangıçta hadis yazımına müsade etmedi. Sahabede meleke oluşup tehlike ortadan kalkınca “Yazın!” buyurdu. Nitekim Mekke’nin Fethi’nden sonra bir kan davası üzerine akdettiği hutbeyi dinleyen Yemen ehlinden Ebû Şah, Efendimiz’e, “Yâ Rasûlallah, bu konuşmayı benim için yazar mısınız?” diye rica edince, Allah Rasûlü ﷺ “Bunları Ebû Şah için yazın.” (اكتبوا لابي شاه) buyurdu. (Buhârî, Müslim). Kureyş tarafından hadis yazması engellenen Abdullah b. Amr, mevzuyu Allah Rasûlü’ne ﷺ arz ettiğinde, Efendimiz parmağıyla mübarek ağzını işaret ederek, “Sen yaz! Varlığım elinde olan Allah’a yemin olsun ki, bu ağızdan hakikatten başka bir şey çıkmaz.” (اكْتُبْ فَوَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ مَا يَخْرُجُ مِنْهُ إِلَّا حَقٌّ) (Ebû Davud) dedi. Daha pek çok rivayet Allah Rasûlü’nün ﷺ ihtilat şüphesi zâil olunca hadisleri yazmaya müsade ettiğini göstermektedir.Hadisleri tedvin sürecinde büyük imamlar zuhur etti ya da süreç büyük imamları öne çıkardı. Ümmet, İmam Buhârî’den önce İmam Mâlik, İbn Ebî Şeybe, Ahmed b. Hanbel gibi muhaddisleri tanıdı. Her biri farklı bir menhec bağlamında Efendimiz’den gelen rivayetleri cem ve tedvin etmişti. Lakin “sadece sahih hadislerin toplandığı bir eser” yoktu. İmam Buhârî (rahmetullahi aleyh) buna niyet edip yıllar süren bir yolculuğa çıktı; sonunda sahih hadisleri tedvin etti.
KUR’ÂN-I KERÎM’DEN SONRA EN MUTEBER KİTABIN ARAP OLMAYAN BİR ÂLİME AİT OLMASI
İmam Buhârî’nin tam adı, Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. el-Muğira b. Berdizbeh… Berdizbeh yerel dilde çiftçi demek… Dedesinin dedesi ise Mecusi… Çekirdekten ağacı, geceden sabahı, ölüden diriyi çıkaran 5(يخرج الحي من الميت ) Allah Azze ve Celle Mecusi bir kökten İmam Buhârî gibi bir âlimi çıkardı. Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en muteber kitabı bir Arap değil, bir Türk tedvîn etti. Çünkü üstünlük Allah’ın her insana ihsanı olan soyda, boyda değil, sa’y-u gayretle gelen takvadadır. Allah Azze ve Celle Arap durduğunda Türk’ü yürütür, Türk durunca sancağı Hindli müslümana verir. Alparslan’ın yolu dağılırsa sancağı Salahaddin taşır. Bu Kanûn-i İlahi’dir.
Allah Yoluna Adanan Bir Çocuk
Buhârî’nin Mecusi olan dedesinin dedesi Berdizbeh’in oğlu Muğira, Buhâra valisi vasıtasıyla müslüman olur. Onun oğlu İbrahim hakkında fazla bir malumat yok. Fakat İmam Buhârî’nin babası İsmâil âlim, fâzıl bir şahsiyet olarak biliniyor.
İmam Buhârî Hicri 194 yılında, Buhara’da âlim bir babanın evinde dünyaya gelir. Bir ara gözlerini kaybeder. Annesi sürekli ağlar, dua eder. Bir gece rüyasında, Efendimiz’in hem yolundan hem de soyundan geldiği Büyük Peygamber Hz. İbrahim’i görür. Hz. İbrahim İmam Buhârî’nin annesine, “Ey kadın! Çok ağlamandan ya da çok dua etmeden dolayı Allah Teâlâ oğluna gözlerini iade etti.”6 der. Sabah olur, Muhammed b. İsmail gözlerine yeniden kavuşmuştur.
Çoğunluk ilme talip, bazıları da hem talip hem matlub olur. Muhammed b. İsmail ikinci kadrodan. Çünkü büyük bir hizmet îfa edecek; Efendimiz’in hadislerini dinleyecek, onların en sahihlerini tedvin edecek, bunun için şehir şehir dolaşacak. Belki bundan, belki sadece Allah’a malum olan bir husustan dolayı murad-ı İlâhî gözlerinin açılmasını takdir etti. Yavrusunun gözleri açılan anne de “şükür” olarak -İmran’ın eşi- Hz. Hanne gibi7 oğlunu Allah yoluna adadı. Erken yaşta eşini kaybeden anne, oğlu Muhammed’e sütünün yanında hakikati de emzirir; annesi gibi hakikatin de çocuğu olur Muhammed b. İsmail…
Hadis Vadisi: Hicaz
Muhammed b. İsmail önce Kur’ân-ı Kerîm’i hıfz eder. Erken yaşta hadis meclislerine gider, on yaşında ise büyük muhaddislerin ders halkalarında onların rivayetlerini tashih edecek bir derinliğe ulaşır. Hadisle alakalı pek çok mecmuayı ezberler. On altı yaşına gelince annesi ve bir de küçük kardeşiyle beraber Buhâra’dan Hac kafilesine katılır, hacca gider. Muhammed b. İsmail Türkistan’dan sonra Hicaz’ın ders halkalarına katılır. Hicaz’ın bir hadis vadisi olduğunu görünce o kalır; kardeşi, validesi ile beraber Buhâra’ya döner. Mekke’den Medine’ye geçer. Sonra Basra’ya, Şam’a, Mısır’a defaetle gider; farklı şehirleri dolaşır. “Sadece sekiz defa Bağdat’a gittim.” der. Her gittiğinde Ahmed b .Hanbel’in ders halkasına oturur, ondan hadis dinler. Bin seksen muhaddisin ders halkasına oturur. Önce “Kadâyâ’s-Sahâbeti ve’t-Tâbiîn” adlı eserini telif eder. Daha sonra “et-Târîhu’l-Kebîr” ve “et-Târîhu’s-Sağîr” adlı kitaplarını yazar. Ardından lâ yemût eseri “el-Câmiu’s-Sahîh”i telife başlar.
BÜYÜK HİKAYE NASIL BAŞLADI?
İmam Buhârî, İshak b. Raheveyh’in(İbn Râhûye) meclisinde onun, “Biri Efendimiz’in sahih hadislerini cem etse!” şeklindeki temennisine tanık olur. Hemen hatırına henüz gördüğü bir rüya gelir. Rüya şu şekildedir: İmam Buhârî, Efendimiz’in önünde oturuyor ve elindeki bir yelpaze ile onu serinletiyor. Daha sonra bu rüyayı ulemâya anlatır. Onlar da şöyle tabir ederler: “Efendimiz’in Sünneti’ni muhafaza noktasında Allah Teâlâ sana önemli bir vazife verecek. Yani Sünnet’in sahih olanını sakîm olanından ayıracaksın.” Muhammed b. İsmail rüyanın teşviki, hocasının da telkiniyle sahih hadisleri telif ameliyesine başlar. Hadis almak için hangi şehre gittiyse orada önce âlimleri bulup onları dinler, onların ders halkasına katılır. Yollarda zaman zaman aç kalır. Bir defasında üç gün yiyecek bir şey bulamaz; ağaçların yapraklarını, otları yer. Üçüncü gün yanına birisi gelip bir kese altın verir, “Bunu ihtiyaçların için harca.” (انفق علي نفسك) der.
İmam Buhârî’nin hayatı, fedakârlık gibi mazhariyetinin de şahitleriyle doludur. Müttaki kulların tâkatlerinin bittiği yerde Nusret-i İlahi onlara imdad eder. Allah Azze ve Celle müttaki kula çıkış yolu açar ve hesap etmediği yerden onu rızıklandırır.8 Diğer muhaddisler de İmam Buhârî gibi hadis tedvîn sürecinde büyük sıkıntılara maruz kaldı. Lakin hiç biri “ah” edip inlemedi, ağyarı esrarından “agâh” eylemedi. “Ricâl” kitapları fedakârlığa şehâdet eden hadiseler yanında canla, malla yapılan îsâr örnekleriyle de doludur. İbnü’l-Kasım, Mısır’daki evinden ayrılırken hanımına, “Sen muhayyersin, istersen kendini boşayabilirsin.” der. Aradan 18 yıl geçer; ondan ne bir haber ne de bir selam gelir. Bir gün Medine’de İmam Mâlik’in (rahmetullahi aleyh) ders halkasına bir genç yaklaşır ve “İbnü’l-Kasım aranızda mı?”9 diye sorar. Halkadakiler İbnü’l-Kasım’ı işaret eder. Genç de koşup İbnü’l-Kasım’ı alnından öper. İbnü’l-Kâsım, “Evlat kokusu alıyorum.” deyince, genç, “Ben senin evladınım. Yıllar önce annem hamileyken onu bırakıp Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hadislerini toplama adına evden ayrılmıştın. İşte ben o hâdiseden kısa zaman sonra doğan oğlunum.” der.
Muazzam Bir Hafıza
İlmin baş tarafı meşakkat, sonu rahmettir. Ahmet b. Hanbel, İmam Buhârî bu yolda nice meşakkate katlandı. Onların otelleri, banka kartları yoktu. Gittikleri yerlerde onları karşılayanlar, ağırlayanlar da mevcut değildi. Birileri, “Buyurun! Ne iyi ettiniz de geldiniz” de demedi. Bu noktada İmam Buhârî şunları söylemektedir:
“Basra’ya gittim. Orada Efendimiz’in hadislerini dinliyor, arkadaşlarla ders halkalarına gidip geliyordum. Derse on altı gün devam ettim. Bu süre içerisinde arkadaşlarım yazıyor, bense yazmıyordum. Arkadaşlar bana, ‘Sen ulemânın halkasına geliyorsun lakin yazmıyorsun! Böyle olur mu? Madem geliyorsun niçin yazmıyorsun? Niçin vaktini zayi ediyorsun?’ dediler. Ders arkadaşlarım bu noktada bana ısrar etti. Onların ısrarı neticesinde bir gün onlara, ‘Bu zamana kadar katılmış olduğumuz halkalarda muhaddislerden ne kadar hadis aldıysak sorun onları size okuyayım.’ dedim.” Onlar sorar, İmam Buhârî okur. Öyleki, nerede hangi hadisi dinlediyse, dinlediği gibi rivayet eder. Hafızası karşısında taaccub eden arkadaşları, onu dinleyerek defterlerini tashih eder.
İmam Zehebî Siyer-ü A’lâmi’n-Nübelâ’da “İmamu’l-Huffaz”, “Şeyhu’l-İslâm” gibi sıfatlarla tavsif ettiği İmam Buhârî’ye dair şöyle der:
“Buhârî’nin Bağdat’a geleceği haberi duyulunca insanlar ‘Büyük bir âlim gelecek, bu şehri teşrif edecek’ diye toplandı. Binlerce kişinin hazır bulunduğu bir celsede 100 tane hadisin senetleriyle metinlerini değiştirdiler. Iraklıların metinlerini Şamlılar’ın senetleri ile, Şamlılar’ın metinlerini Iraklılar’ın senediyle karıştırdılar. Avâmdan 10 kişiye de bu rivayetleri verip, ‘Bunları okuyun’ dediler. Bir tanesi okumaya başladı. İmam Buhârî de okunan hadis için ‘Bu hadisi bilmiyorum.’ dedi. Diğerlerinin okuduklarına dair de yine ‘Bilmiyorum.’ dedi. Meclisteki on kişi sırayla on rivayet okuyor, Buhârî de her defasında ‘Ben bunu bilmiyorum.’ diyordu. Nihayet 100 hadis okundu. Avâm hayret içerisinde, ‘Muhammed b. İsmail dedikleri zat bu muydu!’ diyordu. Sessizliği Buhârî’nin şu sözü bozdu, ‘İlk okunan rivayete gelince o hadis şöyle olacak, ikinci rivayete gelince o da böyle olacak…’. Daha sonra her hadisi, senedini tashih ederek rivayet etti.” Yüz hadisin hiçbirinde hata yapmadı. Aslında bu hafıza karşısında hiç de taaccuba mahal yok. Allah Teâlâ’nın ikramı ile bir çocuk altı bin küsur âyeti ezberleyip üç-beş ayda “Hafız” olabiliyorsa, Ümmet içinden bir Muhammed b. İsmail çıkıp, niçin onbinlerce hadisi ezberleyemesin?
Emîru’l-Mü’minîn
İmam Buhârî milletler içersinde zuhûr edip tarihin akışını değiştiren kahramanlardan biridir. Lakin himmetini başka alanlara değil hadis ilmine verdi, orada derinleşti. Yakınlarının ifadesine göre bir şeyi bir defa duyduğunda ezberleyen bir hafızaya sahipti. Aslında o mikyastaki insanlar için bu çok fevkalâde bir durum değildir. İnsanlık tarihine baktığınızda bu tür istisna şahsiyetleri çokça görebilirsiniz. Ancak birinin aklına İblis virüsü bulaşırsa İmam Buhârî’nin hafıza gücünü anlamada sorun yaşayabilir. Lakin tarih bunun şahididir.
İmam Buhârî sadece hadis rivayet etmez, bizzat onlarla amel ederdi. Bu yüzden hem onun çağında yaşayanlar, hem de ondan sonra gelenler ona hayran oldu. -İmam Müslim de, İmam Tirmizi de onun talebesidir.- İmam Müslim ona talebe olmayı iftihar vesilesi telakki eder. İmam Müslim, İmam Buhârî’ye “Keffâratü’l-Meclis”le alakalı bir soru sorar. İmam Buhârî cevap verince İmam Müslim şöyle der: “Bırak da bu aklın sahibinin ellerini değil ayaklarını öpeyim.”. İmam Müslim, İmam Buhârî’ye, “Sana ancak haset eden kimseler buğzeder.” der. “Tabakât” kitaplarında daha pek çok muhaddisin, pek çok imamın, İmam Buhârî’yi ta’dil eden ifadeleri vardır. Ümmet’in âlimleri onu anlatırken, “İmam-u Dünya, Şeyhülislâm, İmâmu’l-huffâz, Emîru’l-Müminîn” gibi sıfatlar kullanmışlardır.
Eli Kalem de Kılıç da Tutardı
Ahmet b. Hanbel ona dair, “Horasan, Muhammed bin İsmail gibi bir şahsiyet yetiştirmedi.” der. Esasında sadece Horasan değil, bu ümmet hadis alanında İmam Buhârî gibi birisini daha çıkaramadı. Hadis ilminde onun çok farklı bir yeri var. Rivayette, dirayette kudema meclisinde baş köşe hep onundur. Zühtte, takvada da o en önde olmaya namzettir.
“el-Câmiu’s- Sahîh”i Buhârî’den iki kere dinleyen ve bugün elimizdeki bütün nüshalarının kendisine dayandığı Firebri şöyle der: “İmam Buhârî, çok iyi ok atardı. Öyleki sadece iki defa isabet ettirememişti.” Peki, İmam Buhârî neden sürekli ok atardı ve bu ameliyede nasıl bu derece mahir olmuştu? Çünkü her âlim, Allah Rasûlü ﷺ gibi her an cihada hazırlıklı olmalıdır. O, bu haliyle “hareket fukarası” kimi ilim talebelerine, “Sünnet’i kalemle koruyanlar, yeri geldiğinde kılıçla da korumalıdır.” demekteydi. Diyar diyar hadis toplayan, hadis halkalarında on binlere “Haddesenâ, ahberanâ” diye hadis rivayet eden Buhârî, atın üzerinde giderken de ok atabilirdi. O hem Efendimiz’in Sünnetini tedvin ediyor hem de onunla amel ediyordu. Ona göre, Allah Rasûlü ﷺ ok attıysa burada söz bitmiştir; bir âlim, bir muhaddis de ok atmalıdır. Bu noktada en-Necm bin Fudayl şunları nakleder: “Bir gece Allah Rasûlü’nü ﷺ rüyamda gördüm. Efendimiz yürüyor, İmam Buhârî de ayağını O’nun ayak izine koyuyordu.”.
Diliyle, Haliyle de Muhaddis
Ulemâ nafileleri de kılmalı ki, avâm farzları kılsın. Ulemâsı farzla iktifa eden bir cemiyette avâm zamanla farzları da terkeder. İmam Buhârî, “İlimle iştigal etmek de ibadettir.” deyip Sünnet namazları terketmedi. Bilakis kendi hayatında ibadete dönüşen bir ilmi, ibadet gördü. Ya da ibadet etmek için talib-i ilim oldu. İnsanlar Sünnet-i Seniyye’yi onun dilinden dinledi, nasıl yaşanacağını da halinden öğrendi.
Namaz, Dış Dünyadan Kopuş
İmam Buhârî’nin “haşyet” dolu namazları “mâsiva”dan “mâvera”ya geçiş hükmündeydi. Öyleki acıları, ağrıları namazda dinerdi. Hiç bir şey onu namaz kadar dış alakadan koparamazdı. Hiçbir şey onun namazını, İmam Zehebî’nin naklettiği şu hâdiseden daha güzel anlatamaz:
“Bir bahçede namaz kıldırıyor. Namazı bitirdikten sonra bir talebesine ‘Sırtımı açar mısın?’ diye rica ediyor. Talebe de sırtını açıyor. İmam Buhârî’nin sırtında on altı, bir rivayete göre de on yedi tane de şişkinlik var. Namaz esnasında yabani bir arı İmam Buhârî’nin sırtını on yedi-on sekiz yerden sokmuş. Lakin o, namaza devam etmiş. Sırtını o halde gören talebesi, ‘Efendim, yabani arı sırtınızı on sekiz yerden sokmuş.’ deyince, İmam Buhârî şöyle cevap veriyor: ‘Namazda falan sureye başlamıştım. Beni, onu bitirme arzusu sardı. O yüzden bozmadım.”
Hz. Ebubekir de (r.a) namaz kılarken kendisinden geçer, ağlamaktan nereyi okuduğu anlaşılmazdı. Hz. Ömer’in mihraptaki hıçkırıkları en arka saftan işitilirdi. Ömrünü Sünnet-i Seniyye’ye adayan bu Büyük İmam’ın da o namazlardan nasibi vardı.
Mala-Mülke Dair Hükmü
İmam Buhârî -babasından tevarüs eden mala bakıldığında- fakir sayılmazdı. Lakin mevcudu koruma ya da olanı artırma noktasında hususi bir gayreti de yoktu. İmam Zehebî’nin rivayet ettiği şu hâdise onun mala dair kıymet hükmünü veriyor:
“Bir gün İmam Buhârî’yi içinden dereler akan, bolca ağacın olduğu güzel bir bahçeye götürürler. Bahçe o kadar güzeldi ki, dünyanın cenneti olmaya namzed bir yerdi. Onu bahçeye getiren adam, “Efendim! Nasıl? Beğendiniz mi?” diye sorunca İmam şöyle cevap verir: “Burası dünya hayatı. Bunun ne önemi, ne değeri olabilir ki!”
Nişabur’da Tutuşan Fitne Kazanı
Buhârî, kayıtlara “dünyayı elinin tersiyle iten bir âlim” olarak geçti. Lakin pekçok âlim gibi İmam Buhârî’nin de mihnesi oldu. Ona dair fitne, fesad, iftira hiç eksik olmadı. Şöhretini çekemeyen âlimler hakkındaki iftiraları “hakikat” niyetine pazarlıyor, ona ağır tenkitler yöneltiyorlardı. İmam Buhârî’deki istidâdı gören ve belki de bazılarının “ben”lerine yenilip ona haksızlık edeceğini sezen Ahmed b. Hanbel, onun Horasan’a dönmesini(Buhâra’ya gitmesini) istemez, sürekli Bağdat’ta kalmasını arzu ederdi. Ancak o sürekli Buhâra’ya giderdi. Son defa Buhara’ya gitmiştiki, ortalık karıştı. Oradan Nişabur’a geçti. Nişabur ulemâsı onu karşılamak için şehrin dışına çıktı. Bin süvari, binlerce yaya onu istikbal etti. Büyük Muhaddis İmam Zühlî (v. 258) de talebelerine, “Buhârî (Muhammed b. İsmail) geliyor, siz de karşılamaya gidin!” diye emretti, kendisi de gitti. Kısa zaman içerisinde İmam Buhârî’nin halkasındaki öğrenciler yüzleri, binleri buldu, “Ben”ler devreye girer ve Nişabur’da fitne ateşi tutuşturulur.
Hakperestler Aciz Kalırsa İlk Olarak Adalet Düşer
İmam Zühlî talebelerine Buhârî’den hadis dinlemelerini lakin akîdeyle alakalı mevzularda ona soru sormamalarını; bunun Hâricî, Râfizî, Cehmîleri sevindireceğini söyler. Ne var ki Buhârî hadis rivayet ederken kalabalıktan biri ayağa kalkıp “Kur’ân’ın nazmının mahlûk olup olmadığını” sorar, o da “insanların Kur’ân’ı telaffuz etmelerinin onların fiili olduğunu, fiillerin de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını” söyler. Bunun üzerine İmam Zühlî, “Kim İmam Buhârî’nin halkasına giderse benim halkama gelmesin ya da kim Buhârî’nin söylediğini söylüyorsa burada durmasın.” der. Esasında ortada bir ihtilaf da yoktu. Buhârî Kur’ân’ın değil, kârînin (okuyanın) ifadelerinin okurken Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını söylemekteydi. Lakin fitne ateşi yakıldığından kimin ne dediğine itibar edilmiyordu. Vicdanlar yorulmuş, yürekler daralmış, ehl-i basiret aciz kalmıştı. Bağdat’ta Ahmed b. Hanbel, Medine’de İmam Mâlik nasıl bir itibara sahipse, Nişabur için de Zühlî aynıydı. Buhârî gibi onun için de Emîru’l-Mü’minîn fi’l-Hadis denmekteydi. Lakin Ehl-i Sünnet’e hasım olan fırkalar bu ateşi söndürmemek için ellerinden geleni arkaya koymamakta kararlıydı. Söylemlerini karşıtlık üzerine kuranlar lafzî bir ihtilafı hakikat gibi sundu ve nihayetinde kazandı. Esasında İmam Buhârî de Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Hakîm’in mahluk olmadığını savunuyordu. Lakin söz taşıyıcılar, hakperestlerden daha gayretli olunca hakikat kendini ifade de aciz kaldı.
Zühlî
İmam Müslim, hocası İmam Zühli’nin Buhârî tenkitlerini ağır bulur ve ders halkasını terk eder. Daha sonra İmam Buhârî Nişabur’dan çıkarılır. Merv’e gider. Oradan da Buhâra’ya geçer. Buhâra emiri, “Saray’a gel, bizim çocuklara et-Târihu’l-Kebîr”i ve “el-Câmiu’s Sahîh”i okut.” der. İmam Buhârî de “Olmaz, ilim saraya gitmez! Saraydakiler ilmin ayağına gelir. Eğer çocuklarını okutmamı istiyorsan onları ders halkasına gönder.” şeklinde karşılık verir. Zuhlî ile Emir arasında mektuplaşmalar olur. Buhârî’nin ilmi, sarayda oyuncak yapmayan tavrından da rahatsız olan Emir, Halku’l-Kur’ân meselesini bahane eder; neticede Buhârî doğduğu şehirden ayrılmak zorunda kalır.
Buhârî Yolda, Şehir Ayakta
İmam Buhârî, Buhâra’dan yola çıktığında rahatsızdı. İftiralara karşı direnen ruhu da yorgun düşmüştü. Semerkand’a gitmek istiyordu fakat fitne ateşi Semerkand’a da ulaşmıştı. Halkın bir kısmı Buhârî’nin gelmesini isterken diğer bir kısmı ise “Gelmesin, onu şehre almayız!” diyordu. İmam Buhârî, Hartenk kasabasına ulaşınca her şeyden haberdar oldu. Bir müddet Hartenk’de akrabalarının yanında kaldı. Müslümanların haksız yere üzerine gelmesinden yoruldu ve ellerini kaldırıp şöyle niyazda bulundu: “Ey Rabbim! Yeryüzü bütün genişliğine rağmen bana dar oldu. Beni huzuruna al!”10 İmam Buhârî Hartenk’te bekletilirken Semerkand’dan “İmam Buhârî’yi alıp Semerkand’a götürecekler” diye bir haber geldi. Talebeleri sarığını başına koyuyor, yürümesi için koluna giriyorlar. Binek hayvanına doğru ilerlerken, bir anda “Beni yere yatırın!” buyuruyor. O esnada –yaptığı duanın üzerinden bir ay bile geçmeden- ruhunu Allah Azze ve Celle’ye teslim ediyor. Cenazesine onu istemeyenler de katıldı, benzeri görülmeyen bir cemaatin katılımıyla namazı kılınıp naşı Hartenk’e defnedildi.
İnsanlar kuraklık olduğunda Buhârî’nin kabrine koşar, orada dua ederdi. Bu, Şeriat’a muhalif bir durum değildir. Zira Buhârî de “Kitâbu’l-İstiskâ”da, Hz. Ömer’in, Hz. Abbas’ın elini tutarak, “Allahım! Peygamber’in amcası Abbas hürmetine bize yağmur yağdır!” diye dua ettiğini rivayet etmektedir.
İnsanlar kabrinden o derece etkilenir ki aşırı muhabbetten Şeriat’ın tasvib etmediği uygulamalar baş gösterir. Sağlığında ona muhabbeti olmayanlar bile kabrinden toprak alır. Talebeleri kabrini koruyabilmek için bekçiler tayin eder. Kur’ân’ı Hakîm’e, Sünnet-i Seniyye’ye hizmetin bir bedeli olarak İmam Buhârî’nin kabrinden Hartenk’e günlerce mis gibi kokular yayılır.
Büyük muzdaribler “Ahiret Muhabbeti” kusursuz olsun diye dünyaya acılarla elveda dedi. İmam-ı Azam, Ahmed b. Hanbel muzdaripti. İmam Buhârî de o muzdaripler kervanına katıldı. Kim bilir belki de onun talebeleri de tabutunu taşırken, “Kıymeti takdir edilemedi.” diyordu.
Bu ümmetin âlimleri hakikati canları gibi muhafaza etti. Ahiret âlimleri, ulemâ-i dünya gibi ilmi sarayın ayakları altına sermedi. Sultan’dan gelen davetlere münasib bir lisanla, “İlim belli bir zümreye hasredilip, diğerlerinden saklanamaz. Okuma muradı olan halkaya gelsin. Ben Allah Rasûlü’nün ﷺ hadislerini Emir’in oğluna okutup ümmetin çocuklarını bundan mahrum edemem” diyen Büyük Muhaddis, vefat ettiğinde (v.256) 62 yaşındaydı.
Dipnotlar
1 Cum’a, 62/2.
2 Cum’a, 62/3 “وَآخَرِينَ مِنْهُمْ لَمَّا يَلْحَقُوا بِهِمْ”
3 İnşirâh, 94/1-3.
4 İnşirâh, 94/4.
5 Yûnus, 10/31.
6 يا هذه، قد ردَّ الله على ابنك بصره؛ لكثرة بكائك أو كثرة دعائك
7 Âl-i İmrân, 35/3.
8 Talâk, 65/2-3.
9 (أفيكم ابن القاسم)
10 اللهم قد ضاقت علي الارض بما رحبت فاقبضني اليك