Ümmetin siyasi ve ictimai manada yekvücut olduğunun müşahhas sureti olan Osmanlı’nın mirasına sahip çıkan bir Türkiye ile İran’ın karşı karşıya geleceği malumdu. Bu malumiyet belli çevrelerin hakikati tahrif ameliyelerine rağmen, bu gün o derece zahir olmuştur ki, en basit nazarla dahi iki devlet arasındaki derin ihtilafı görmek mümkündür.
Aynı idealleri taşıdığımızı zannettiğimiz, bütün olanlara rağmen kucakladığımız İran gördük ki bir yüzüyle ümmet coğrafyasında, diğeriyle ise şer cephesinde. Yani sahnede farklı, mahfilde farklı bir İran var. Surette ABD ve İsrail’le derin bir anlaşmazlık içerisinde olan fakat ABD’nin işgal ettiği yerlerde her nasılsa sürekli kazanan, kendisine atiyeler verilen bir İran…
Emperyalizma kendi menfaatleri çerçevesinde kurduğu dengeyi koruyabilmek için, elini sahnede Ehl-i Sünnet Müslümanların yaşadığı devletlere, mahfilde ise İran’a uzatmakta. Fakat zaman zaman da ikiyüzlülüğünü örtememekte. Emperyalizma, geçen asırda Anadolu’yu, Mısır’ı, Şam’ı, Hindistan’ı işgal etti fakat Şii nüfusun yoğun olduğu yerlere neredeyse hiç müdahil olmadı. (Ehl-i Sünnet tarafından ehl-i kıble olarak görülen ve İslam dairesi içerisinde kabul edilen Şiilere emperyalizmanın müdahil olmaması her Müslüman için sevindirici bir durumdur.) Çünkü Batı için asıl tehlike İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğu temsil eden Ehl-i Sünnet’tir. Bu yüzden emperyalizma planlarını azınlık olan Şiilere yeni yayılma alanları hazırlamak ve Ehl-i Sünnet Müslümanlarını farklı değerler merkezinde yeni parçalara ayırabilmek esası üzerine tasarlamaktadır. Bunun için hemen her kesimden Müslümanın nefretini kazanan ABD ve İsrail, İran’la düşman görünerek, İran’ın Ehl-i Sünnet Müslümanları nezdinde itibar kazanmasını temin etmektedir. Yani emperyalizma icraatlarıyla İran’a, “sürekli düşman kalalım ki sen yeni dostlar kazan.” demektedir.
İran ve Şia ile alakalı bu değerlendirme Müslümanların mevcut algılarına aykırı olduğundan bazı zihinlerde idrak sıkıntısına yol açabilir. Bu yüzden hadiseyi örnekler bağlamında müşahhaslaştıralım:
ABD, zahirde İran’a nispetle Ehl-i Sünnet Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlere daha yakın duruyor. Ne var ki aynı ABD işgal ettiği Irak’tan çekilirken yönetimi İran’la her nevi birlikteliği olan Şiilere bıraktı. Lübnan, İran devrimini desteklemek için kurulan Hizbullah’ın kontrolünde. Suriye’de iktidar onlarca yıl önce azınlık olan Nusayriler’e teslim edilmişti. En zalim idarecilerin dahi yapmaya cüret edemeyeceği katliamları Batı, Nusayriler eliyle yaptı. Dün Hama, Hıms yerle bir edildi. Bugün aynı azınlık kendisini iş başına getiren emperyalizmanın gizli, İran’ın ise açık desteğiyle Müslüman katliamına devam ediyor.
Ehl-i kıble nazarıyla baktığımız Şia hakkında böyle bir mütalaa, “ümmet bilincine ne kadar uygun?” diye sorabilirsiniz. Aslında bu soruyu, yazıyı yazmadan önce ben de kendime sordum. Fakat bina çökerken çatlayan duvarlara mücamele yapmanın büyük kayıplara yol açacak olması beni bu satırları yazmaya icbar etti. İsterseniz hadiseye Şam’da, Halep’te ya da Hama’da “Özgür Suriye Ordusu” saflarında savaşan mücahitler zaviyesinden bakalım. Geçen yıla kadar onların araba, ev ve işyerlerinin camlarında Hizbullah lideri Nasrallah’ın posterleri asılıydı. Şii olduğuna bakmadan onun zaferiyle iftihar ederlerdi. Hatta Butî’nin duasından etkilenip, “Ya Rab! Beni Nasrallah’ın bedeninde bir parça yap” diye dua edenler de vardı. Fakat aynı Nasrallah, aynı Müslümanları Lübnan’da mülteci, kendi topraklarında ise mukim olarak hunharca katletti. Şimdi onlar, muzaffer olması için dua ettikleri “Hizbullah”a “Hizbuşşeytan”, Nasralllah’a “Nasrallat” diyorlar.
Ehl-i Sünnet Şia’yı her şeye rağmen tarihin hemen her döneminde defalarca kucakladı. Yakın dönemde Ehl-i Sünnet’e mensup bazı âlimler, “Mukaren Fıkıh” kapsamında Şia fıkhını da okuttu. Son dönemde telif edilen İslam fıkhı kitaplarının bir kısmında Şia fıkhı’na yer verildi. Mustafa es-Sibaî (rahimehullah) akademik hayatı boyunca gerek dersleriyle, gerekse de eserleriyle rıza-i ilahi için bu yaklaşımı destekledi. Fakat Merhum, Şii âlimlerin gerçek hayatta, ittihad-i İslam gündemli meclislerdeki konuşmalarının zıddına davrandıklarına şahit olunca yine ilah-i rıza için desteğini çekti. Hoca, Şia’nın söz-amel farklılığına müşahhas bir örnek olarak 1953 yılında Sur şehrindeki evinde ziyaret ettiği Şii âlim Abdulhüseyin Şerefuddin’den bahseder. Evde, ittihad-ı İslam için neler yapılabileceği konuşulur. Belli esaslarda anlaşma sağlanır. Bu çerçevede her iki taraftan âlimlerin birbirlerini ziyaret etmeleri ve bu yakınlaşmayı temin edecek eserlerin telif edilmesi kararlaştırılır. Sibaî bu çerçevede bir takım girişimlerde de bulunur, Beyrut’ta farklı kesimlerden Şia’nın önde gelen isimlerini ziyaret eder. Ne var ki bir zaman sonra ittifakın müessisi kabul edilebilecek Abdulhüseyin’in, Ebu Hureyre (radiyallahu anh) hakkında sövgülerle dolu bir kitap neşrettiğini görür. Sıbaî’nin başlattığı, Şia ile Ehl-i Sünnet’in ittihad-ı İslam ameliyesi öncekilerde olduğu gibi yine Şiilerin sözlerine muhalif amelleriyle inkıraza uğrar.[ref]Sibaî, es-Sünne ve Mekânetuha fi’ş-Şeriati’l-İslamiyye, Beyrut, 1985, s. 8-10.[/ref]
Şia, amel planında muahede esaslarını değil, gizli ajandasını esas aldı. Muhammed Takî el-Kummi adındaki Şii bir âlim 1945 yılında Kahire’de “Dâru’t-Takrib beyne’l-Mezahibi’l-İslami”yi kurdu. Kurumun amacını, Ehl-i Kıble’yi tevhit etmek olarak açıkladı. Sunni âlimlerin bir kısmı da zahirde iyi niyet taşıyan bu kurum içerisinde görev alarak katkı sağladı. Dâru’t-Takrib’in yayın organı olan “Risaletü’l-İslam” mecmuası Ezher Rektörü Mahmud Şeltut’un verdiği bir fetva ile kurumun gizli ajandasını deşifre etti. Sahabeye sövmekten vazgeçmeyen Şia, Ezher Rektörü olan Şeltut’a; “İmamiyye ya da İsna Aşeriyye Şiası olarak anılan Caferiyye mezhebinin hükümleriyle amel etmek Ehl-i Sünnet mezheplerinde olduğu gibi caizdir. Müslümanlar bunu bilmeli ve bazı mezhepler hakkında taassuptan kurtulmalıdırlar.”[ref]Mahmud Şeltut, Fetva Tarihiyye, Risaletü’l-İslam, XI, 1378/1959 s. 227.[/ref] şeklinde fetva verdirmeyi başardı. Pek çok Şii, bu fetvayı kitaplarının ilk sayfalarına aldı. Fetvanın etkisiyle bazı sunni gençler şiî oldu.
İran devriminden sonra İslam gençliği, şiileri,”لا شيعية لا سنية وحده وحده اسلامية”
“Ne Sünniler ne Şiiler yaşasın İslam ümmetinin birliği” ifadesiyle kucakladı.
Hadiseye dair hükmü, realite yerine, sadece emperyalizmanın surette İran’la kesintisiz bir krizi tercih etmesine bakarak tayin edenler, ray değiştirdi. Şia’nın gizli ajandası çerçevesinde yaptığı ihanetlere bakmadan onu desteklemeyi tercih etti. Filozofların Yunan Felsefesine ait metinleri Arapçaya aktarırken “felsefe” kelimesini “hikmet” olarak tercüme etmeleri gibi, onlar da, Şia’yı Ehl-i Beyt olarak isimlendirdi. İran’dan etkilenen yazar-çizer taifesi Suriye’deki İran destekli katliama ya sessiz kalarak ya da bizzat İran’ın dolayısıyla da katil Esad’ın yanında yer alarak destek oldu. Hama,’da, Hımıs’ta, Şam’da her gün yüzlerce Müslüman şehit olurken, Suriye davası Filistin, Arakan ya da Somali için oluşan kamuoyu desteğinin çok gerilerinde kaldı. Mazlumlarla dayanışma için düzenlenen mitinglerde Suriye gündeme bile alınmadı. Bütün bunların arkasında Türkiye’deki İran sever yazar-çizer taifesinin önemli bir rolü vardır. Ehl-i Sünnet sabır ve temekkün okuludur. İhtilali benimsemez. Dolayısıyla meşru otoriteye başkaldıranlar desteklenemez diyen Müslümanlara gelince, onlar, emperyalizmanın düzenli bir şekilde Müslüman katletme görevi karşılığında kendisine iktidar verdiği Esad rejimini hangi esaslara dayanarak meşru addetmektedirler?!