İlim tartışma ortamında gelişir. Bu yüzden tezlerine güvenenler tartışma içerisine girmekten imtina etmedikleri gibi bunu fırsat olarak da görürler. Muhaliflerine meydan okuyan Kur’an-ı Kerim, onları deliller üzerinden tartışmaya davet eder. Farklı din ve ideoloji mensuplarını tefekkür ve taakkûl etmeye çağırır. Ehl-i sünnet uleması da farklı dönemlerde ortaya çıkan siyasî ve fikrî oluşumları, kaleme aldıkları reddiyeler ve ilim meclislerinde şifahi olarak serdettikleri delillerle ilzam etmişlerdir. Bunun için de öncelikle “öteki” olarak niteledikleri ideologların görüşlerini en az onlar kadar öğrenmişlerdir. Nitekim İmam Gazzâlî, Meşşâilerin düşünce ve yanılgılarını ortaya koymadan önce iki yıl onların görüşlerini havî eserleri mütalaa ile meşgul olmuştur.
Osmanlı’nın son dönemine kadar da bu usul devam etmiş, ulema müsteşrik ve müstağripleri ancak görüşleri ve iddialarıyla etraflıca tanıdıktan sonra; ya doğrudan ya da meselinin esasını müdellel bir şekilde izah eden reddiyeler kaleme almışlardır. Fatih medresesi başta olmak üzere bütün yüksek ihtisas merkezlerini kaybeden İstanbul, temel İslamî ilimlerin her disiplininde farklı meşreplerin görüşleri çerçevesinde telif edilen eserleri de okuyarak yetişen Ali Haydar Efendi, Muhammed Zahid Kevserî, Ahmed Naim, Ömer Nasuhi, Elmalılı Hamdi (rahimehumullah) gibi âlimlerin yerine birkaç hadis metni ve birkaç sayfa tefsir okuyarak mezun olan, hadis bilmediği hâlde kendini İmam Malik, fıkıh bilmediği halde Ebû Hanife gibi gören bir zümrenin oluşmasını çaresiz izlemek zorunda kalmıştır. Müfessir, fakih, muhaddis alimlerin yerini tefsirci, fıkıhçı, hadisçi gibi zarflara sahip mübtedîler almıştır.
Ulemaya halef olduğunu zannedenlerin ya da öyle takdim edilenlerin deliller üzerinden ötekiyle tartışma yerine, içe kapanmayı ve hariçte yaşananları yok farz etmeyi tercihleri, modern dünyanın kabullerini sabit, nassı ise değişken kabul eden modernistlerin iddialarını tartışma alanı dışında tuttuğu gibi cehaletlerine rağmen güçlü görünmelerine özellikle de entelektüel Müslümanları etkilemelerine dolaylı olarak zemin hazırlamıştır.
Hem keyfiyet hem de kemiyet itibarıyla gerileyen klasik tedrisatın mevcut hâliyle ötekini anlayıp tenkit edecek donanımdan uzak olduğu gerçeği, ulemanın tedris ve tebliğ usullerini mutlaka gelenek içerisinde geliştirmelerini zorunlu kılmaktadır. Bunun için medenî birikimimiz ve tarihî tecrübemiz esas alınarak, ders kitapları klasik eserlere öncelik verilmesi şartıyla yeniden belirlenmeli, ötekine ait görüşleri havî eserler tenkitli okumaya tabi tutulmalı, Mısır, Pakistan ve Suriye gibi ilmî ve fikrî damarları hâlâ canlı olan ülke âlimlerinin tecrübelerinden istifade edilmelidir.
Unutulmamalıdır ki içe kapanarak sorunları çözeceğini düşünenler bu yaklaşımlarıyla yenilikçilerin hareket alanını genişlettikleri gibi varlık içerisinde yokluk çektirdikleri ümmetin de yenilikçi fikirleri içselleştirmelerine sebep olmaktadırlar. Elbette her şeyin hesabının sorulacağı mahşer günü, içe kapanarak meydanı Kur’an’a ve sünnete yabancı tefsirci ve hadisçilere bırakan ulemaya birçok meselenin yanında bu konu da sorulacaktır.