Ayakların birbirine dolandığı, kabirle dünyanın aynı karede toplandığı ölüm anında geride yetimler bırakan bir baba, gideceği yer kadar ayrılacağı dünyayı da düşünür. Bu yüzden korkuyla umut arasında med-cezirler yaşarken en güvendiği bir dostunun adını telaffuz eder; yetimlerini ona vasiyet eder. Rahman olan Allah Teâlâ da insanlığı himaye ve idare etme vazifesini, onlar üzerine “şahit” olarak tayin ettiği Müslümanlara vermiştir.[1] Çünkü insanlığı en hassas şeriat ölçülerine göre idare etmek için gerekli olan şefkat ve merhamete sadece onlar sahiptir.
Sonu Gelmeyen İhtiraslara Ramazan Ayarı
Allah Teâlâ şefkat, merhamet ve adalet gibi vasıfların duymak, görmek, koklamak gibi bir hasseye dönüşmesi için insana namazı, orucu emretmiştir. Oruçla; amir memuruyla, zengin fakirle empati yapar. Aç kalınca açlar için aşhaneler kurmanın, susuz kalınca da Afrika’da su kuyusu açmanın ne kadar mühim olduğunu anlar.
Nefis yıkar, çalar, zimmete geçirir. Devlet kontrolünün sarsıldığı, büyük çapta yağmaların yaşandığı zamanlarda eşkıyanın nefsine gem vurulmaz. Ramazan ise nefse Âhiret ayarı yapar. “Bütün kapılar kapansa, bekçiler farklı noktalarda olsa da Semâ’nın kapıları kapanmaz, Kirâmen Kâtibîn meleklerinin görmesine mani olunmaz.” der Ramazan. Oruçla; ruh nefse, akıl şehvete meydan okur. Sonuçta nefis, ruh karşısında büyük bir yenilgiye mahkûm olur, fesadın ve dalaletin saltanatı sarsılır.
Müslüman Ramazan’da sahurdan iftara kadar Allah Azze ve Celle emretti diye, kendi malından ağzına bir lokma koymaz. Oruçlu olduğu her saniye, ruhu nefsine, “Her şeyi gören ve bilen Allah var.” der. İlâhî buyruk gereği kendi malını yemeyi keffâret gerektiren bir cinayet kabul eden mümin, haksız yere başkasının malını yemenin ateş yemek gibi büyük bir musibet olduğunu idrak eder.
Allah emretti diye imsaktan iftara kadar hanımıyla birlikte olmaz. O emretti diye helâline yaklaşmayan nâmahreme bakar, zina yapar mı?! Ahlaksız dizilere ya da programlara bakar mı?!
Müslüman, kışta olduğu gibi, yaz Ramazanlarında da Allah Teâlâ’nın tâlimâtı gereği iftara kadar su içmez. Ramazan’da O emretti diye kendi suyunu içmeyen; su savaşları planlar, her nevi fesâdın esası olan içkiyi içer mi?
Hz. Yûsuf Mısır’daki kıtlık yıllarında zâhire ambarları emrinde olmasına rağmen açları ve fakirleri unutmamak için yiyip karnını doyurmazdı.[2] Allah Rasûlü ﷺ de, açlarla aynı duygu dilini konuşabilmek, aynı hâli yaşayabilmek için, evinin değişmesine, değiştirilmesine müsaade etmemişti.[3]Devlet başkanıydı oysa. En zengin O olmalı, en müreffeh ev O’na ait olmalıydı. Fakat günler geçer, evinde aş kaynamazdı. Hz. Âişe’nin (radiyallahu anha) rivayet ettiğine göre O ve ailesi sadece su ve hurma yerdi. İrtihal ettiğinde de zırhı, ekmeklik un için aldığı arpa karşılığında bir Yahudi’de rehindi.
Allah Rasûlü’nün ﷺ Oruç Mektebi’nde yetiştirdiği Ashâbı da O’nun ﷺ gibi yaşadı. Açlara sadaka vermeye parası olmayanlar Medine’nin sıcak günlerinde hamallık yaptı, para kazandı, fukarâya dağıttı.
Hz. Ömer, Medine’deki “açlık yılında”, günlerce kendini ihmal etti; açlıktan guruldayan midesine, “Ne kadar ses çıkarırsan çıkar, bu ümmet doymadan sen de doymayacaksın!”[4] demişti.
Yılda tam bir ay Oruç Mektebi’nde açlık ve susuzlukla merhamet ve şefkat tahsil eden bu ümmet, Batılılar’ın Avrupa’dan Asya’ya ve Afrika’ya küresel hırsızlığa çıktığı yıllarda da şehirlerde sebiller yaptı; çöllerdeki yol güzergâhlarında su kuyuları açtı. En işlek caddelere, câmi önlerine sadaka taşları koydu. Külliyeler içerisine aş evleri inşa etti.
Çad’da Osmanlı Çeşmesi
Malezya’da okuyan, ders çıkışı evine doğru yürüyen bir kardeşimizin yolunu kesen Afrikalı dört Müslüman, selâmdan sonra, ona hitaben, “Sen Türkiyeli misin?” diye sordu.
-Evet.
-Ya Sizler?
-Biz Çad’lıyız.
-Bana bu alâkanızın sebebini öğrenebilir miyim?
-Bizim köye Osmanlı bir çeşme yaptırdı. Teşekkür etmek istedik…
Ne Olur Gelmeyin!
Vasat ümmet[5] olmasının bir gereği olarak zimmînin de hayvanın da hakkını Müslümanlar korudu. İstanbul fethinden sonra Fransa’da toplanan Haçlı Ordusu’nu yola çıkmadan durduran İstanbullu rahipler, “Ne olur İstanbul’a gelmeyin. Biz Osmanlı idaresinde eskisinden daha huzurluyuz. Bizans mahkemelerinde göremediğimiz adâleti Osmanlı-İslâm mahkemelerinde bulduk.” demişlerdi.
Karıncayı Komşu Kabul Edince
Allah Rasûlü’nün ﷺ “Bu dilsiz hayvanların hukukunu koruma noktasında Allah’tan korkun/Şeriat ölçülerine riayet edin!”[6] buyruğunu dinleyen Sahâbe, merhameti hayvanların dünyasına da taşımıştı. O’nun ﷺ öğrencilerinden Adiyy b. Hâtim eline ekmek alır, belli noktalarda onları yere ufalardı. Neden böyle yaptığı kendisine sorulduğunda, “Onlar bizim komşularımızdır, üzerlerimizde hakları vardır.”[7] demişti.
Tarih boyu Allah Rasûlü’nün ﷺ öğrencileri hayvan komşularının haklarını korumak için seferber oldu. Yolda kalan kediler için vakıflar kurdu. Fukahâ da kışın kar bastığında, “Sokakta aç kalan kedi hangi kapıya iltica ettiyse ev halkının onu himaye etmesi farzdır.” fetvasını verdi.
Batı’da Hayvan Mahkemeleri, Doğu’da Yahudi Hakkı
Batılılar 19. yüzyıla kadar insanlığın yüz karası olan “hayvan mahkemelerinde” insana zarar veren hayvanları yargıladı. Köpek, kedi, fare suç durumuna göre bazen idama bazen müebbet hapse mahkûm oldu.
Romalılar, arenalarda kendilerinden olmayan insanları aslanlara parçalatırken; Medine’de Sahâbe, Peygamber’den ﷺ, müslümana karşı Yahudi’nin hakkını savunan tam on bir âyet dinledi.[8] On bir âyet İslâm düşmanı bir millete mensub olan bir Yahudi’nin hakkını müdâfaa etti.
Yahudi Masum, Tu’me Mahkûm
Tu’me adında zarfıyla İslâm’a mensub olan birisi Ensar’dan bir müslümanın zırhını çalmıştı. Kendisinden şüphelenildiğini hissedince, un çuvalı içine sakladığı zırhı bir Yahudi’ye emanet verdi. Kendisine sorulduğunda ise zırhı almadığına dair yemin etti. Zırh Yahudi’nin evinde çıkınca, Tu’me ve adamları yanlışta ısrar etti, Allah Rasûlü’ne ﷺ gidip yalan beyanda bulundu. Her meselede fitne başı olan fakat bu hadisede masum olan Yahudi, zırhı kendine Tu’me’nin verdiğini anlatamadı, kimseyi ikna edemedi. Allah Rasûlü ﷺ, Tu’me’nin masumiyetine hükmedecekti ki, Cebrâil mevzuya dair on bir ayet getirdi. O güne kadar hiçbir millete ait hiçbir mahkeme salonu böyle bir davaya tanıklık etmemişti. Bir tarafta davalı İslâm düşmanı bir Yahudi, karşıda ise davacı bir Müslüman vardı. Ortada ise davacı lehine uydurma deliller… Her şeye rağmen sonuç, “İslâm düşmanı Yahudi’nin masumiyetine, Tu’me’nin sirkat haddinden mahkûmiyetine…” diye çıktı.[9]
Oruç İkliminde İslam Şehirleri ve Batı Kentleri
Oruç Mektebinde nefsini terbiye eden bu ümmet on iki asır dünyaya hem şâhit, hem de hafız oldu. Müslümanlar gibi zimmîler de onların idaresinde itmi’nana erdi. Hayvanın da insanın da haklarını o korudu.
Hayvan mahkemelerinde kedileri, köpekleri müebbet hapse mahkum edenler, Müslümanlara bakarak şehirlerine merhamet ayarı yapmak istedi. Kısa zamanda pek çok şehirde hayvansever dernekler kuruldu. Batı, hayvanı yüceltti fakat medeniyet ufku olmadığından “insan”ı kahretti. Hayvan hakları savunucuları yetiştiren kurumların yanında kitle imhâ silahları üreten fabrikalar kurdu ve oradan çıkan silahlarla milyonlarca masumu katletti. Londra’da bir köpek katledildiğinde televizyonları saatlerce yayın yaptı; kendi silahlarıyla katledilen Müslümanlar, bulunan toplu mezarlar, yapılan darbeler, haber bültenlerinde üçüncü, dördüncü sırada haber değerine layık görüldü. İslam şehirlerinde şehitler taşınırken, Batı kentlerinde kutlama yapıldı.
İnsana kendi malından bile dilediği gibi tasarrufta bulunamayacağını anlatan Oruç’tan habersiz bir gürûhun yönettiği dünyâda, fakirler tarihin hiçbir döneminde bugünkünden daha kötü bir durumda olmadı. Yemekte sınır tanımayan bu şehvetperestlerin iktidârında artık âhirzamana gelindi. Mazlumları, “Müslümanlar mı geliyor?” diye bir umut sardı. Anneler, yetimler, Bilâd-ı Şam’da mustazaflar, Patani’de murabıtlar, Doğu Türkistan’da mazlumlar “vasat ümmet”in dönüşünü bekliyor. Ümmet, Afrika çöllerini su kuyuları ile donatan oruçlu müminlerin idare ettiği yeni bir dünya devletinin, yüreklerdeki îman ve hakîkat çekirdeklerini sulayacak hamlesini bekliyor.
Dünya’da kan var, gözyaşı var. Kitabullah gibi, vicdanlar da müslümanı, yeniden yeryüzünün muhafızı olmaya, yeniden sorumluluk almaya çağırıyor.
* * *
[1] Bakara, 2/143: ﻭَﻛَﺬٰﻟِﻚَ ﺟَﻌَﻠْﻨَﺎﻛُﻢْ ﺍُﻣَّﺔً ﻭَﺳَﻄًﺎ ﻟِﺘَﻜُﻮﻧُﻮﺍ ﺷُﻬَﺪَٓﺍﺀَ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻨَّﺎﺱِ ﻭَﻳَﻜُﻮﻥَ ﺍﻟﺮَّﺳُﻮﻝُ ﻋَﻠَﻴْﻜُﻢْ ﺷَﻬِﻴﺪًﺍ ﻭَﻣَﺎ ﺟَﻌَﻠْﻨَﺎ ﺍﻟْﻘِﺒْﻠَﺔَ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﻛُﻨْﺖَ ﻋَﻠَﻴْﻬَٓﺎ ﺍِﻟﺎَّ ﻟِﻨَﻌْﻠَﻢَ ﻣَﻦْ ﻳَﺘَّﺒِﻊُ ﺍﻟﺮَّﺳُﻮﻝَ ﻣِﻤَّﻦْ ﻳَﻨْﻘَﻠِﺐُ ﻋَﻠٰﻰ ﻋَﻘِﺒَﻴْﻪِ ﻭَﺍِﻥْ ﻛَﺎﻧَﺖْ ﻟَﻜَﺒِﻴﺮَﺓً ﺍِﻟﺎَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﻫَﺪَﻯ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻭَﻣَﺎ ﻛَﺎﻥَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻟِﻴُﻀِﻴﻊَ ﺍِﻳﻤَﺎﻧَﻜُﻢْ ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﺑِﺎﻟﻨَّﺎﺱِ ﻟَﺮَﻭ ُٔﻑٌ ﺭَﺣِﻴﻢٌ
[2] Aliyyu’l-Kârî, a.g.e., IV, 385.
[3] Bkz. Ahzâb, 33/28-29: ﻳَٓﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺒِﻰُّ ﻗُﻞْ ﻟِﺎَﺯْﻭَﺍﺟِﻚَ ﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻦَّ ﺗُﺮِﺩْﻥَ ﺍﻟْﺤَﻴٰﻮﺓَ ﺍﻟﺪُّﻧْﻴَﺎ ﻭَﺯِﻳﻨَﺘَﻬَﺎ ﻓَﺘَﻌَﺎﻟَﻴْﻦَ ﺍُﻣَﺘِّﻌْﻜُﻦَّ ﻭَﺍُﺳَﺮِّﺣْﻜُﻦَّ ﺳَﺮَﺍﺣًﺎ ﺟَﻤِﻴﻠﺎً – ﻭَﺍِﻥْ ﻛُﻨْﺘُﻦَّ ﺗُﺮِﺩْﻥَ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻭَﺭَﺳُﻮﻟَﻪُ ﻭَﺍﻟﺪَّﺍﺭَ ﺍﻟْﺎٰﺧِﺮَﺓَ ﻓَﺎِﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﺍَﻋَﺪَّ ﻟِﻠْﻤُﺤْﺴِﻨَﺎﺕِ ﻣِﻨْﻜُﻦَّ ﺍَﺟْﺮًﺍ ﻋَﻈِﻴﻤًﺎ
[4] İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâr-u Sâder, Beyrût, 1968, III, 313.
[5] Bakara, 2/143: وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيدًا
[6] Ebû Dâvud, Cihad, 15: اِتَّقُوا اللّهَ فِي هَذِه الْبَهَائِمِ الْمُعْجَمَةِ
[7] Aliyyu’l-Kârî, Nureddin Ebu’l-Hasen Ali b. Sultan, Mirkâtu’l-Mefâtîh Şerh-u Mişkâti’l-Mesâbîh, Dâru’l Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 2012, VIII., 68: إِنَّهُنَّ جَارَاتٌ لَنَا
[8] Nisâ, 4/105 vd: ﺍِﻧَّٓﺎ ﺍَﻧْﺰَﻟْﻨَٓﺎ ﺍِﻟَﻴْﻚَ ﺍﻟْﻜِﺘَﺎﺏَ ﺑِﺎﻟْﺤَﻖِّ ﻟِﺘَﺤْﻜُﻢَ ﺑَﻴْﻦَ ﺍﻟﻨَّﺎﺱِ ﺑِﻤَٓﺎ ﺍَﺭٰﻳﻚَ ﺍﻟﻠّٰﻪُ ﻭَﻟﺎَ ﺗَﻜُﻦْ ﻟِﻠْﺨَٓﺎﺋِﻨِﻴﻦَ ﺧَﺼِﻴﻤًﺎ
[9] Bkz. en-Nesefî, Ebu’l-Berekât, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Dâr-u İbn Kesîr, Dımeşk, 2008, I, 392 vd.