HER ŞEY SADECE İSLÂM’DA
Geçmiş ve gelecek zamanın ictimaî ve siyasî düğümlerini Peygamberler çözdü. Hürriyete vurulan prangayı onlar kırdı. Akıl anarşisine tutulanlar ise, “çözdük” vehmiyle gerçeğe her gün yeni düğümler attı. İdeologlara ittiba edenler gerçek diye kaosun kucağına düştü.
Üstad, düğüm çözenlerin yani Peygamberlerin arka safında durdu; oradan Peygamber-i Ekber’e iktida etti: “Sende insan ve toplum, sende temel ve bina; ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmenna!” dedi.
Silsileye dahil olmak için Büyük Veli Abdulhakim Arvasi’ye intisab etti. Onunla tanışınca “modern cahiliyye”ye ait her şeyi çöpe attı. Hakikatle yüzleşmesinin bir ittifak değil, iltihak olduğunu ifade etti: “Bir hendeğe düşercesine kucağına düştüm gerçeğin.”
Üstad en zor bilmeceyi o gerçeğin kucağında çözdü. Gerçek mürşidi, sırtında dilediği yolu aşmaya yardımcı olan bir merkep değil bir rehber olarak gördü. (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, 15)
Üstad, intisabdan sonra “Ya hep İslâm ya hiç İslâm” dedi. Muhataplarını “Yeryüzünü kamil manada şifaya ulaştırıcı gerçek medeniyet olan… İslam’a” (Çerçeve, 182-3) kayıtsız şartsız teslim olmaya çağırdı.
İslâm’ı İslâm’la Anlamak
Büyük Doğu, İslâm’ı İslâm’la anlayıp hayata tatbik etme projesidir. Her şey İslam’da mevcut olduğuna göre O’nu usulleriyle anlamak mecburiyetimiz var. Mağrur aklın müessisi felsefeden istimdatta bulunmak, hem İslâm’ı tahrif kapısını aralar hem de anlaşılmaz hale getirir. İslâm’ın bünyesinde felsefeye yer olmadığından hikemiyâtı “İslâm Felsefesi” terkibiyle ifade etmek de hatadır. Üstad’a göre felsefe, “Doğruyu bulma değil, her defa yanlışı yakalama aletidir ve bütün felsefe mezhepleri birbirinin yanlışını çıkarırken doğrudur. Doğru tek, yanlış ise sayısız olduğuna göre o mutlak ‘tek’e malik olanın sayı saymak ve hakikati böle böle bir şeye varılabileceğini sanmakla ne ilgisi olabilir?” (Çerçeve/4, 251.)
Üstad, mücadele hayatında “İnsan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğuyla tekeffül eden tek nizamın İslâm” olduğunu bu yüzden “Yalnız İslâmiyet”e inanılması gerektiğini, Şeriat’ın, kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzi (bölünme) ve muvazaa kabul etmez bir bütün olduğunu” (İdeolocya Örgüsü, 95.) haykırdı.
“Küfür yobazı” ve “din tahripçileri”nin egemen olduğu bir devirde her şeyin İslâm’da olduğunu, çözüm ve çareyi farklı nizamlarda arayanların “Ha bulduk, ha buluyoruz!” tesellisiyle hiçbir şey bulamadıklarını, her gün her şeyi biraz daha bulunmaz hale getirdiklerini anlattı.
Her Şeyin Hakikati İslâm’da
“Her şey İslam’dadır. İnsanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli, kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa bunların topyekun hakikati, müsbet ve menfi haberi kısaca külli nimet ve dava İslâm’dadır. Sosyalizma ve Komunizma’nın var etmek isteyip de yok ettiği ictimaî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâm’da… Liberalizma ve Kapitalizma’nın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mani ölçüler İslâm’da. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslâm’da. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalığa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâm’da… Nazizma ve Faşizma’nın kazip rüyasını gördüğü üstün nizam ve ruhi müeyyidecilikteki esas İslâm’da… Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslâm’da; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslâm’da…” (İdeolocya Örgüsü, 98)
Üstad, “Olunmayacak her şeyle, olunacak her şeyin kefalet ve keyfiyetinin İslâm’da” olduğu hakikatine Müslümanların ilim, sanat ve fikir zaafiyeti içerisinde olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere, halin İslâm’ın yaşanmadığından kaynaklandığını, nitekim “Rönesans’tan sonraki dünyanın İslâmî gözle görülemediğini ve güdülemediğini” (İdeolocya Örgüsü, 95) söyleyerek cevap verir.
Güneş Yenilenmez
Problem İslâm’da olmadığına, bilakis İslâm’ın yaşanmamasından kaynaklandığına göre çare de İslâm’ın yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü “İslâm bir güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler yenilenir.” Batı ile Doğu arasında med-cezir yaşayan Doğu’dan vazgeçemeyen Batısız da yapamayacağına inanan ve bu yüzden her ikisinin sentezinden yana bir tavır alan Müslüman modernistler Üstad’a göre mevcut halleriyle “fikir ihaneti” (İdeolocya Örgüsü, 159) içerisindedirler.
Müslümanların muhtaç oldukları inkılabın ruhunda derin şüpheler taşıyan modernistlerle olmayacağı, “Allah Rasûlü’nün mukaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak.” (İdeolocya Örgüsü, 112) anlamına gelen İslâm inkılabının ancak “Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsi ruh ve akıl” (İdeolocya Örgüsü, 164) cephelerine sahip “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle gerçekleşebileceği açıktır.
Üstad, inkılabı doğru tanımlayamayan ve bu yüzden liyakatsiz ellerden inkılabın zuhûrunu bekleyen yığınları irşad edebilmek ve onları gerçek inkılabın bağlıları arasına katabilmek için “Doğru Yolun Sapık Kolları”nı telif etti. Kur’an-ı Kerîm’in on dört asırdır doğru anlaşılamadığını iddia eden ve bu iddiayla Peygamber’in de Kur’an-ı Kerîm’i anlayamadığı hezeyanında bulunan sözde tefsircilerin (!) denize düşenlerin kurtulmak için kendilerine sarıldıkları “yılanlar” olduklarını, boğulmaktan kurtulmayı bekleyen insanları, denizden evvel zehirleriyle onların öldürdüğünü anlattı. Agâh olmaya davet etti.
Üstad, gerçek İslâm inkılabını temsil etme liyakatini göremediği hareketleri, müşahhas bir şekilde teşhir etmekten de geri durmadı. Aklı ön plana çıkaran Afgani, Abduh, Reşid Rıza, Muhammed Şeltut, Meraği, Ferit Vecdi gibi isimlerle bilinen Mısır Mektebi’ni, gelenekçi olmakla birlikte modern çizgilerin baskın olarak görüldüğü Pakistan Mektebi’ni tahlil ve tenkit etti. Üstad’a göre bütün bu “Başıboş ictihad davranışlarının, her türlü reformcuların, her nevi ruh ve mana zedeleyicilerinin doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ilk muharriki İbn Teymiyye”dir. (Doğru Yolun Sapık Kolları, 108)
Bugün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları olarak gösterilen hareketlerin misyonlarını tamamlayamadan silinip gittikleri görülmektedir. Bu durumda Üstad’ın, gerçek İslâm İnkılabının onlarla olmayacağını söylemesinin ne kadar isabetli bir tesbit olduğu ortadadır.
Üstad’ın, İbn Teymiyye yorumunun ilmi arka plan ve fikri derinlikten yoksun olduğunu iddia edenler şunu bilmeli ki bu hüküm her şeyden önce bir terkiptir. İlmi arka planı Ehl-i Sünnet ulemasına, fikri tahlili ise Üstad’a aittir. (İbn Teymiyye tahlilleri için bk. ihsansenocak.com)
İbn Teymiyye, müstakil bir şahsiyet olarak ele alındığında Üstad’a ait hüküm ifrat olabilir. “Ondan müstakil bir şahsiyet olarak istifade edilebilir. Huz ma sefâ de’ma keder/Sahih olanı al problemli olanı bırak” denilebilir. Fakat günümüzdeki her nevi kayıtsız/selefi hareketin doğrudan ya da dolaylı olarak İbn Teymiyye’ye aidiyeti düşünüldüğünde hükmün makuliyeti anlaşılacaktır. Hadisenin ideolojik yansımalarını tahlilden mahrum olanlar ne ona Harranlı diyen Muhammed Zahid Kevserî’yi anlayabilecek ne de ona “Şeyhulislam” diyerek kendilerini kör taklitten kurtulabilecektir.
Yeni eskiye bağlı olduğu ölçüde muteber ve anlaşılabilirdir. Aksi bir söz ya da ameliye bütünüyle sahibine aittir. Bu tür ameliyeleri İslâm’la ilişkilendirip “İslâmî çağdaşlaşma” gibi terkipler adı altında ifade etmek dini tahriftir. İslâm, İslâm’dır ve her şey en saf şekliyle sadece ondadır.
(Hüküm Dergisi 5. Sayı / Mayıs 2013)