İslam, ezelden ebede uzanan hakikat yoludur. Hayatın siyaset, ilim, fikir ve dava cephelerinde kumandanlık yapan siyasetçi, alim, arif ve mütefekkirler -sair müminler gibi- bu yolda hem yürümeye hem de bu yolu korumaya da memurdur. Büyük kuşatmalarının olacağı, her kuşatmanın tecdîd ameliyesiyle yarılacağı ve yolun Kıyamet’e kadar açık kalacağı bizzat baş kumandan Hz. Muhammed tarafından haber verildi. Yolda olmaya ve yolu açmaya dair kurallar ise hem kalın, hem de mahrem çizgileriyle Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye tarafından belirlendi.
İmam-ı Rabbani’nin Ekber Şah’ın “Tanrısal Dini”ine karşı “Sünnet-i Seniyye”yi merkeze alarak yürüttüğü mücadele Hind Kıtası’ndaki alimleri hadis ilmi noktasında derinleştirdi. Sair bölgelerde fıkıh mesâil merkezli okutulurken, orada delâil merkezli okutuldu. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, Enver Şah Keşmirî, Eşref Ali Tehanevi gibi muhaddis fakihler zuhur etti. Sinsi bir virüs gibi Şer’î ilimlere sirayet eden bidatleri dezenfekte ettiler.
Devretu’l-Hadîs
Diyubend Dâru’l-Ulûm ve ona doğrudan ya da dolaylı yoldan bağlı olan medreselerin son sınıf tahsiline “Devretu’l-Hadis” denmekte. Talebeler yoğunlaştırılmış bir program dahilinde hadis mecmualarını okuyarak siyasi, iktisadi, ictimai mevzuları neyi esas alarak çözeceklerini öğrenmekte.
Fakihliği yanında muhaddisliği ile de temayüz eden Muhammed Takî Osmanî, İFAM’da “Şerî İlimleri Tahsil Serüveni”ni anlatırken “Devretü’l-Hadîs”e özel bir yer ayırdı. Kütub-i Sitte ve İmam Malik’in Muvattası’nın Yahya b. Yahya ve İmam Muhammed rivayetleri ile İmam Tahavî’nin Şerh-u Maani’l-Asâr’ından oluşan dokuz kitabı ve onları okuduğu hocaları zikretti. Öğrenciler baştan sona kadar dokuz hadis mecmuasını bir hocanın halkasında okur, hoca gerekli gördüğü yeri şerh eder, ulemanın hadisin sened ve metnine dair söylediklerini nakleder, talebeler de hocanın sözlerini adına “takrîr” denen bir ameliyle tedvîn eder. Hind Kıtasında hadis mecmuaları üzerine yazılan şerhlerin mühim bir bölümü talebelerin hocaların derslerinde aldıkları notlardan oluşur. Öğrenciler “Takrîru’l-Buharî, Takrîru’l-Müslim” olarak isimlendirdiği bu çalışmaları ilgili hocalara arz eder, onların kısmî tasarrufuyla neşreder ya da öğrencinin takriri olarak kalır, tab’ edileceği günü bekler.
Okurken Yazmak
Allah Azze ve Celle yeryüzünü imara, Rasûlü de ihyaya çağırır. Gemiyi yapan, demiri işleyen, elbiseyi dokuyan hasılı insanlığın menfaatine olacak en büyük buluşları yapan hep peygamberlerdir. Okumak, bedeli ömür olan bir üretme ameliyesidir. Yazı ve konuşmak ise onun tezahürü. Bu yüzden Medresede okumak gibi yazmak da esastır. Talebe bu esastan birini îfa ederken diğerinden gafil olmaması için matbaalarda basılan ilk kitapların kenarlarında, ortada yer alan metin kadar boşluk bırakılırdı. Bu, öğrencinin mütalaa ederken ya da dersi dinlerken yazmasına matuftu. Ulema çok erken yaşta eser telif etmeye başlamış lakin tevazudan pek çoğu eserini ya gün yüzüne hiç çıkarmamış ya da ilerleyen yaşta izhar etmiştir. Üstad Taki Osmanî de on dört yaşında “Cemaatu’t-Teheccüd fi Ramazan” başlıklı bir eser telif etti. Bir yıl sonra ise Nüfus planlaması (Tahdîdu’n-Nesl) ile alakalı eserini kaleme aldı. Hocası Ekber Ali, Rahmetullahî Hindi’nin muhalled eseri İzharu’l-Hakk’ı Urduca’ya çevirirken ona da esere notlar düşmesini emreder. O da bu çerçevede daha sonra Mâ Hiye’n-Nasraniyye” adıyla basılan mukaddimesini yazar. Pek çok insanın hidayetine vesile olan bu kitabı telif ettiğinde Üstad’ın yaşı on yediydi.
Çaresizlikten Öğrenilen Lisan: İngilizce
İzharu’l-Hak gibi Ma Hiye’n-Nasraniyye’yi de alanında yazılan eserlerden ayıran en temel hususiyet her ikisinin de bizzat Hristiyan kaynakları kullanılarak telif edilmesidir. Takî Osmanî üç yılda telif ettiği eserin hikayesini anlatırken şu noktaya dikkat çekti: “Bir fikri ya da inanışı değerlendirirken kendi kitaplarını esas almalıyız. Fakat Hind kıtasında Hristiyanlıkla alakalı değerlendirmelerin müellifleri hep müslümandı. Yapmamız gereken ise bizzat onların kitaplarına müracaat etmekti. Bunu yapabilmek için en azından İngilizce bilmek gerekirdi. Ben de kendi gayretlerimle bu lisanı öğrenmek için cehd ettim. Başka bir çaremiz yoktu. Tanımadan, ne dediklerini anlamadan onlarla mücadele edemez, masum insanlarını kandırmalarına engel olamazdık. İslam’ı İngilizce de anlatabilmek için İngilizce öğrenmeye kadar verdim. Bunun için dersten sonra her gün Dâru’l-Ulûm’a 15 mil uzaklıktaki kütüphaneye gidiyor, Hristiyanlığı kendi kitaplarından inceliyordum. İngilizceyi kendi imkanlarımla öğrendim. Daha sonra kütüphanesinde Hristiyanlığa dair çok sayıda eser yer alan Lahor’a gittim. Orada bu alanda mutahassıs şahsiyetler de vardı. Kitabı gösterdim, memnun kaldılar. Pek çok Hristiyanın hidayetine vesile olan “Ma Hiye’n-Nasraniyye” kitabı böyle bir ortamda telif edildi. Neredeyse “öğrenciler de olmasa bu eğitim sistemi ne kadar da güzel idare edilecek” derecesinde mazeret bildirme marazına yakalanlar bu muvaffakiyet hikayesinden herkesten daha fazla istifade edeceklerdir.
Reddiyede Gaye
Kalemle, kelamla kazanılan zaferler ebedidir. Bu yüzden Batılılar silahla girdikleri yerlerde kalem ve kelamla tutundular. Zihin işgalini kelamla yaptılar. Milletleri tecavüzcülerinin dilini öğrenme noktasında yarıştırdılar. Batı’nın silahla girdiği yerlere İslam kalemle girdi, silah ancak kanser olmuş hücreleri temizlemek için kullanıldı.
Kilise, muhataplarına cevap vermede aciz kalınca darağacı kurdu, asıp kurtuldu(!). İslam’sa insanlara özgür alanlar açtı. Ulema içerden ve dışardan gelen saldırılara karşı binlerce reddiye yazdı.
Reddiye ya muhatabı ıslah etmek ya da reddiye yapanın taraftarlarını rahatlatması için yazılır. Birincide ihtilaf ya da inkara mevzu olan görüşler zikredilir ardından da deliller çerçevesinde konu tahlil edilir. İkinci ise reddiye zarfı içerisinde sunulan bir “sebbiye”dir; delil yerinde tahkir, fikir yerinde ise iftira vardır. Böyle bir reddiyenin tenkid ve tahlil edilen anlayışa taraftar olan şahısları ıslah etme ihtimali çok düşüktür. Çünkü hedef ıslah değil, fikre taraftar olanları rahatlatmaktır.
Taki Osmanî gençlik yıllarında “münker”e mani olma vazifesinin bir gereği olarak modernistlere karşı nikah ve talak mevzularını da ihtiva eden Ahval-ı Şahsiyye’ye dair bir reddiye kaleme alır. Her eserini olduğu gibi onu da babası Allame Şefî Osmanî’ye tashih ve ikmal etmesi için arz eder. Mevzu ile alakalı kitabı babasına okuyunca, şu ifadelere muhatap olur, “Oğulcuğum! Bu kitabı niçin yazdın? Eğer gayen taraftarlarının sana övgüler yağdırması, ‘Ne kadar güzel yazdın, maşaallah barekellah, modernistlerin delillerini çürüttün’ demesi ise bu ameliyende başarı oldun. Zira fikrine muzahir olanlar böyle bir eserden pek hoşnut olurlar. Fakat bu risaleyi, Ehl-i Sünnet’e muarız olanları Hakk’a çağırmak için telif ettiysen, bunda başarısız oldun. Zira fikirden ziyade şahısların tenkit edildiği bir eserde muhaliflerine karşı kullanılan aşağılayıcı dil onların nefretini kabartır, bu yüzden yazarı haklı bulsalar da söylediklerini kabul etmezler.
Cümleler Kağıda, Nasihatler
Yüreğe Basılır
Allah Teala Hz. Musa’ya ‘İkiniz birlikte Firavun’a gidin, çünkü o sınırı çok aştı. Buna rağmen ona söyleyeceklerinizi yumuşak bir üslupla söyleyiniz. Olurki aklını başına alır Hakk’a teslim olur ya da inkarının onu felakete sürüklemesinden korkar.’ buyurmaktadır. Allah Azze ve Celle ilmî ezelisinde Firavun’un düşünüp aklını başına almayacağını, bu yüzden de iman etmeyeceğini biliyordu. Buna rağmen Hz. Musa ile Hz. Harun’a ona karşı yumuşak konuşmayı emretti. Ayette hitap bütün İslam davetçilerinedir. Onlar her durumda muhataplarının düşünüp toparlanmasına dair umutlarını koruyacak, öldürmek için değil, oldurmak için tenkit edecekler. Bu yüzden davetçi letafet ve zerafetini bozmadan, davayı şahsileştirmeden anlatmalıdır. Ayrıca bil ki bugün Firavun’dan daha zalim, Hz. Musa’dan da daha büyük bir davetçi yoktur. Buna rağmen O zerafete memur kılındıysa sana ne oluyor?” dedi.
Üstad Taki Osmanî babasının İslamî tenkidin gayesine dair serdettiği bu ifadelerinden sonra gözden geçirdiği kitabını adeta yeniden yazar. Üstad, “Bu kitap Urduca basıldı lakin babamın ifadeleri kağıtsız, mürekkebsiz bir halde yüreğimde tab’ edildi.” dedi.
Konuşmak da, Susmak da Vebal
Mevzuyu kökünden fasl eden şu mülahazalar da baba Şefî Osmanî’ye ait: “Evladım! Yazdığın her meseleyi şu çerçevede tasavvur et! İsbat etmen için bir mahkemeye çağırıldığında savunmasını yapabileceğin mevzularda yaz. Eğer davanı dünya mahkemelerinde isbat etmekten acizsen, unutma ki Ahiret’te de aciz olacaksın.”.
Alim için en hassas mevzulardan biri de budur. Delilsiz konuşmak da vebal, delillere rağmen susmak da… Zalim bir Sultan’ın önünde hakkı söylemeyi en faziletli amel kabul eden Peygamberler de, varisleri de tarih boyu delilsiz konuşmadıklarından dolayı da, delillerin verdiği tarihi mesuliyete bağlı olarak konuştuklarından dolayı da bedel ödediler. Abbasi saraylarında kırbaç yerken, “İddia ettiğiniz gibi Kur’an’ın mahluk olduğunu kabul etmem için bana Allah’ın Kitabından ya da Rasulü’nün ﷺ Sünnetinden delil getiriniz.” diyen Ahmed b. Hanbel, Kur’an’ın mahluk olmadığına dair delili olduğundan, aksinin ise müstehîl olmasından dolayı sustu, direndi. Ebu Hanife, Malik ve Şafiî de Kur’an-ı Kerim, ulemaya “münker”e karşı tek bir cephede birleşip karşı koymayı emretti, diyerek müslümanları zulme sessiz kalmama noktasında ikaz etti.
Şefi Osmani 1962’de bunları oğluna söylediğinde Taki Osmanî henüz 19 yaşındaydı. Bir tarafta kaleminden mürekkep yerine boşalan öfkesi, diğer tarafta ise allame bir baba ve onun allame olmanın usul ve esaslarına dair söyledikleri vardı. Babasından ilim gibi usul de aldı. Hem değişti, hem de o esaslara uymayan risalelerini değiştirdi. Gerek Kadiyanilere, gerekse de Hristiyanlara yazdığı reddiyelerde babasının nasihatlerini hiç göz ardı etmedi.
Bu yüzdendir ki Allame Mustafa Zerka, O’nun Hristiyanlığa dair yazdığı reddiyesini kıymetlendirirken şöyle demiştir, “Asrımızda Hristiyanlığa reddiye olarak yazılan en güzel eser Taki Osmani’nin kaleminden çıkan “Ma Hiye’n-Nesraniye’dir. Bu kitap Ebû Zehre’nin eserinden de üstündür.”
Bir Eser ve Bir Kadının Hidayeti
Taki Osmanî’nin anlattığı şu hadise ilmî reddiyelerin insanların hidayete ermesinde nasıl yüksek bir etkiye sahip olduğunu resmetme noktasında fevkalade mühimdir. Üstad, 1970’li yıllarda çalışmak için Almanya’ya giden bir işçiden şöyle bir mektup alır:
“Pakistanlıyım. Almanya’ya rızkımı kazanmak için gittim. O yıllarda İslam’dan uzak biriydim. Ne İslam’a dair bir bilgim, ne de amelim vardı. Hristiyan bir Alman’la evlendim. Dini bir hassasiyetim olmadığından bu evlilikte hiç zorlanmadım. Üç yavrumuz dünyaya geldi. Çocuklar büyümeye başlayıp, anneye muhatap olunca, eşim onlara Hristiyanlık akidesini, yaşam tarzını öğretmeye başladı. Bu ise beni tahrik etti, içimde sakladığım, kalbimin derinliklerine gömdüğüm İslam’ı uyandırdı. Eşime, ’Onlara Hristiyanlık’ı öğretemezsin’, dedim.
– Niçin?
– Çünkü Hrıstiyanlık tahrif edilmiş bir dindir.
– Peki onlara hangi dini öğreteyim?
– İslam’ı öğret.
– Neden?
– Çünkü İslam Hak dindir.
– İslam’ın hak, Hrıstiyanlık’ın ise batıl olduğuna dair delilin nedir, bu söylediklerini isbat et.
– Birşey diyemedim. Çünkü ne İslam’dan ne de Hristiyanlık’tan bir şey biliyorum. Ne zaman onunla münazara yapsam, hep o galip geliyordu. Bense çocuklarımın Hrıstiyan olarak yetişmesinden korkuyorum.
– Ey Şeyh Takî Osmanî! Bana yardım eder misin? Çocuklarımın müslüman olması için bana bir şeyler öğret ki, onları münazarada eşime karşı kullanayım. İslam’ın hak olduğunu isbat edeyim?”
Taki Osmanî Almanya’daki Pakistanlı’ya yazdığı cevabi mektubunda şöyle der. “ Eşinle tartışma. Şu aşamada ne İslam’ı anlat, ne de Hrıstiyanlık’ı tenkit et. Zira sen İslam’ı da, tenkit ettiğin Hrıstiyanlık’ı da bilmiyorsun. Bu durumda mücadeleden geri durmalısın! Eşine de ki, ondan iki tane ricam var. Biri, sana onun okuması için “Ma Hiye’n-Nasraniyye?” adında bir kitap göndereceğim, diğeri ise şudur: Eşine de ki, sen de Allah’a inanıyorsun, ben de.. O halde iki dine karşı ön yargılardan kurtulalım. Hangi din hakikat üzereyse O’na ittiba edelim. Eğer İslam haksa, onu kabul edip O’na göre amel edelim. Yok eğer Hristiyanlık haksa o halde O’na girelim. Bu durumda buna mani bir husus var mıdır? Sen de Allah’a inanıyorsun ben de.” Kadın, “tamam” dedi.
Pakistanlı daha sonra Taki Osmanî’ye gönderdiği mektupta, “Eşim iki hususu da kabul etti, kitabı okumaya ve bahsettiğiniz şekilde dua etmeye başladı. Lakin şu ana kadar onda bir değişme olmadığı gibi buna dair bir işaret de yok.” dedi
Üstad Takî Osmanî ise, “Korkma, sabret! Eğer kitabı okur ve duaya devam ederse mutlaka değişme olacak.” diye karşılık verdi.
“Beni İslam Merkezine Götür!”
Üç ay sonra Pakistanlı işçi Üstad’a gönderdiği mektupta şöyle demekteydi: “Muhterem Hocam! Allah’a hamd olsun. Bir İslam mucizesine muhatap oldum. Kitabınızı okuyan ve henüz değişmediğinden yakındığım eşim burada üniversite okumaktaydı. Bir gün yine üniversiteye gitmişti. Dönerken beni aldı. Bir noktaya gelince, arabayı durdurdu, direksiyondan indi. Ağlamaya başladı. Ani bir rahatsızlık hali ya da psikolojik bir durum olduğunu zannettim. Niçin ağlıyorsun? diye sordum. Lakin konuşmaya mecali yoktu. Ben neyin var, niçin ağlıyorsun diye soru sordukça “O bir şeyim yok” diye geçiştiriyordu. Fakat halinden derin bir muhasebe içerisinde olduğu anlaşılıyordu. Sanki sırtında dağlar taşıyordu. Madem bir şeyin yok, niçin ağlıyorsun, dedim. “Müslüman olmak istiyorum, bu gözyaşları onun için, eğer bana yardım etmek istiyorsan, beni bir İslam merkezine götür, şehadet getirip İslam’a girmek, bu hayattan kurtulmak istiyorum.” dedi. Bir an duyduklarıma inanamadım. Tekrar eder misin, “Ne istiyorsun?” dedim. Müslüman olmak istediğini bunun için kendisini bir İslam merkezine götürmemi rica ediyordu. Allah Azze ve Celle eşimin kalbinde İslam’a dair bir muhabbet yarattı. Hemen onu bir İslam merkezine götürdüm. Orada kelime-i şehadet getirip, müslüman oldu. Elhamdülillah. Bu hadise Ramazan-ı Şerif’in ilk gününde oldu. Eşimle birlikte oruç tuttuk. Bu mektubu size sahurdan sonra yazdım.”
Pakistanlı’nın mektubundan bir müddet sonra, Müslüman olan Alman Kadın da bir mektup yazar. Kadın mektubunda Üstad’a şöyle hitab etmektedir, “Allah Azze ve Celle sizden razı olsun. Bana İslam’ın aydınlık yolunu gösterdiniz. Kitabınızı okuyunca İslam’ın hak din, Hristiyanlığın muharref olduğu noktasında hiçbir şüphem kalmadı.”.
Baba Şefî Osmanî’nin tenkit noktasındaki itidal tavsiyesi, ona riayet eden oğul, o çerçevede yazılan kitab ve kitabı okuyarak müslüman olan Alman bir kadın… Muhatap Hristiyan olsa da öldürmek için değil de oldurmak için verilen bir mücadeleye Allah Azze ve Celle’nin tevfik lütfu.. Adımlar doğru bir yerde, doğru bir şekilde atılınca Allah Teala olmazları olur hale getiriyor ve Hrıstiyalık’ı kendi yaşadığı gibi, çocuklarının da yaşaması için mücadele eden bir anneye/bir eşe göz yaşlarıyla İslam’ın yolunu açıyor.
Kitap ve dua… Müslüman sebep planında üzerine düşeni yapacak. Muvaffakiyet ise Allah Azze ve Celle’den.
Üstad Taki Osmani çok sayıda Hristiyan’ın hidayetine vesile olan bu eseriyle alakalı şunu söylemektedir: “Babamın nasihatine sıkı sıkıya sarıldım. Kavl-i leyyin ile konuşup, yazdım. İkinci olarak da bir şeye önce kendimi inandırdım. Mutmain olmadığım hiçbir şeyi söylemedim. Kafirlere karşı yazdığım reddiyelerde de bu iki husustan ödün vermedim.”
Bazı alimler Hristiyanlar’a reddiye yazarken doğrudan onların kaynaklarına müracaat etme yerine, malum ve meşhur olan malumatı esas alır. Bu, ilmî usule münasip değildir. Tenkide medar olan mevzuda doğrudan onların kaynaklarına müracaat etmeliyiz. Bu eseri telif ederken buna riayet ettim ve şuna şahid oldum: “Akideleri biz de meşhur olan kanaatten daha sapkındır.”
Hüsn-i Kabul
Üstad “İslamî Tahsil Serüveni” başlığını taşıyan celsenin sonunda bütün söylediklerinin hulasası makamında olabilecek şu ifadeleri serdetti: “Bir eserin maşeri vicdanda kabul görmesi için müellifin ayet ve hadislerden doğru istidlalde bulunması yeterli değildir. Merhum Babam derdi ki, ‘Nice alimler var ki ilmi derin, eseri pek çok. Onlardaki mevzuları başka kitaplarda bulamazsınız. Buna rağmen bu kitapların insanlığa ciddi bir katkısı olmamıştır. Öte taraftan sıradan biri basit bir risale yazar bütün dünyaya intişar eder. Niçin böyledir? Çünkü bir eserin vicdanlarda kabul görmesi bir lütfu ilahidir. Bu da ihlasın ve Allah Teala’ya yönelişin meyvasıdır. İnsanın sözünde, yazısında, ders takririnde, konferansında ihlas olursa Allah Teala katında hüsn i kabul görür. Yok eğer kişi bütün bunları belli hedeflere nailiyet adına yapıyor, Allah’a yönelişte problem yaşıyor ve meşhur olmak için çabalıyorsa yalnız başına bırakılacak, elinde bereket olmayacak, hüsn i kabul görmeyecektir.”
Büyük adamların büyüklüğünün bir gereği de amellerindeki hayrı selefe, kusuru kendilerine isnat etmeleridir. Üstad Taki Osmanî bu duruma misal olacak bir hayat yaşamakta. Bir mevzuyu hülasa ederken ayet ve hadisten sonra Diyobend ulemasından nakillerde bulunmakta. On dakikada bir Enver Şah Keşmiri ya Eşref Ali Tehanevî ya Şefi Osmanî ya Şebbir Osmanî’ye dair bir anekdot duyarsınız ondan. Akademya memurlarının kendi adlarına nakısa gördükleri bu husus onun itibarını daha da artırmaktadır.
Üstad Taki Osmanî ilk celsenin sonunda bütün söylediklerinin hükmü makamında kabul edilebilecek şu ifadeleri serdetti: “Kitab ve Sünnet çerçevesinde babamdan ve hocalarımdan öğrendiğim esaslara tutunursak İslam Ümmeti’ni bu krizden çıkarabiliriz. Benim ifadelerim bu bağlamda bir kıymet ifade eder. Aksi halde şunu biliniz ki, ‘ne benim, ne nefsimim hiç bir kıymeti yoktur. Benden her ne duyduysanız ya da gördüyseniz hepsi hocalarımın bereketindendir. Allah Azze ve Celle’den niyazım odur ki; bizi hakiki manada ilim talebelerinden kılsın. Bazen kendimizi alim zannediyoruz. Bize dair konuşulurken, “ilim adamı” denilmesini bekliyoruz. Bu, doğru değildir. Talib-i ilim olmak şeref olarak bize yeter. Allame Eşref Ali Tehanevî de sürekli kendini talib-i ilim olarak takdim ederdi. O ki, “Eğer yeryüzündeki bütün filozoflar, akliyatçılar bir araya gelse ve bir dini mesele etrafında bir şüphe ihdas etse hepsini iki dakikada ilzam eder, sustururum.”; Buna rağmen “Ben basit bir ilim talebesiyim.” derdi. Bir alim Allah Rasulü’ne ﷺ yaklaştıkça hayranlığı buna bağlı olarak da teslimiyeti artar, içeriye bakar, “hiç birşey” olmadığını, dışarıya bakar ağır davet yükünü yalnız başına taşıyabileceğini görür.
Birgün Hasan Basri’ye biri arkasından “Ya Fakih!” diye bağırınca, Hasan Basri, “Ben fakih görmedim” diyerek kendisine “fakih” denilmesini yadırgamıştır.
Herkes bir şeyler yapmalı, kimin, hangi dönemde yazdığı eser muhataplar nezdinden nasıl bir etkiye sebep olacağı yalnızca Allah’a malum. Gayret bizden tevfîk ise Rabbimiz’dendir. Bazen talebelik yıllarında yazılan bir eser, allamelik devrinde kaleme alınandan daha tesirli olabilir. Bu yüzden ilim talebeleri yanlarından kağıt kalem olmadan kitap okumamalı. Okurken yazmalı, yazarken okumalı. En büyük eserler ya da onların en tesirli bölümleri okurken yazıldı.
Açılsın Kapılar
Bütün Kainat’a rahmet olarak gönderilen Peygamber-i Ekber’in ﷺ varisleri doğuda, batıda vazifelerini merhametle îfa etmeye devam ediyor. Onların asıl vazifesi beyanda bulunmak. Beyan kapılarının kapandığı, açılmasının da imkansız olduğu zamanlarda ise yazdıkları reddiyelerle kuşatmayı yarıp, İslam’a yol açar ulema. Bunu yaparken de bir hastanın kangren olan uzvunu kesen doktorun merhametinden daha müşfiktirler. Merhametle yazılan bir reddiye İmam-ı Rabbanî’de olduğu gibi uydurulan ve devlette uygulanan bir dini ortadan kaldırır; Üstad Taki Osmani’de olduğu gibi ise Hristiyanlık propagandisti bir anneye hidayetin kapılarını açar