İlim bir süvari gibidir. Bazen gittiği yerde o kadar uzun süreli ikamet eder ki insanlar onu orada doğdu, hep orada yaşayacak zanneder. Ne var ki ilim, gün gelir gurbete çıkar, bir ülkeden diğerine gider, bir daha ya döner ya dönmez.
Endülüs kadim zamanlarda ilmin yurduydu, Batı intelijansiyası da orada okumuştu. Baki b. Mahled, Kurtubî, İbn Arabî, Ebû Hayyan gibi allameler Endülüs’te doğmuş, orada destanlar yazmıştı. Ne var ki sütunlarında, “Lâ galibe illellah/Allah’tan başka iktidar sahibi yoktur.” yazan el-Hamra sarayında şimdi baykuşlar ötüyor.
Devlet-i Aliyye
Osmanlı medreseleri devletin kuruluş yıllarında harice nisbetle daha naifti. Bu yüzden ihtisas yapmak isteyenler Mısır, Suriye ve Maveraunnehr’e giderdi. Şeyh Edebali Şam’da, Davudi Kayseri, Molla Fenari Kahire’de, Alaaddin Rumi Semerkant’ta okudu; Fahreddin Razî (v. 605/1209), Sadeddin Taftazanî (v. 792/1390), Seyyid Şerif Cürcanî (v. 713/1313) gibi allamelere varis oldular. Moğol saldırısı ile batan ilim güneşi Osmanlı ile Anadolu’da yeniden doğdu. Zamanla Osmanlı medreseleri, naklî ve aklî ilimlerin etrafı bir şekilde okunduğu ilim merkezlerine dönüştü.
Medresenin gelişmesine bağlı olarak onları yaşatan ve yöneten vakıfarın sayısı da arttı. Vakıfar medreseye hürriyet getirdi. Bu durum medreseyi mali özerkliğe kavuşturduğu gibi kısır politik kavgalardan da uzak tuttu. Yavuz gibi celalli bir devlet adamına hesap soran Kemalpaşazâde o medreselerde yetişti.
Devlet-i Aliyye’de medrese hayatın merkezindeydi. Çocuk, hayata onunla başlar, ictimaî itibarı onunla kazanırdı. İcazetten sonra en iyi öğrenciler orada müderris olur diğerleri ise bürokrasi ve askeriyede görev alırdı.
Medrese, Tanzimat sonrasında üvey evlat muamelesi gördü. Mezunları bürokrasi ve askeriyede görev alamadı. Siyasilerin başarısızlığı ona fatura edildi. Hayattan uzaklaştı, içine kapandı.
Tanzimat: İçe Kapanma
Tahsil hayatının ilk haftalarında Fatiha Suresi’ni öğrenip hallerini sadece Allah Teala’ya arz etmeleri gerektiğini (Fatiha: 5) öğrenen, daha sonra ise taşlanmakla tehdit edilen davetçilere imdat etmek için şehrin en uzak noktasından koşup gelen Habib-i Neccâr’ın, “Ey milletim sizden herhangi bir dünyalık istemeyenlere uyun!” ( Yasin :20-21) sözünü okuyarak büyüyen ulema ile izzet de gitti. Maaş yerine “kifâye” alan allamelerin yerine, her makaleyi paraya tahvil eden mektepli geldi. Mektebin, vakıf yerine devlet bütçesine bağlanması onu bütünüyle maddileştirdi. Emir ve talimatlarla idare edilen mektep taklitti, sahteydi; buna rağmen siyasete yön veren medreseye karşı korundu.
Cumhuriyet: Mübtedilerin Dersiâmlara Tercihi
Cumhuriyet, medresenin içe kapanmış haline de tahammül edemedi. Memleketin en yüksek ilmi payelerine sahip dersiamlar harf devrimiyle bir anda cahil oldu(!). Kapatılan medrese ve tasfiye edilen alimler yerine, okul ve birkaç haftada Latin harferini öğrenen mübtedi öğretmenler konuldu. Yazıyı yeni tanıyan bir toplum nereden başladıysa, okullar da oradan başladı. Osmanlı’dan tevarüs eden tek varlık olan medrese de varlığını ancak dağ köylerinde sürdürebildi.
İmam Hatip Nereden Nereye?
Cumhuriyet, halkın din üzerinden Kemalizm’le entegrasyonunun daha kapsamlı olacağını düşünmüş ve bu yüzden 1924 yılında 29 merkezde İmam Hatip Mektepleri açmıştı. 4 yıllık ortaöğrenim seviyesinde olan bu okulların amacı rejime bağlı din adamları yetiştirmekti. Müfredatta İslami ilimler ikinci plandaydı. Ne var ki rejim buna da tahammül edemedi ve öğrenci azlığını gerekçe göstererek 1930’da bu okulları kapattı. Sonraki yıllarda sistemin imam hatiple mücadelesi kesintisiz devam etti.
“Sübhaneke” okuyacak insanlar bulamadığından cenazelerini kaldırmaktan aciz kalan millet, İmam Hatip Okulları’nı büyük bir özlemle kucakladı. Mevcut okullarda, millet evlatlarının ruhsuz, maneviyatsız ve hatta bir kısmının dinsiz olduğunu gören, bundan dolayı da, “köyde kalıp davarları gütmesi, okuyup İslam düşmanı olmasından evladır.” diyen Anadolu insanı, İmam Hatip’le yavrusunu yeniden okula gönderdi. Ak sakallı dedeler, seccadenin üzerinde, “Bu milletin evlatlarını imandan mahrum etme Ya Rab!” diye yalvaran ifetli nineler, orta yaştakiler, gençler hasılı bütün bir millet, İmam Hatip’i sağanak sağanak yağan küfür muzahrafatı altındaki sığınak gibi gördü, ona koştu. Buğdayını, arpasını sattı, parasını “İmam Hatip Okulu Yaptırma ve Yaşatma Derneklerine” verdi. Binaların yapımında bizzat görev aldı; sırtında çimento, tuğla taşıdı; amelelik, ustalık yaptı.
Ne var ki İmam Hatip Okulları’nın -ilk olarakmedresenin bin küsur yıllık mirasını yok sayan bir zihniyet tarafından açılmış olması müfredatında hep müessir oldu. Millet, bu okullarda Osmanlı Medreseleri’ndeki aklî ve naklî ilimlerin ittihadını arzuladı. Fakat olmadı. Kur’an kursları ve zor şartlarda tedrisata devam eden az sayıda medrese imam hatiplerin yetersiz kaldığı noktaları ikmal etmeye çalıştı. Bütün uğraşılar nisbi bir iyileştirmeden öteye geçemedi. Bir el, ısrarla mevcut programı muhafaza ederek, Arapça ve İslami ilimlerin nasıl öğretilemeyeceğini gösterdi. “Bu okulların yeni bir ders nizamına ihtiyacı var, bunlar millet evladını imansız olmaktan kurtardı; fakat bu halleriyle ümmetin içinde olduğu siyasi, iktisadi, ictimai krizi aşabilecek ilim adamlarını yetiştirmekten acizdir, acilen ve mutlaka yeniden yapılandırılmalıdır.” dendiğinde hami gibi görünenler, teklif sahiplerine imam hatipsiz yılları hatırlatarak onları şükretmeye davet etti.
Evet, İmam Hatip Okulları mevcut okullara nisbetle Nuh’un gemisi gibidir. Fakat Devlet-i Aliyye’nin medreselerine nisbetle saray enkazıyla yapılan gece kondu hükmündedir. Bu yüzden medrese ve günümüz ihtiyaçları dikkate alınarak yeniden yapılandırılmalıdır. Nasıl ki medrese muhaddis, müfessir ve fakihin yanında tarihçi, edebiyatçı, asker, bürokrat da yetiştirmiş ise İmam Hatip Okulları da imanlı fikir, kültür ve sanat adamları yanında büyük fakihler, müfessirler yetişmesine basamak olmalıdır.
İmam Hatiplerle alakalı her meselede ilk olarak kendilerine müracaat edilen o birkaç kişinin sadra şifa bir açılımda bulunamaması ortada iken hala bu isimler üzerinde ısrarcı olmak vakit israfıdır.
İmam Hatip, Ebussuud gibi bir allamenin yanında, Bâki gibi edib/şair de yetiştiren medresenin misyonuna talip olmalıdır. Bunun için Harward ya da Oxford’ta din eğitiminde kariyer yapanlara değil, ulu hocalara danışılmalıdır. Halil Günenç, Mehmet Savaş, Emin Saraç gibi Şam ve Mısır’da, Mahmut Efendi, Mehmed Emin Er, Molla Burhaneddin gibi Anadolu’daki medreselerde okuyan alimlerin bu noktada söyleyeceği önemli şeyler vardır.