Bismillahirrahmanirrahim
Bir kaosun içerisindeyiz. Kimin neye dayanarak konuştuğu belli değil. Batılı Adamın müdahalesiyle her gün yeni bir anlayış zuhur ediyor. Müslümanlar tarafından kabul görebilmeleri için de başlarına “İslami” kelimesi tutuşturuluyor. Son iki asırdır özelde birbirlerine genelde ise Sünnet ve Cemaat Ehli’ne muhalif olarak ortaya çıkan “İslami” anlayışların ortak buluşma noktası, İslam’ın modernizmin değer yargılarıyla uyuştuğu ve bu yüzden hakim güçle anlaşamama gibi bir probleminin olmadığı hususudur.
Her ne kadar bu anlayış usullerinin bir çoğu var oluş gayelerini ifade ederken Batı’ya karşı olduklarına vurgu yapsalar da gerçekte benimsedikleri anlayış usulleri itibariyle, Batı’nın değer yargılarını temsil etmektedirler. Bu temsiliyet ameliyesinde öylesine ileri gidilmiştir ki, modern dünya ile mutabakat adına Batı’nın birçok şeyine evet denmektedir.
Müslüman modernistlerin yeni kabulleri, Kur’an’ı Kerim başta olmak üzere sair Şer’i delillerle çelişince, “Kur’an’da”, “Kur’an’a Göre”, “Gerçek İslam” vb. başlıklı eserlerle kriz aşılmaya çalışılmaktadır. Yeni anlayış usullerine göre telif edilen eserlerin gerek meşruiyet gerekse de saygınlığını artırabilmek için, Sünnet ve Cemaat Akidesine sahip İslam alimlerinin telifatının, hasılı tahsil etmekten öteye geçemediği iddia edilmekte ve bu yolla onlara karşı olan teveccühün önüne geçilmeye gayret edilmektedir. Bütün bu ameliyeler içerisine bir de mevcut siyasi iradelerin İslam’a menfi bakışları eklendiğinde, sahih geleneğe karşı ilgi ve alakanın niçin aşırı derecede azaldığı daha kolay anlaşılacaktır.
Aydınlanma Felsefesi artığı, “İlerlemeci Tarih Tasavvurunun” etkisiyle bugün ve bugünün insanları dünden ve dünün insanlarından daha ileri ve bilge kabul edilmektedir. Buna göre okuduğu bir metni doğru anlamaktan aciz modernist bir müslüman hiç yüksünmeden “sahip olduğum imkanlar itibariyle ben bugün İmam-ı Azam’dan daha fazla malumata sahibim” diyebilmektedir. Gerçekte fizik, kimya, hendese gibi pozitif ilimler açısından bakıldığında bu anlayış geçerlidir. Nitekim bu gün yaşayan bir mühendis, yüzyıl önce yaşayan bir mühendisten daha bilgilidir. Çünkü bilim yeni icatlarıyla eskiyi ya geçersiz kılmakta ya da geliştirmektedir. Bilimin özünde akıl vardır. Aklın terakkisine paralel olarak o da terakki etmektedir. Fakat İslami ilimler fizik kimya gibi pozitif bilimlerden farklıdır. Çünkü İslami ilimlerin özünde aklın idrak gücünü aşan vahiy vardır.
Zahit Kevseri Hazretleri bu noktada şunları söylemektedir: “İlk planda, bu gün yaşayan bir İslam aliminin sair bilginler gibi seleflerinden daha malumatlı olması düşünülebilir. Fakat gerçek bunun tam tersidir. Çünkü İslami ilimlerin kaynağı Allah Rasulü’dür(s.a.v.). Bu yüzden O’nun (s.a.v.) yaşadığı devre doğru gidildikçe ilmin irtifası artmaktadır. Tıpkı ışığın kaynağına doğru yürüdükçe aydınlığın artması gibi.” Bu yüzden İmam Azamla (r.h.a.) boy ölçüşmeye kalkışanların hali, büyük bir fakihin benzetişiyle küçük bebeklerin “ben Koca Yusuf’la güreşirim” demesine benzemektedir.
İslami ifade ve usulleri kullanma yerine Oryantalizmin İslam’ı reddetme esası üzerine inşa ettiği söylemleri içselleştirmeyi tercih eden modernizmin teşviki ve siyasi otoritelerin baskısıyla İslami kaynaklara ulaşmanın yolları büyük oranda kapanmıştır. Bu, bizzat kapatmadan ziyade, ilgisizlik ve liyakatsizlikten doğan bir kapanmadır. Çünkü klasik usulde talebe öncelikle sarf, nahiv, meani, beyan, bedi, mantık gibi “alet ilimlerini” tanır yani okuduğunu doğru anlamanın altyapısını hazırlar. İslami ilimlerin tecritle karşı karşıya olduğu, modern düşüncenin ise müslüman zihinleri esaret altına aldığı bir vaziyet içerisindeyiz. Şartlar, tedrisatın yanı sıra neşriyat yoluyla da gerçeği arz etme ödevini kuşanmaya çağırmaktadır. İşte bütün uğraşılardan gaye, bu azîm ödevi ifa edebilmektir.
Dış içle, kabuk özle, isim müsemma ile sıkı bir münasebet içerisindedir. Zarf bütünüyle mazrufu değildir, fakat bütünüyle gayrı da değildir. “Her şeyin isminden nasibi vardır.” Biz de öncelikle hadiselere bakışımızı, var oluş gayemizi anlatan, tek kelimeyle fasledici hakikati ortaya koyan bir isim aradık. Madem var oluşumuz İslam’la bir anlam kazanmaktadır. O halde dergimizi anlatacak isimde, İslam’ın içinden doğmalıdır. Bu mecburiyet içinde kaç isimde kendimizi aramadık ki.
Önce derginin adı ‘Bedihiyat’ olsun dedik. Arayış içine girdiğimiz sürecin başlarında bulduğumuz bu ilk kelimenin ilham kaynağı İmam Rabbani Hazretlerinin, İslam’ın mahza bedihi hakikatlerden ibaret olduğunu anlatan mektubu idi. Sonra, “ikinci bin yılın müceddidinin söyledikleri doğrudur, İslam, bütünüyle bedihi hakikatler mecmuasıdır” dedik. Fakat, bizler hakikati ifade ederken onun bedâhetine halel getirebiliriz. Ses tonumuz o tizi kaldıramaz da Allah ve Rasul düşmanları acziyetimizi fırsat bilip işte bu kısık ses İslam’dır demek şenaatine tevessül edebilirler. Bu ise, imar adına yapılan büyük bir yıkım olur ki, bu nevi bir sorumluluğun altında eziliriz. Bütün bu saikler “Bedihiyat” adından vaz geçmemize neden oldu. Daha sonra, derginin adını “Mukaddime” koysak acaba o bizi ne kadar anlatabilir ve biz onu hangi çapta temsil edebiliriz diye düşündük.
İslami ilimlere bir mukaddime olabilir miydik? Yolların gulyabanilerce tutulduğu bir dönemde, İslam’ın hakikatine nasıl ve nereden hareketle ulaşılabileceğini, onlarca meşreb/mezheb içerisinde kimlerin gerçek kurtuluş yolunu gösterdiğini işaret edebilir miydik?
Gördük ki, ilk bakışta iptidailik ifade eden “Mukaddime” tek kurtuluş yolu olan Ehl-i Sünnet-in başlangıcı olması ve bütün İslami ilimlere giriş addedilmesi hasebiyle büyük bir misyona taliptir. Bu yüzden bir dergi adı olarak “Mukaddime”nin kullanılmasını ileriki bir tarihe, yani anlayışımızın İslami ilimlerde kemal bulacağı yıllara havale ettik. Bu arayış süreci içerisinde benzer nedenlerden dolayı tercih ettiğimiz fakat yine benzer nedenlerden dolayı vazgeçtiğimiz daha bir çok isim var. Bütün bu arayış ve vazgeçişlerin nihayetinde derginin adının “inkaşaf” olmasına karar kıldık. “inkişaf” eşyanın perdesini kaldırmak anlamına gelen ‘keşf’ mastarından türemiştir. Keşf edilen/kaldırılan perdenin altından ise, hakikat zuhur eder. İbn Manzur, “keşf”etmenin yukarıdaki anlam örgüsünde kullanıldığına örnek olarak İmam-ı Azam Hazretleri’nin şu bedii ifadesini nakleder; “Şimşek çaktığında bulutu öyle aydınlatır ki, sen onu sanki elbisesini kaldırmış/keşfetmiş gibi bembeyaz görürsün.” Kaldırılan/keşfedilen her perdenin ardında muhakkak ki bir inkişaf vardır. Fakih, müfessir, kelamcı, söz ustası hasılı top yekun İslam uleması Kur’an ve Sünnet’in sırlarını keşfetmeye yani hakikatin inkişafına ‘sebep’ olmaya çalışmıştır. Yazdıkları her makale, okuttukları her ders bir hakikatin inkişafıdır. Bu yüzden İslami ölçülere bağlı kalmak şartıyla ilim, fikir ve sanat adına telif edilen her eser, inkişafın kesintisiz devam ettiğini göstermektedir. Çünkü inkişafa kaynaklık eden Kur’an ve Sünnet bütün zamanlarda yeni kalabildiğinden onlardan inkişaf eden manalar da yeni ve daimi olacaktır. Fakat bu yeni manaların meşruiyet kazanabilmeleri için, Sünnet ve Cemaat Alimlerinin -lâdini tefsirlerin önüne geçebilmek için- tedvin ettikleri İslami anlayış usulune bağlı olmaları mecburidir.
“inkişaf”la hadiselere bakışımız arasındaki münasebete gelince; öncelikle bu kelime, meşhur Mu’tezilî Müfessir Zemahşeri’nin perdeyi kaldıran anlamına gelen “Keşşaf” adlı tefsirinden hareketle tayin edilmiştir. “Keşşaf”, büyük bir doğruya sebep olan büyük bir yanlıştır. İ’tizal anlayışını büyük bir zeka ile Kur’anileştirmeye çalışan Zemahşeri, Beydavi gibi kudretli bir alimin müdahalesiyle öz-posa ayrımına tabi tutuldu ve Sünnileştirildi. Perdeyi kaldırmak/açmak anlamında olan “Keşşaf”, Zemahşeri’nin elinde yanlış yollara açılırken “Beydavi”nin müdahilesiyle sonuna kadar gerçeğe açıldı. Biz de “Beydavi”nin tashih edip, hakkını verdiği o gerçek mana çerçevesinde, İslam’ın yanlış yollara referans olmayacağını, hakikatten doğup yalnız hakikate açılacağını gösterebilmek için yola çıktık
“inkişaf”ın bu vaziyet içinde ne yapacağı ve neye talip olacağı bahsine gelince; bilinmelidir ki; “inkişaf”, küfür idraki tarafından tecrit edilmek istenmesine rağmen bütün zamanlarda var olacak mutlak ve mükemmel hakikatin milyonlarca beyanı içerisinde bir beyandır. Hz Adem’den bu güne sürekli akan İslam şadırvanda küçüçük bir göze olmaya taliptir. Sünnet ve Cemaat anlayışına muhalif, buna mukabil, oryantalist düşünceye muvafık duran modernist anlayışları tenkit etmesi ise, tedafüi/savunmacı bir konumda olmasından değil, sadece şadırvanın gözelerine tıkanan pislikleri temizlemek içindir. Çünkü bu durumdaki bir savunma, milkiyeti üzerinde hak iddia edilen mal sahibinin iddiacı durumuna düşmesine benzer. Bu yüzden müdafaa durumunda olanlar İslam’ın yekünunu temsil eden Sünnet ve Cemaat Anlayışı karşısında mevziî yorumlarla İslami anlayış ikame etmeye çalışan ve fakat yanlış yere merdiven dayadıklarından bir türlü hakikate ulaşamayan düşüncelerdir.
Bu yüzden “inkişaf” bir müdafaadan öte, bir hakikat beyanıdır; bir arz ediştir. Unutulan ve tecrit edilen usulun ve o usul çerçevesinde elde edilen top yekün hakikatin arzıdır. Bu arz ediş sürecindeki ifade tonlarında zaman zaman farklılıklar olacaktır. İslam’ın hakkını dava etme noktasında müslümanca tavır alış, neyi emrediyorsa “mücibince amel” edilecektir. Ebu Hanife Hazretlerinin, Muhammed Bakır’a “Haddini bil ki, sana karşı saygımı koruyayım.” ifadesini kullanmak durumunda kaldığımız zaman, -her konuda olduğu gibi bu hususta da- Büyük İmam yolumuzu aydınlatacaktır. Tevazu, İslam’ın halidi bir öğüdüdür. Fakat adam çıkar da alenen hakikate suî kast eylerse ona da, yanlış yaptığını söylemek emr-i bi’l-ma’ruf’tan anladıklarımızın bir gereğidir. Yani, boyundan büyük laf edenlere; yanlış anlamalarının doğru okumayı bilmediklerinden kaynaklandığını, muhakkak İslami ilimler üzerine konuşmak ve bunu mümince yapmak istiyorlarsa usul ve esası oryantilistlerden değil Allah Rasulunden ve Onun yolundan giden Sünnet ve Cemaat alimlerinden öğrenmeleri gerektiğini söylememiz haktan öte bir vazifedir.
Ahmet Şevki’nin “eski diye geleneği inkar edenler, utanmasalar kendilerinden önce yaşadı diye babalarına da inkar edecekler” dediği modernistler; mezheb ve hadis inkarından sonra bugün geldikleri nokta itibariyle Kur’an’ın zaman ve mekan üstü duruşunu da reddetmektedirler. Redde vasıta seçtikleri tarihselcilik ise, onların icat ettiği bir yeni olmaktan öte Batılı Adamın Aydınlanma devri sonrası kullandığı, miadını doldurunca da terk ettiği bir eskidir. İlk defa oryantalistler tarafından Kur’an’a tatbik edilen o eskinin/tarihselciliğin maalesef ki bugün itibariyle binlerce Müslüman markalı bağlısı vardır.
inkişaf Dergisi olarak ilk sayımızın “Makalat” bölümünü tarihselciliğin tahlil ve tenkidine ayırdık. Hadisenin fotoğrafını alıp yorumunu yaparken ilmin ahlakına riayet ettik. Fakat bu riayet, tarihselciliğin tahlilli yapılırken tarafsız kalındı şeklinde anlaşılmamalıdır. Evet, Kur’an’ın taraf oluşumuza ihtiyacı yoktur. Fakat imanımızın sahih olabilmesi, Kur’an’ı Kerim’den yana taraf olmamıza bağlıdır. Hala Aydınlanma artığı düşünceleri takip edenler varsın tarafsız kalmaya bilimsel kimlik isnat etsinler. “Ballar balını bulduktan” sonra “kovanımız yağmalanmış.” Ne gam.
“Bedihi Hayat” bölümünde, -dizi halinde- ilim ve aşk sarayının sultanlarından, Devlet-i Âliyye’nin son Kemal Paşazade’si; Ali Haydar Efendi Hazretlerinin hayatı yayımlanacak. “Büyük Doğu Akademya”sında ise, -yine dizi halinde- İslami tefekkürün büyük kurmayı Üstat Necip Fazıl’ın “Mezuniyeti Olmayan Üniversitesi” yer alacak.
Üstadın “kısa ve kalın hatlariyle Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu…”yu anlattığı ve “İdeolocya Örgüsüne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden biri” olarak nitelediği “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu”nu bütün abonelerimize hediye olarak verebilmenin bahtiyarlığı içerisindeyiz.
Yazarından son okuruna, editöründen dağıtıcısına tek gayemiz var; Kainat büyüklüğündeki İslam Atlasında bir nokta olabilmek, belki o nokta gözü, kör olmaktan kurtarır da inkişaf var oluş gayesine erer.
Allah’ın selamı üzerinize olsun.