Hüküm’deki İran tahlillerinden rahatsız olan bazı okurlarımız, Şîa’yı eski ve yeni diye ikiye ayırmak gerektiğini, eski Şia’nın mezhepçi, yeninin ise “İttihad-ı İslam” çizgisinde olduğunu, dolayısıyla tenkidi eski Şîa çerçevesinde yapmanın daha doğru olacağını söyledi. Muhataplarımıza, “eski ve yeni Şia” kavramları bizzat iç dinamiklerden mi, yoksa iyimser okumalarınızdan mı kaynaklanmaktadır? diye sorduğumuzda Şia’nın İttihad-ı İslam söylemini esas alarak bu hükme vardıklarını ifade ettiler.
Ehl-i Sünnet’in Sessizliği
Devrimden sonra İran’ın dilinden hiç düşürmediği İttihad-ı İslam söylemi, yıllarca Sünnet ve Cemaat anlayışının müsamahası çerçevesinde değerlendirilmiş, söz-amel bütünlüğü hiç sorgulanmamıştır. Ehl-i Sünnet, İran’da sünnilerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerde yapılan mezhep baskısının konuşulmasını, ümmet yapısına zarar verir endişesiyle doğru bulmamış, kardeşlik hatırına temennilere havale etmiştir. Ne varki bu sessizlik, İran’ın önünü açmış, bugün Irak ve Suriye’de mezhep adına işlenen katliamlar, emperyalist Batının işgal zamanlarını aratmaz hale gelmiştir. Gelinen nokta itibariyle Şia’nın söz-amel ilişkisi tekrar değerlendirilmeli ve ümmeti söz-amel uyumuna davet eden, aksi bir halin ise benzersiz bir ilahi buğza medar olacağını söyleyen ayetler (Saf: 2-3) yeniden hatırlanmalıdır.
Neden Beşşar?
İran müsamahası, karşılıksız İran sevgisine dönüşen Müslümanlara şunu sormak istiyorum: “İran, Beşşar Esad’ı hangi hayırlı amelinden dolayı desteklemektedir?” Ya da Müslümanlık iddiasında bulunan birisi, “Lailahe illa Esed/Esed’ten başka ilah yoktur.” diyen Şebbihayı, hangi gerekçeyle “Davamız Allah’ın adını yüceltmektir.” diyen Müslüman gençlere tercih etmektedir?
İttihad-ı İslam Sözgelimi mi?
İttihad-ı İslam söylemiyle İslam coğrafyasında memnunlar taifesi oluşturan İran, Suriye’deki rejime destek vererek malum söylemi, “sözgelimi” söylediğini, dolayısıyla bu nev’i ifadelerin reel politikte bir karşılığı olmadığını gösterdi. İran’ın sözü ve ameli arasındaki bu tezat ortada iken neden hala iyimser İran okumaları revaçtadır, bunların arkasındaki amiller nelerdir? Her şeyden önce ifade edelim ki, parçalanan İslam ümmeti, “İran İslam Cumhuriyeti”, “İslam devrimi” gibi terkipleri “İslam” kelimesinin hatırına büyük bir özlemle kucakladı. Mevlana’nın Şems-i Tebrizi’nin geldiğini bildiren yalan haber karşısında sevincinden hırkasını çıkarıp hediye etmesi, haberin gerçeği yansıtmadığı söylendiğinde, “yalan olduğunu ben de biliyorum. Bu hediyeyi o yalan habere verdim. Gerçek olsaydı, canımı verirdim.” dediği gibi “İslam Cumhuriyeti” ifadesi de zarfı itibariyle büyük bir heyecana vesile oldu. Bir tarafta Siyonistler, emperyalist Batı, ABD ve işbirlikçilerin toplumsal köle haline getirdiği İslam Ümmeti, diğer tarafta İran İslam Cumhuriyeti… Neticede İran, ümmet nezdinde büyük bir teveccühe mazhar oldu. Her şeye rağmen ondan yana suküt etmek en hayırlı amel olarak görüldü. Emperyalistlerin mütecaviz ifadeleri mazlum gibi gösterilen İran’a duyulan muhabbeti daha da artırdı. Mazlum bir İran’ın sorgulanması emperyalizme destek olarak algılandı. Sonra, Ehl-i Sünnet’in Şia’yı “Ehl-i Kıble” nazarıyla değerlendirmesi, Ehl-i Sünnetteki “kardeşlik” hassasiyetini sürekli diri tuttu. İran’da mezhep baskısı altındaki Sünnet ve Cemaat akidesine mensup mazlumların seslerini duyuramaması, ayrıca “Yeni Şia”nın “takiyye”de eskisinden daha başarılı olması İran severliğin kronik bir hal almasına yol açtı. Bütün bu gerçekler ve onlar üzerine yükselen “Yeni Şia” algısı, İran için kayıtsız bir masumiyet alanı oluşturdu ve Şîa’nın Ehl-i Sünnet coğrafyasında yeni tabiler bulmasına yardımcı oldu. İslam ülkelerinden çok sayıda genç İslami ilimler okuyabilme adına “ümmet” kalkanı arkasına saklanan İran’ı tercih etti, Sunnî olarak gittikleri İran’dan memleketlerine Şîi olarak döndüler. Sadece Kum şehrinde bu amaçla kurulan bir üniversitede halen kırk binin üzerinde yabancı öğrenci okumaktadır. Özellikle Anadolu’nun şark vilayetlerinde müessir olan ve bölgenin en yaygın İslamî hareketi olarak bilinen oluşumun kurgu ve üst idaresi de yukarıdaki mülahazalar ekseninde şekillenmiştir. Nitekim bu çerçevede ki mülahazaların sıklıkla görüldüğü bir gazetede neşredilen bir makalede Allah Resulü’nün, “İlim Süreyya yıldızında dahi olsa (Selmanî Farisî’yi işaret ederek) bunların milletinden öyle adamlar gelecek ki onu almaya muktedir olacaktır.” hadisi Humeyni olarak tefsir edilmiştir.
Yeni Şia, İran genelinde Sünnet ve Cemaat akidesine sahip olan Müslümanlara yaptığı zulümden ziyade dıştaki ilişkileri ve ittihad-ı İslam söylemiyle değerlendirildi. Bu yüzden Ehl-i Sünnet’e aidiyet iddiasında bulunan bazı yazar-çizer tarafından kabul gördü. Devrim, pek çok İslami hareket üzerinde etkili oldu. Şia’nın hareket tarzı esas alınarak yeni terkipler oluştu.
Büyük Şii Devleti Projesi
Şia, devrimden önce de “ümmet”, “ittihad-ı İslam” gibi kavramları çokça kullanmış, “Dâru’t-Takrib beyne’l-Mezahibi’lİslami” gibi müesseselerle hassasiyetini kurumsal bir statüye taşımıştır. Zahirde Ehl-i Kıble’yi tevhit etmeye matuf gibi görünen bu ameliyeler gerçekte ümmetin neredeyse bütününü temsil eden Ehl-i Sünneti vesayet altına almayı hedeflemiştir. Şia’nın orta doğu merkezli büyük bir Şii Devleti kurma hayali, Humeyni’nin devrimiyle devlet projesine dönüşmüştür.
“İran, dostlarını kaybetmekte”
“Yeni Şia”nın takiyyesi “Suriye Cihadı”na kadar hakikatin inkişafına engel olmuş, İran üzerine yapılan tenkitler zaman zaman insaf sahibi okurlar nezdinde de mutaassıb mezhep tahlilleri olarak değerlendirilmiştir. Fakat bugün Bilad-ı Şam’da işlenen cinayetler pek çok İran sever tarafından dahi kınanmakta, hadise, “İran, dostlarını kaybetmekte, İran ayağına kurşun sıkmakta” şeklinde yorumlanmaktadır.
Örneklerle Yeni Şia
Dün olduğu gibi bu günde değişmeyen bir gerçek var ki o da, eski-yeni Şia terkipleri temenniden öte bir anlam ifade etmemektedir. Maalesef ki, Ehl-i Sünnet’in kucaklayan duruşu, İran tarafından samimiyetle ele alınmamış, Şia her dönemde akidesinin bekasını Kur’an-ı Kerim’e ve sünnete tercih etmiştir. Aşağıdaki birkaç örnek, yeni Şia’nın sözamel tenakuzunu resmetmektedir. Eğer yeni olduğu iddia edilen Şia bunlardan istinkaf eder, bunu da kitaplarından çıkararak itiraf ederse İslam’ı temsil eden büyük bütüne dahil olmuş olur. Bu satırlarda Müslümanları tenkit etmenin zorluğunu yaşayan bizler, bu durumda bittabii hakikatin bayrağını taşıyan İran’ı tebcil etmenin onurunu yazar ve yaşarız.
Kur’an-ı Kerim
İşte buyurun; yeni Şia’nın İslam tasavvurunu resmeden birkaç örnek: Mirza Hasan el-Hâirî, sekiz yıl önce basılan “edDîn beyne’s-Sâil ve’l-Mucîb” adlı kitabında Kur’an’da ilaveler ve eksiklikler olduğunu, Hz. Fatıma’ya ait mushafın ise mevcut Kur’an’dan farklı ve üç kat daha büyük olduğunu iddia etti (Muhammed Surûr, Ve Câe Devru’l-Mecûs, 142). İttihad-ı İslam’dan bahseden yeni Şia, davasını destekleyen delil bulmakta zorlanınca Allah Teala’nın koruyacağını kesin bir ifadeyle beyan ettiği (Hicr: 9) Kur’an-ı Kerim’i eksik olmakla itham etti.
On İki İmama İnanmayanların Durumu
Kuveyt’te faaliyet gösteren, “Dâru’tTevhîd” yayınevinden çıkan risalelerden “Mebâddiu evveliyye/temel prensipler” adlı çalışmada (s. 14) İslam’ın rükünlerinden ikincisinin nübüvvet ve imamete yani on iki masum imama inanmak olduğu yazmaktadır. Bu kabule göre Ehl-i Sünnet’e mensup olanlar Müslüman değildir. Zira Ehl-i Sünnet on iki masum imama inanmıyor. Dolayısıyla rükünlerden birini reddettiğinden dinden çıkmış addediliyor.
İbn Teymiyye Tahrifi
Beyrut’ta “Mektebetu’l-Hayat”tan çıkan “el-Kavlu’l-Kayyım fîma Yervîhi İbn-u Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım” adlı kitabın (ismini tasrih etmeyen) müellifi, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın kitaplarından Şia akidesini “destekleyen” nakiller yapar. Bu ifadeler Şiaya en fazla reddiye yazan isimlerin başında gelen İbn Teymiyye’ye nasıl ait olabilir? diye bir araştırma yaptığınızda çarpıcı bir gerçekle karşılaşırsınız. Yazar, her iki müellifin Rafizilerin iddialarını reddetmek için kitaplarından yaptığı nakilleri, -cevapları hazfederek- onlara ait görüşler gibi vermiştir. Böyle bir tahrif ancak …. aklına gelebilir.
Tahrifin Son Noktası: Musevî
Şia’nın, Ehl-i Sünneti vesayet altına alma ameliyesinin en önemli isimlerinden biri şüphesiz ki “Ehl-i Beyt aleminin en büyük alimlerinden biri” olarak tanıtılan Abdülhüseyin Şerefuddin el-Musevi’dir. Musevî, “el-Muracaât” adlı kitabının mukaddimesinde, müslümanlar arasındaki ihtilafın sebeplerini araştırıp bunları ortadan kaldırmaya çalıştığını, amacının ise ümmeti tek bayrak altında toplamak olduğunu belirtir. Şia ile Ehl-i Sünnet’in asırlardır süren ihtilafından müteessir olan müellif, konuyu bir Sünni alimle muhavere etme ve çözme kararı alır. Bunun için kalkar, Mısır’a gider ve dönemin Ezher Şeyhi Selim el-Bişri ile görüşür. Musevî, Ezher Şeyhi’nin de aynı dertten muzdarib olduğunu görünce, kendini sonuca yaklaşmış muzaffer bir komutan olarak kabul eder. Musevî ve Şeyh bir hal muhasebesinden sonra karşılıklı memnuniyetlerini izhar eder ve ortak bir çalışma kararı alırlar. Bunun için ilkeler de belirlenir. Her ikisi de mezheplerin kabullerinden uzak, ilmi esaslar dahilinde konuları ele alacaktır. Musevî ile Şeyh arasında olması vaat edilen muhavere aldıkları karar gereği karşılıklı mektuplarla devam eder. Bir süre sonra Şeyh ölür. Ne varki Musevi çok önem verdiği bu kitabı Ezher Beyrut’ta “Mektebetu’lHayat”tan çıkan “elKavlu’l-Kayyım fîma Yervîhi İbn-u Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım” adlı kitabın (ismini tasrih etmeyen) müellifi, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın kitaplarından Şia akidesini “destekleyen” nakiller yapar. Bu ifadeler Şiaya en fazla reddiye yazan isimlerin başında gelen İbn Teymiyye’ye nasıl ait olabilir? diye bir araştırma yaptığınızda çarpıcı bir gerçekle karşılaşırsınız. Yazar, her iki müellifin Rafizilerin iddialarını reddetmek için kitaplarından yaptığı nakilleri, -cevapları hazfederek- onlara ait görüşler gibi vermiştir. Böyle bir tahrif ancak …. aklına gelebilir. Ezher Şeyhi Selim el-Bişr Musevi’nin “El- Muraca’at” Kitabı 10 ŞUBAT 2013 www.hukumdergisi.com Şeyhi’nin vefatından ve var olduğunu iddia ettiği muhavereden yirmi beş yıl sonra basar (Mukaddimetu’l-Muracaât, Dâru’l-Endülüs, s. 23).
Muracaât: Yeni Şia’nın Zafer Bildirisi!
Kitab, adeta Şia’nın bir Zafer Kurultayı’nda okunan sonuç bildirgesi gibidir. Şöyle ki, kitapta “İttihad-ı İslam” aşkıyla yollara düşen bir Şii alim ve Onun karşısında hakikate meftun olduğundan yerlerde sürünen bir Ezher Şeyhi vardır. Şeyh, Musevî huzurunda diz çöken müeddep bir öğrenci konumundadır. Şeyh sorar, Musevî cevaplar, Musevî yanlışları tashih eden, Şeyh ise, “tam da ben bu cevabı arıyordum.” diyen mübtedidir. Şeyhin, Musevî ve Şia muhabbeti her satırda biraz daha artar. Kitap Şia’ya methiyelerle başlar ve aynı şekilde son bulur.
Cevapsız Sorular
Musevî ile Ezher Şeyhi arasında böyle bir muhavere olduysa yazar neden bu kitabı Şeyh vefat ettikten sonra basmıştır? Musevî neden Şeyhin kendine gönderdiğini iddia ettiği mektupların bir suretini kitabın herhangi bir bölümünde neşretmemiştir? Musevî ve Ezher Şeyhi’nin fevkalade önem verdiği anlaşılan(!) bu muhavereden neden Ezher Şeyhi’nin yakınları haberdar değildir? Cevapsız kalan bu sorular Musevî kurgusu bağlamında değerlendirildiğinde şunu göstermektedir ki; kitap, bir muhaverenin kayıtlarından daha ziyade bir iftiranın belgesidir. Ayrıca Şeyhin oğlu ne Musevî’yi tanıdığını, ne de böyle bir ismin babasıyla temas halinde olduğunu hatırladığını söylemektedir(Muhammed Surur, ve Câe Devru’l-Mecus, 145).
Her ne kadar Musevî, amacının ittihad-ı İslam olduğunu söylese de kitab, gerçek gayenin sunnî Müslümanları yenilmişlik psikolojisi altında Şia’nın müntesipleri arasına katmak olduğunu gösteriyor. Türkçeye de tercüme edilen el-Muracaât, Sünni gençlerin Şiileştirilmesinde önemli bir propaganda malzemesi olarak kullanılmaktadır.
Humeyni
Yeni Şia’nın en önemli ismi şüphesiz ki Humeyni’dir. Humeyni eserlerinde, Ehl-i Sünnet ulemasını ötekileştirir ve onları Sultanların arzularına göre hükmeden gürüh olarak niteler (el-Hukûmetu’l-İslamiyye, 142). Kendi imamlarını ise mukarreb melekler ve peygamberlerden daha üst makamda görmeyi mezheplerinin kesin kabullerinden biri olarak zikreder (el-Hukûmetu’l-İslamiyye, 142).
***
İttihad-i İslam’dan bahseden Şia’nın Kur’an telakkisi, meşrebini teyit için her nevi inhitatı meşru addetmesi, Musevî’nin hayal edip de başaramadığı çalışmayı kurgulayıp daha sonra hakikat gibi arz etmesi, Humeyni’nin Ehl-i Sünnet uleması ile ilgili değerlendirmesi, İran’ın Suriye ve Irak’taki Müslüman katliamında açıkça zalimlerden yana taraf olması önümüzde dururken dönüp Ehl-i Sünnet’e itidal çağrısında bulunmak, zalime hüküm de ferman da sende demektir.
(Hüküm Dergisi 2. Sayı / Şubat 2013)