Bu başlık, “Muhsin Ertuğrul Sahneleri”nde izleyebileceğiniz bir tiyatronun adı değil… Metin yazarları arasında müseccel İslam düşmanlarının yer aldığı bu mezalim, bütün yeryüzü halklarının seyrettiği bir sahnede, Suriye’de oynanıyor.
Her şey Deyr-i Zor’da birkaç çocuğun duvara, “الشعب يريد اسقاط النظام /”Halk rejimi düşürmek istiyor.” yazmasıyla başladı. Polis yaşlarına bakmadan etraftaki bütün çocukları toplayıp gece boyu sorguya aldı. Olmayan bir örgüt icat edip daha sonra da onları, o örgüte isnat etmek için her nevi işkenceye başvurdu; darp etti, tırnaklarını çekti, yine de istediği yalanı onlardan duyamadı. Müslüman yavruları “Yezid” gibi gören “Nusayrî” iradenin öfkesi yatışmak bilmedi. Bu defa karakola çocuklarının akıbetlerini araştırmak için gelen babalara hiçbir şey sormadan kurşun yağdırdı. Anneler iki acıyı birden yaşadı: Bir tarafta tırnakları çekilen, özgürlük savaşçıları olan yavruları diğer tarafta ise kaybettikleri eşleri…
Nusayrî terörü kısa zamanda birkaç şehir haricinde bütün bir Suriye’yi kuşattı. Her yaştan binlerce Müslüman geride acı hatıralar bırakarak Rabbi’ne gitti. Kimi bu yıl okuldan mezun olacak, kimi yakında evlenecek, kiminin de çocuğu olacaktı. Ne ki zulüm onlarla bayramları arasına girdi.
Şam’da, olayların başladığı tarihten birkaç ay sonra evlenecek bir mühendis kardeşimiz vardı. Kendisine mütevazı bir düğün hediyesi göndermeyi planlıyorduk. Ona ulaşamayınca İshak Karali kardeşim ağabeyini aradı. Ağabey, kardeşinin şüheda kadrosuna dâhil olduğunu bildirdi: Bir Cuma yürüyüşünde tutukladılar, öldürüp bir yol kenarına bıraktılar.
Geçenlerde Hıms’tan Halit kardeşim aradı, olayların hangi noktada olduğunu sorunca, telefonların dinlendiği endişesiyle zulmü sadece: “Allah’ım bizi bu cehennemden kurtar, bize merhamet et!” gibi dua cümleleriyle dile getirebildi.
Dünyanın gözü önünde yaşanan bu vahşet ülkenin farklı şehirlerinde aylardır devam ediyor. İnsan haklarını savunmak üzere kurulan kuruluşlar hayvan hukukunu müdafaa için gösterdikleri çabanın öşrünü Suriye’nin mazlum milletinden esirgediler. Polis müdahalelerine karşı etten bariyer oluşturanlar, el ele tutup barış köprüleri kuranlar ne vahşeti gördü ne de feryatları duydu.
Bir zamanlar Sunnî coğrafyadaki İslam gençliğinin,”لا شيعية لا سنيةوحده وحده اسلامية” Ne Sünniler ne Şiiler yaşasın İslam ümmetinin birliği” sloganlarıyla kucakladığı Şiiler, kendilerine yapılan insaniyeti unutup; halkına, “’Lâ ilahe illâ esed/Esed’ten başka ilah yoktur.’ söyle.” diye baskı yapan dinsiz idareyi desteklemekte. Son Siyonist saldırıda ümmetin malı ve canıyla yanında yer aldığı Hizbullah da bir takım yalanların ardına sığınıp mezhepsel yakınlık duyduğu Nusayrî Esad’ın tarafında olduğunu ilan etti.
Doğudan ve batıdan destekçileriyle Müslüman katliamına devam eden Nusayrî Esed, çocuklara işkence etmekle başladığı kirli oyunun en son perdesinde, “kadir gecesinde cami cinayeti”ni sahneye koydu. Muhterem Mehmed Savaş Hocamız’ın üstadı Âlimi Rabbâni merhum Abdulkerim er-Rifâî adına yaptırılan camide cinayet şebekesi sahur vaktinde en az beş müslümanı şehit etti.[ref]https://youtu.be/IFIyPxKuh2M[/ref]
Şam’ın büyük mabetlerinden olan bu cami, Suriye’nin en mutedil İslamî hareketi diyebileceğimiz Üstat Usame er-Rifaî’nin görev yaptığı bir irfan merkezi olarak da biliniyor. Üstad’ın vaaz formatındaki Cuma hutbelerini irat ettiği cami, özellikle entelektüel kesimin ilgi odağı…
Katliamın son perdesi, kadir gecesinde ülkenin en mutedil hareketine mensup Müslümanların irşat merkezi olarak da kullandığı camide sahnelendi. Bu, vahşetin “sidre-i münteha”ya ulaştığının resmidir.
***
Çaresiz bir halde vahşeti seyreden sizler, kardeşlerinizin kurtuluşu için yaptığınız dualara, dinsiz idarenin hak ile yeksan olması için beddualarınızı da ekleyin. Zira her durumda düşmanlarının hidayeti için dua eden Allah Resulü (sallalahu aleyhi ve sellem), Kâbe’nin avlusunda ve Hendek’te namaz kılmasını engelleyenlere beddua etmiştir. Sahur vaktinde camiye baskın yapan idare de aynısıyla Ebû Cehil’in misyonunu devam ettirmektedir. Dolayısıyla aynısıyla da mukabele görmelidir.
Beddualar er ya da geç karşılığını bulacaktır… Libya’da, Mısır’da olduğu gibi mazlumlar Esed’in yıkılışını da seyredecektir. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya bedduasının kabul olduğunu bildirdikten kırk yol sonra Firavun’u Kızıl Deniz’de helak etmişti. Çağdaş Firavunların kimi zulümde kırkı doldurdu, kimi de kırka yakın gitti. Niyazımız odur ki sünnetüllah Esed Ailesi için de tecelli edecek…
***
Suriye ziyaretimizde Üstat Usame er-Rifâî’yi saldırının gerçekleştiği caminin bitişiğinde yer alan evinde ziyaret etmiş, Üstat da bir sonraki yıl Samsun’da İFAM’ın misafiri olmuştu.
Hoca’yı ve hizmetlerini daha yakından tanıyabilmek için, “Doğu’nun Cenneti’nde Zamanı Aşan Gerçekler” başlığıyla İnkişaf’ta neşredilen yazının ilgili bölümünü dikkatlerinize arz ediyorum:
Usame er-Rifaî
“Şam’ın büyük mürşidlerinden Abdulkerîm er-Rifai’nin oğlu ve Furkan Akademisi’nin baş hocası olan Şeyh Usame er-Rifai’yi öğrencilerinin refakatinde evinde ziyaret ettik. Sade bir odada Suriye ve Türkiye’deki ilmî faaliyetler hakkında uzun bir konuşma yaptık.
Camilerin mabed olduğu kadar okul da olduğunu söyleyen er-Rifai, irşad çalışmalarını cami merkezli yürütüyor. Hayatı; ilim, ibadet ve İslam’a davet olarak özetleyen Şeyh’in farklı meslek dallarında hizmet veren Müslümanlara yönelik olan çalışması camilerin namaz dışında da faal olarak kullanılmasını temin ediyor. Şeyh ve onunla gönül birlikteliği olan hocaların işrafında yürütülen cami dersleri kişilerin mesleklerine göre planlandığından, katılımcılar sırası geldiğinde ders mevzularının İslam’la münasebetini mukayese ve tahlil ediyorlar.
Şeyh cami derslerinin gayesini; mesleğini Müslümanca ifa edebilen mümin mühendis, doktor, öğretmen, tüccar… yetiştirmek olarak açıklıyor.
İslamî ilimleri cami derslerinde tahsil eden mühendis, doktor, tüccar ünvanına sahip öğrenciler içerisinde vaaz-hutbe gibi hizmetleri yürütmenin yanında hatimle teravih kıldırabilen gayretli Müslümanlar da var.
Suriye’nin birçok bölgesinde etkili olan bu hizmet tarzı aynı şekilde ülke dışında da her geçen gün varlığını hissettirmekte.
Şeyh’in farklı hizmet tarzlarını benimseyen Müslümanlara karşı müsamahakâr bir tavır içerisinde olması sözünün tesir gücünü artırdığı gibi, selefi ve modernist fikirlerin etkisinde kalan gençlerin de gerçekle daha çabuk iletişime geçmesine katkı sağlıyor.
Müslümanların yaşadığı akide ve düşünce kirliliğinin ardında oryantalizmin olduğunu söyleyen Şeyh, bu yüzden esaslı tenkitlerin de oryantalizm çevresinde oluşması gerektiğini ifade ediyor.
Müslümanları gelenekçi ve yenilikçi olarak iki farklı şekilde sınıflandırmanın dıştan yapılan bir tanımla olduğunu, bu yüzden zihin kirliliği ve tefrika ürettiğini söyledi.
Abbasiler zamanında zirveye çıkan akide ve düşünce kirliliğinin Kur’an ve Sünnet esas alınarak temizlendiğini söyleyen Şeyh, modernitenin etkisiyle oluşan kaosun da aynı şekilde İslam’ın iki esasına dönerek giderilebileceğini belirtti.
Şeyh’in irşad çalışmalarının önemli bir rüknü ise Cuma hutbeleri… Şeyh’e hutbelerinin içeriğinden sorduğumda; konuşmaların, mustağrib ve müsteşrik ittifakının yol açtığı tahribatın tesbit ve izalesi, maddi ve manevi istiklalin nasıl kazanılacağı, ilahi hükümlerin değişmezliği gibi hassasiyetlerin şekillendirdiği güncel konulardan oluştuğunu ifade etti.
Muasır Sibeveyh: Mehmed Savaş
Şeyh’in babası Abdulkerîm er-Rifaî de (1905-1977) Şam bölgesinde bilinen bir âlim ve davetçi. Şeyh, Mehmet Savaş Hocamız’ın, babasının öğrencisi olduğunu; kendisinin de İstanbul’a geldiğinde Üstad’ı ziyaret edip eski günleri yâd ettiğini ifade etti. Üstad’ın Şam yıllarını sorduğumda ise şunu söyledi; “Mehmet Savaş 1970’de Türkiye’ye dönünce buradaki ulema; ‘Şam Sibeveyhi’ni kaybetti.’ demişti.”
Üstad Şam’dan ayrıldığında henüz 32 yaşında genç bir ilim adamıydı. Fakat Şam uleması nazarında o, muasır bir “Sibeveyh”di. Hakikaten Hoca, modern zamanların. “Sarıksız Ebussud’u, Sakalsız İbn Kemali”dir. Ulema bezmine ahir zamanda gelen en kudretli beş on muasır fakihden biridir. Fıkhın ruhuna nüfuz eden bir “Fakihu’n-Nefs”tir. Ne var ki Türk ilim dünyası Hoca’yı yeterince tanıyamamıştır. Bunda, Hoca’nın talebelerinin yazı yerine konuşma dilini kullanan müftü-vaizlerden oluşmasının etkisi, azımsanmayacak kadar büyüktür.
Ayrılırken bizi kapıya kadar uğurlayan Şeyh er-Rifai mahcubiyetimizi ifade edince “Bilakis sizi Türkiye kadar yolcu etmeliyim.” diyerek nezaketini gösterdi.”[ref]İhsan Şenocak, Doğu’nun Cenneti’nde Zamanı Aşan Gerçekler, İnkişaf Dergisi, Kış/Bahar, 2008-2009, sy. 10, s. 76-7.[/ref][ref]Görsel temsilidir.[/ref]