Allah Resûlü’nün “Hakikate tanık olanlar, olmayanlara anlatsın.” emri mucibince Hicaz dışına hicret eden sahabe muhataplarını konuşmalarından ziyade yaşantılarıyla İslâm’a davet etmişti. Âlim ve tüccar sahabe birlikteliği İslâm’ın intişarı için uygun bir zemin oluşmasına imkân vermişti. Âlimler söz ve yaşantılarıyla, tacirler de dürüst ticari muameleleriyle insanların hidayetine vesile oldular. İslâm davetçilerinin insanlardan Müslüman olmaları karşılığında hiçbir şey talep etmemeleri hidayet kapılarını ardına kadar açtı. İslâm’ı tercih edenler hürriyet ve mallarından bir şey kaybetmedikleri gibi aksine daha hür ve zengin oldular. İslam davetçilerinin gönülleri fetheden yaşantıları maddi fetihlerin önünü açtı. Öyle ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ahirete irtihalinden kısa zaman sonra Arap yarımadasının çevresindeki büyük devletler ya tamamıyla ya da kısmen İslâm devletinin sınırlarına dâhil edildi.
Fütuhatın en yoğun olduğu bölgelerinin başında ise Kuzey Afrika gelmekteydi. Fetih orduları içersinde komutan ya da asker olarak çok sayıda sahabenin yer alması daha Hz. Ömer zamanında (H 21-22) Mısır’dan Tunus’a kadar olan bölgenin fethini temin etti. Hz. Osman döneminde fütuhatı yürüten Abdullah b. Sa’d’ın ordusunda da pek çok sahabi vardı. İbn Abbas, İbn Ömer, İbn Amr, İbn Zübeyr, İbn Cafer, Efendimiz’in torunları Hasan ve Hüseyin (radiyallahu anhum) bunlardan sadece bir kaçıydı. Abdullahların sayı itibarıyla çok olmasından dolayı bu orduya “Ceyşu’l-Abadile(Abdullahlar ordusu)” da denmekteydi.[ref]Hz. Osman’ın şahadetinden sonra uzlete çekilen Abdullah b. Sa’d “Allah’ım ruhumu sabah namazında teslim al” diye dua etmiş, hicri 36 yılında bir sabah namazı sağa selem verdi, sola da vermek için döndüğünde ruhunu teslim etti.[/ref]
Kuzey Afrika fütuhatında Abdullah’tan sonra Ukbe b. Nafi’ dönemi başladı. Sırayla önüne gelen her beldeyi fetheden Ukbe, fehettiği yöre halkına; “Sizden ilerde daha şehir var mı?” diye sorar, “evet” cevabını alınca vakit kaybetmeden yeni bir fetih için oraya doğru yola çıkardı.
Sahabenin aşk ve imanla yoğurduğu Afrika fütuhatı Ukbe ile destansı bir boyut kazandı. Bu yüzden Kuzey Afrika’nın hemen her bölgesinde büyük fatih Ukbe ile alakalı tevatür derecesine ulaşmış çok sayıda tarihî bilgi duymak mümkündür. Kitabiyâtla da örtüşen bu bilgiler aynı zamanda bölgenin kısa zamanda nasıl İslâmlaştığının da cevabını vermektedir.
Ruh hamurkârı sahabe olan Ukbe, duasına icabet edilen bir komutandı. Teracim kitapları Onun uçsuz bucaksız çölleri duaların bereketiyle nasıl aştığını anlatan hadiseleri çokça ihtiva etmektedir. Bir fetih yürüyüşü esnasında çölde susuz kalmış, çaresiz bir şekilde ordusuyla bir taraftan ölüme hazırlanıyor diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’a yalvarıyordu. Bu esnada atı da ön ayaklarıyla yeri eşelemekteydi. Birden atın eşelediği yerden su fışkırdı. Hayvan sudan doya doya içti. Ukbe askerlerini çağırıp yeri kazmalarını emretti. Kazdılar, onlarda kana kana içtiler. Daha sonra bu yöre “mau’l-feres(atın bulduğu su)” olarak tesmiye edildi.
Mağrib’i de fetheden Ukbe Kayrevan şehrini kendisine üs olarak seçti ve oraya yerleşmek istedi. Fakat bu hiç de kolay olmadı. Zira Kayrevan balta girmemiş ormanları ve ormanlarda yaşayan vahşi hayvanlarıyla adeta insanoğluna kapalı bir bölgeydi. Bu yüzden Ukbe’nin yakın çevresi Kayrevan’ın üs olmasına taraftar değildi. Kuzey Afrika’nın bütünüyle İslâmlaşması için gerekli olan bu proje için Ukbe içerisinde on beş sahabî de bulanan ordusu ile birlikte dua etti. Ardından vadiye inip: “Ey yılanlar ve yırtıcı hayvanlar! Biz Hz. Muhammed’in ashabıyız. Buraya yerleşeceğiz, siz başka bir bölgeye gidin.” şeklinde çağrıda bulundu. Bu çağrıyı işiten arslan, kurt, yılan dâhil bütün vahşi hayvanlar yavrularını omuzlayıp hızla bölgeden uzaklaştılar.
Musa b. Nusayr ve komutanı Tarık b. Ziyad zamanında Kuzey Afrika’nın tamamı Müslüman oldu.
Akra’dan havalanan uçak Kazablanka’ya doğru ilerken Afrika’nın davet tarihi üzerinde tefekkür ediyor, yukarıdaki tarihi zenginliği ve onu var eden kahramanları düşünüyor, şehrin o kahramanlara ne kadar yakın, küfre ise ne kadar uzak olduğunu görmenin merakı içerisinde inişi bekliyordum.
Pazar günü on sularında Kazablanka’ya indik. Havalimanından şehir merkezine kara trenle gittik. Bazen lüks evler, genel de ise gecekondular arasından geçerken ülke isimleri farklı olmasına rağmen İslâm şehir geleneğinin hemen her yerde aynı olduğu, çoğunluğunu sefillerin oluşturduğu toplum yapımızda bir parçada sefihlerin yaşadığı gerçeğini bir kez daha müşahede ettim. Gayr-i ihtiyari olarak dudaklarımdan Ziya Paşa’nın şu beyti dökülüverdi:
“Diyar-ı küfrü gezdim, hep beldeler, kâşaneler gördüm!
Dolaştım Mülk-ü İslâm-ı bütün viraneler gördüm.”
Az sayıdaki tarihî eseri ve geleneksel İslâm algısıyla Doğu’ya; insanların yaşam tarzıyla ise Batı’ya yakın olduğunu hissettiren Kazablanka’da ilk göze çarpan gerçek emperyalizmin Fransız versiyonun ictimaî hayatta hala etkin olduğudur. Marsilya esas alınarak inşa edilen şehirde “Medine” olarak bilinen eski yerleşim bölgesi dışında kalan hemen her semt Fransız şehir mimarisi ile ayniyet arz etmektedir.
Öğleden sonra kitap satın almak için kitapçılar semti olarak bilinen Hubus’a gittik. Fakat Mağrib’te pazar günleri resmi tatil olduğundan -biri hariç- yayınevleri kapalıydı. Tarihi cami ve hanlarıyla Mağrib’in kadim şehirlerine benzeyen Hubus caddelerinde bir miktar dolaştıktan sonra yayınevleri ziyaretini pazartesi günü için programlayıp bölgeden ayrıldık.
Akşam namazı için tarihi “Mahzen Camii”ne gittik. Ana kapıdan girince sağda yer alan avludaki şadırvan çevresinde toplanan müminler abdestle meşguldü.
Mağripliler Kur’ân-ı Kerim’i “verş” kıraatine göre okuduklarından imam Fatiha’yı “mâliki yevmi’d-dîn” yerine “meliki yevmi’d-dîn” şeklinde tilavet etti. Namazdan sonra ise cemaatin bir bölümü mihrabın önünde genişçe bir halka oluşturup imamın etrafında koro halinde “Nahl Suresi”nden bir “hizb” okudu. Sonra öğrendik ki Mağrib’in bütün camilerinde sabah ve akşam namazlarından sonra mezkür şekilde birer hizb okunmakta.
Namazdan sonra bir müddet eski Kazablanka’da yani onların ifadesi ile “Medine” semtinde dolaştık. Kapalı çarşı görüntüsünde olan “Medine” Kazablanka’nın Batı’ya direnen yüzünü resmetmekte.
Sahilde inşa edilen Kral II. Hasan cami gerek avlusu gerekse de sanat zevkiyle modern zamanların en görkemli mabetlerinden biri olma unvanını hak ediyor. Özgün mimarisiyle dikkat çeken cami dünyanın en büyük İslâm mabedi olma özelliğini de taşımaktadır.
Mağrip’te çaycıdan mütefekkire herkes Fransızca konuşabiliyor. Fransızca halka Arapça’dan sonra ikinci dil olarak benimsetilmiş. Fakat ikinci dil ana dilin kimyasını tahrip etmiş. İnsanlar Arapça yerine “Arafransızca” gibi melez bir dil konuşmakta. Halk fasih konuşmakta zorlandığı gibi diğer Arap ülkelerindeki “ammice” benzeri bir lehçeyle de konuşmaktan aciz. Bizi otele getiren taksi şoförüne “niçin Arapça cümlelerde Fransızca kelimeler kullanıyorsun?” diye sorduğumuzda, ne alakası varsa “okul okumadığını fakat çift uyruklu olduğunu, Arapçanın yanında İtalyanca ve Fransızca da bildiğini” söyledi. Galiba bize; “ben dünya vatandaşıyım, bu yönüme bakın, teferruata takılmayın!” demek istemişti.
Hasta olduğunu bilmeyen bu yüzden de tedaviyi reddeden zavallı Müslüman! Seni o hale getirmişler ki ruhunu kirletenlerle bütünleşmeyi şeref telakkî ediyorsun!
Pazartesi günü sabah namazını Hubus’taki tarihî camîde kılmaya niyet ettik. Kiraladığımız taksinin şoförü tinercilerin mezkûr camî etrafında gecelediklerini dolayısıyla bölgeye gidemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine bir başka tarihi camî olan el-Hamra’ya gittik. Onun çevresinde de hasırlar üzerinde yatan eyyamcılar vardı. Taksiden indiğimizde bir ihtiyar derviş camiyi henüz açıyordu. Yarım saat sonra cemaat toplandı. Cemaat namazdan sonra mutat şekilde ve kendilerine has üsluplarıyla imamın nezaretinde koro halinde on beşinci cüzün ilk hizbini okudu.
Camiden çıkarken musafaha ettiğimiz Mağripliler bize “Suriye’den mi geliyorsunuz?” diye sordular. Mısırlılar da aynı soruyu sormuştu. “Türk’üz, Türkiye’den geliyoruz.” deyince, biri “yani Müslümanların hamisi Osmanlı Devleti’nin merkezinden geliyorsunuz. Osmanlı varken Müslümanların başı dikti. O gidince İslâm coğrafyası emperyalistlerin işgaline uğradı. Biz 60 yıl önce sözde bağımsızlığımıza kavuştuk. Fakat devlet ve toplum üzerindeki Fransız etkisi güçlü bir şekilde hâlâ devam ediyor. Filistin’in durumu ise herkese malumdur.” dedi.
Pazartesi sabah tekrar Hubus’a gittim. Pazar gününden niyet ettiğim kitapları alabilmek için hemen bütün kitapçıları dolaştım. Aradıklarımın yanısıra Abdurrahman Hasan Habenneke’nin “Ecnihetu’l-Mekri’s-Selâse”si ile “Gazvun Fi’s-Samîm”i gibi tevafuken kıymetli eserler de buldum.
Yatsı vakti Kazablanka’dan İstanbul’a, yani milletimizin dünya Müslümanları nezdindeki en belirgin adresi olan İslâm Medeniyetin başşehrine doğru hareket ettik.
***
Batılar işgal ettikleri her şehir gibi Kazablanka’nın da ruhunu söküp almışlar. İkiz kuleleri, 1930′lu yıllara ait Fransız yapımı binaları, eğlence yerleri ve ufkumu daraltan şehir mimarisi ile Kazablanka’da Mağrib’in tarihini soluklamak akla ziyan bir iş. Zira Ukbe b. Nafi’lerin fethettiği coğrafyanın gençlerinin önemli bir bölümü “Batılılar gibi okur, onlar gibi yaşarsak terakki ederiz.” şeklinde düşünmekte.
Mısır ve Fas’ta konuştuğum gençler Türkiye’yi âlim ya da sanatçılarıyla değil, topçu ve popçularıyla tanımakta. Bu, bizim dünya çapında ilim adamlarımızın olmadığını gösterdiği gibi gençliğimizin de nelerle iştigal ettiğini haber vermektedir.