Kureyş ulularının değişmez gündemiydi Kur’ân. Ne olduğunu, nasıl engellenebileceğini sorarlardı birbirlerine. Kâbe, Zemzem ve Haceru’l-esved’in tercihlerini İslâm’dan yana koymaları, derin bir hüzne sevk etmişti Onları. Hubel, Menat ve bir de eskilerin masalları kalmıştı yanlarında. Kur’an nidaları yüreklerde dalgalandıkça atalarının dinleri, direkleri çökmüş binalar gibi çatır çatır yere geldi. “Dinlemeyin bu Kur’ân’ı…” diye tembihledikleri muhataplarını, ”istesek biz de Onun gibisini söyleriz” diyerek avutmaya çalıştılar. Çürük bir akılla, akıl ötesinin buyruğuna kafa tutan idrak “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa bir benzerini getirin…” ayetiyle alenen hesaplaşmaya çağrıldı. Ne “yedi askı” şairleri, ne de Arab’ın en beliğ hatipleri çıkabildi Kur’ân’ın karşısına. O’nun “Levh-i Mahfuz”dan gelen “Kitab-ı Mecid” olduğunu susan her kalem sükûtla itiraf etti.
Peygamber atlasının örttüğü zemin, her gün biraz daha genişledi; Acemlisi, Habeşlisi aynı safta dinledi Kur’an’ı. Onunla fikri planda hesaplaşmaya çıkamayanlar, daha doğrusu çıkıp da ayakları üzerlerinde duramayanlar; hilelere, iftiralara ve kılıçlara başvurdu. Allah Resûlü’nü (s.a.v), bir yolunu bulup ya deliler gibi zincire vuracak, ya öldürecek, ya da Mekke’den süreceklerdi. Ama olmadı, başaramadılar. Küfrün acziyetine işaret olsun diye; ordularla değil mağarada örümceklerle korudu Allah, Peygamberini.
Ebû Cehil ve avanesi, kalemi kırıp savaşı konuşturduğu gün -aslında- her şeylerini kaybetmişlerdi. Kur’ân’ın dirilttiği ruhlarla savaşılır mıydı? Onlar ölüp de ölmeyen ruhlardı. Dirileri ve gök sakinleriyle tükenmez bir ordusu vardı Kur’an’ın.
Kur’ân, kendisine kin ve nefret besleyenlere ağıt yakmayı armağan etti. Allah Resûlü’ne (s.a.v) “ebter” diyenler on dört asırdır “ebterlik”lerine ağıt yakıyorlar. Ebû Cehil’in ruhu, İslâm’ın Mekke’sinde her gün beş defa “eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ı” dinliyor. Ne “İsaf”, ne “Naile”, ne de büyük put “Hubel” dayanabildi Kur’ân’a… Ebû Cehil ağlamasın da kim ağlasın? Allah Rasûlü’nü güldürmeyenler Kıyamet’e kadar ağlamaya mahkûm oldular.
***
Ey Cabir (r.a)! Utbe bin Rebia’ya dair rivayet ettiğin hadis nerede? Gel ve söyle Peygamber buyruğunu, söyle de zamanın Ebu Cehiller’i Kur’an’ın yenilmezliğini idrak etsin:
Hani –O’na (s.a.v)– Utbe, ne istiyorsun; kadın, mal-mülk, riyaset hepsini verelim yeter ki tanrılarımızı inkâr etme, (hâşâ) “Allah birdir deme “ demişti de O (s.a.v); “Söyleyeceklerin bu kadar mı ey Utbe?” diye sormuş, “evet” cevabını alınca şu ayetleri okumuştu: “Ha mim. (Bu) Rahmân Rahîm’den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.” Kur’an, küfrün rüşvetini sonsuza kadar geçersiz kıldı.
Müminlerine geriye dönüşü olmayan bir yolda yürüyüşü öğütledi.
İnsanların Kur’ân’ın safında yürüyüşü aslında “sureti” bir yürüyüştür. Diyor ya Cenâb-ı Hakk “Kur’ân’ı biz indirdik onu yine biz koruyacağız.” O halde bizim yürüyüşümüz, korumak için değil, korunmak içindir. Gerçekte şairi, çobanı, filozofu, köleyi hâsılı bütün yürekleri Kur’ân koruyor. Çünkü O, ezeli ve ebedi mutlak hakikattir. Bunun içindir ki şiirin büyük ustası Lebid bin Rebia Onu işitince “Dikkat edin Allah’ın sözünden başka her şey batıldır” demişti.
Hassan Bin Sabit’e niçin daha şiir yazmıyorsun diye soran Hz. Ömer (r.a) şu cevabı almıştı: “Kur’ân indikten sonra dilimi yuttum.”
Ey Kindi! Kalk kabrinden ve itirafını tekrar et! De ki “Ben İslâm atlasının en güçlü felsefî damarıydım. Aklı doğru-yanlış en iyi kullanan filozof olduğumu düşünürdüm. Farabî’nin, İbni Sina’nın, İbni Rüşd’ün ve bütün “Meşşai”lerin fikir babasıydım. Mu’tezili anlayış benimle altın çağını yaşamıştı. Aklımın fizik ötesine denk olduğuna sadece ben değil, çevrem de inanmıştı. Nitekim bir gün bana talebelerim “Şu Kur’ân’ın dengini yapıver” demişlerdi. Ben de, “Hepsini değil ama bir kısmını yaparım” demiş ve birçok günler odama kapanıp kalmıştım. Akıl ötesi buyruğa ulaşmak için çok uğraştım fakat başaramadım. Günler sonra insanların huzuruna çıkıp şu itirafta bulunmuştum: “Vallahi buna ne benim ne de başka birinin gücü yetecek. Kur’ân’ı açtım karşıma “Maide Suresi” çıktı: Baktım vefayı anlatmış, dönekliği yasaklamış, önce genel bir tahlil ardından bir istisna yapmış, Allah’ın kudretinden ve hikmetinden söz etmiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış. Hiç kimse bu kadar mânâyı ciltlerle eser yazmadan ifade edemez.”
Arabın ulu edipleri Kur’ân’ın karşısında diz çöktü. Çünkü O, söz sanatının zirvesiydi. Ümeyye b. Halef, Kur’ân’ı ilk duyduğunda yerden bir avuç toprak alıp, üzerine secde etmişti. Ömer’in (r.a.) yüreğini eriten Onun sıcaklığı idi.
***
Ebû Zerr’in aşkını Ali’nin aklı ile bütünleştirenler bütün zamanların ulu hocaları kabul edildiler. Fatih’ler, İbn-i Kemal’ler, Barbaros’lar, Sinanlar, Bakiler, Itriler Kur’ân’ı mümin okuyup mümin yaşayan insanlardı. Ne Utbe’ler ne Ebû Cehil’ler konuşabildi karşılarında. Biz, mezkûr değerlerimizle Kur’an Atlasında var olan bir millettik. Onun hatırına dünyalar feda ederdik. Molla Hüsrev, Kur’ân’la çelişen fermanı yırtıp Fatih’in yüzüne atar, Kemalpaşazade “umur-u devlet”e bizzat müdahil olurdu. Ricali devlet de ulemaya ittiba ederdi.
“Ümmetimin en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir” hadisine muhatap on binlerce hafızımız vardı. Saygıdan kimse sırtını Kur’ân okunan yöne dönmez, hafızların geçtiği sokakta genç yaşlı herkes ayağa kalkardı. Tezhip ve hat sanatı güzel Kur’ân’ı güzel sergilemek için icat edilmişti. Altın yaldızlı bezlere sarılı Kur’ân, bugünkü gibi çeyiz bohçalarına hapsedilmemişti. Evler, sokaklar, mektepler Kur’ân’a göre şekil almıştı. Söz ve hüküm Allah’ındı. İslâm fıtratı üzerine doğan çocuğa daha ilk günden öğretilirdi Kur’ân’ın sözleri: Bir kulağına Ezan diğerine Kamet okunurdu. 7 yaşında hafız olunur ardından “Buhar-i Şerif” ezberlenir, “dirayet” ve “rivayet” tefsirlerinden ayrı ayrı icazet alınırdı.
En hafif meşreplilerin bile İslami değerlere saygısı vardı. Müşahhas bir örnek çevresinde izah etmek gerekirse şu söylenebilir: Namık Kemal yatağında hem kitap okur, hem de şarap içermiş. Okuduğu yerde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in adı geçince içkiyi dışarı çıkartır, yatağından iner, diz üstü oturur ve Allah Resulü’nün adını öyle telâffuz edermiş. Çünkü N. Kemal İstanbul sokaklarında Kur’ân’la dolaşmış, Kars’da erenleri dinlemişti.
Ya bu gün, Kur’ân’dan mahrum bir halde yetiştirilen Anadolu çocukları kime saygı gösterecek? Fikret’in oğlu Haluk’a yaptığı gibi önce fıtrattaki iman mayası kurutulacak ardından da papaz mı yapacaklar bu çocukları? Ezan’ı öğrettirmedikleri sabilere Ayasofya’da çan çalmayı mı öğretecekler?
Kur’ân’sız yetiştirilmek istenen çocukların geleceğini Yahya Kemal’in şu hatırasından hareketle okuyalım:
“… Bu günkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.”
“… Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazını kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. … İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum.”
“… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”
Mekke’de inen, Kahire’de yazılan, İstanbul’da okunan Kur’ân, şimdi en güzel okunduğu yerde garip mi kalacak? O’nu okuma şerefini bu millete çok görenler Ebû Cehil’i susturup Fatih’e mi ağıt yaktırtacaklar?
Hayır! Anadolu’nun semalarından Kur’ân seslerini kesemeyecekler. Ruhi ve ilmi merkezlerimiz yeniden canlanacak; Kur’an’ın muazzam dönüşüne kimseler engel olmayacak. Vuslat, bütün umutların bittiği anda gerçekleşecek.
Yusuf’unu kaybettikten sonra ağlaya ağlaya gözlerini de kaybeden Yakub aleyhisselam, kanlı gömlek Mısır’dan ayrıldığında etrafındakilere “işte şimdi Yusuf’umun kokusunu alıyorum” demişti. Gözleri dâhil her şeyini yitiren fakat Yusuf aleyhisselam’a kavuşacağına dair imanını kaybetmeyen Yakub’a Allah yeniden oğlunu armağan etti. Kur’an Kurslarını kaybeden, talebesi kalmayan hocalar da onları tekrardan kazanmaya dair inançlarını kaybetmezlerse Kur’an’ın muazzam dönüşü çok yakında gerçekleşecek demektir.