Allah Rasûlü , etrafı dağlarla çevrili bir beldede Mekke’de Dünyaya geldi. O doğduğunda insanlar ne Roma okullarını, ne Yunan filozoflarını, ne de Hind felsefesini biliyordu. Kâbe’den dolayı Arap Yarımadası’nın çekim merkezi olan Mekke’de okur-yazar olanların sayısı on yediydi. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan ümmî olan halk doğal olarak Ehl-i Kitab’ın kültürüne yabancıydı. İnsanlar tarihî ve medenî birikimlerini şifâhî olarak paylaşır, nesiller arasında irtibat şiirle sağlanırdı. Allah Azze ve Celle Peygamberini çevresi engin çöllerle sarılı, ümmîliğin hakim olduğu böyle bir şehirden seçti. Ümmî Peygamber, okuduğu ayetlerle Mekkelilere hiç duymadıkları hâdiselerden, gaybî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Onu, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an-ı Kerîm’in Allah Rasûlü’ne yazdırıldığını iddia ederek vahiy çevresinde şüpheler oluşturup Kur’an-ı Kerîm’i engelleyebileceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Rasûlü’ne Rum asıllı Hristiyan köle Cebr en-Nasrânî tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Ne var ki daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından, “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyerek hem iddiaları reddetti, hem de onun etrafında oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etti.
Müşriklerin Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle, hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr, Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar bana aittir” demez miydi?! Ya da “Bu Kitap bana aittir” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle, dinini terk edip -haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a (yedi askı)” şairlerinin dahi bir sûresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, yok etti.
Kur’an-ı Kerîm’in “lâ ilâhe” derken Allah’tan başka bütün hâkimleri, İslâm’dan başka bütün sistemleri reddetmesi; bütün Ebû Cehillerle, bütün Karunlarla, bütün Bel’amlarla hesaplaşması, cihadın “hüküm yalnız Allah’ın oluncaya kadar” süreceğini ilan etmesi, O’na iman edenlerin emperyalist devletleri yıkıp parçalamaları küresel güçleri ürkütmüş ve her devirde onları Kur’an merkezli İslâm’ı itibarsızlaştırma çalışmalarına sevketmiştir. Bunun kurgu aşamasında bizzat kendileri, dağıtım-pazarlama ayağında ise adı Hüseyin, adı Mustafa olanlar rol almıştır.
Her asırda İblis’in parlamentosu yıllık planları görüşürken İslâm’ı yegâne tehlike olarak masaya yatırır, Onun rükn-ü esâsîsi olan Kur’an’a karşı yürütülen mücadelede inandırıcılığını yitiren iddialar revize edilir, yalanları Müdâfaa edemeyen ya da onları dağıtımda isteksiz olan personelin tasfiye kararı alınır.
Müşrikler, Kur’an’a karşı “Cahiliyye”yi korumak için o günün şartlarında bütün yollara başvurmuş fakat Allah Rasûlü’nün ümmî oluşunu inkar edememişlerdi. Bu yüzden Kur’an’a hep hariçten kaynaklar aramışlardı. Ne var ki bu gayretleri her defasında akamete uğramıştı.
Kur’an okundukça çöl sustu, edebiyat meclisleri itibarını yitirdi, Arab’ın kültür ve medeniyet hafızası olan şairler yenildi. 23 yıllık bir mücadelenin sonunda bütün bir yarımada ümmî peygamberin okuduğu Kur’an’ın etkisiyle hem sîretini, hem de sûretini değiştirdi.
Müşrikler gibi, oryantalistler de sarsıldı Kur’an-ı Kerîm karşısında. “Muhammed ümmî olduğu halde bu kadar geniş bir yelpazede, bu kadar farklı konudan nasıl bahsedebilir ve insanlar üzerinde nasıl bu derece müessir olabilir, Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye kendilerine defaatle sorular yönelttiler. Rıhtıma kadar geldiler, fakat gemiye binip, iman edemediler. Tarih boyu Kur’an düşmanlarının Onunla olan mücadelesini ve aldıkları mağlubiyetleri incelediler. Ulaştıkları bütün sonuçlar onlara; “Kur’an’ın rüchaniyeti onun vahiy, tebliğ eden Hz. Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna delildir” dedi. Fakat onlar vazifelerine sadakat gösterip delillere rağmen inkarı seçtiler, yeni bir cephe açıp Allah Rasûlü’nün okur-yazar olduğunu iddia ettiler. Tarihî veriler onun ümmî olduğunu isbat edince, çaresiz “Biz ne diyorsak odur” dediler. Bu çerçevede “Kur’an’ın kaynakları” başlığını taşıyan eserler kaleme aldılar. Allah Rasûlü’nün Kur’an-ı Kerîm’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Ümmîliği inkarla başlayan bu iftirayı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken, “Efendimiz’in önünde İncil, elinde kalem işlevi gören bir tüy olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu gösteren bir resim yayınladılar.
Kur’an’ın önceki kitaplardan intihal olduğu iddiasına insanları inandırabilmek için, bunu imkansız hale getiren Allah Rasûlü’nün ümmî olamayacağını söylediler, bu noktada akademisyenlerden kendilerine şahidler de buldular. Kimi gönüllü, kimi de oynanan oyundan habersiz olan bu tâife, ümmînin zıddının okur-yazar, cahilin karşıtının ise âlim olduğunu temyiz edemeden, “Tabii ki Peygamber okur-yazardı.” diyerek ümmîliği reddetti. Bu reddedişle de oryantalizmin Kur’an’ın vahiy olmadığı yönündeki iddiasına zemin hazırladı. Oysaki Allah Rasûlü , hayatının hiçbir devresinde ne bir metin yazdı, ne de yazılı bir metni ona bakarak okudu.
Allah Rasûlü’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerîmeler Medenîdir. Sadece okur-yazar olmadığını bildiren ayet Mekkîdir. Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenîdir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden Kur’an’ı tebliğ etmesi ve bu Kitab’ın Dünyanın en çok okunan kutsalı olması, ilim tarihinin en büyük hâdisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Rasûlü’nün ümmî olduğunu reddederek, Kur’an’ın ilâhî oluşu etrafında şüpheler oluşturmak istemektedir.
Siyer kitapları, Onun hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedir.
Bilgiye ulaşmanın vasıtası olan yazı, Allah Rasûlü’nün kaynağının vahiy olması bağlamında değerlendirildiğinde görülecektir ki, ümmîlik Allah Rasûlü için bir nakısa değil bilakis onun nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
Rudi Paret’i Tasdik Eden Tefsîrci
Oryantalist olmanın zorunlu bir sonucu olarak Kur’an’a saldıran Rudi Paret, Kur’an’ın Allah Rasûlü tarafından Ahd-i Atik’ten alınıp uyarlanan bir kitap olduğunu iddia etmekte, Öztürk de onun aşağıdaki hezeyanlarına katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in iftiralarını anılmaya değer tesbitler” olarak görmektedir:
“Vakıa, Muhammed daha çok Eski Ahit kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş ve bunları -Vahiy Tarihi’nin (Heilsgeschichte) erken döneminden diğer örneklerle insicam içerisinde- nesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir ‘ilâhî azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu esnada Eski Ahit kahramanları aslî hüviyetlerinden epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh, Lut ve Musa, Muhammed’in kendi şahsının birer numunesi haline gelmişlerdir. Onların karşıtları, yani Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar ise Muhammed’in çağdaşı müşrik Mekkelilerin rolünü üstlenmişlerdir. Muhammed, Kitâb-ı Mukaddes’teki malzemeyi iktibas ederken, Eski-Ahit yazarlarının (Chronisten) edebî hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için birinci derecede söz konusu olan ‘içerikti’.”
Öztürk, Paret’in “Allah Rasûlü’nün Kur’an kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘ilâhî azab’ modeline dönüştürdüğü, ardından da kendi zamanına uyarladığı” yönündeki iftiraları bağlamında bizzat şunları söylüyor:
“Kur’andaki kıssaların mahiyet ve işlevi bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği, dolayısıyla Kur’an kıssalarının tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü fikri benimsendiği takdirde, Allah’ın iradesinin farklı zamanlar açısından “Niçin geçmişte öyleydi; şimdi böyle?” şeklinde ifade edilebilecek tarzda yansıdığına makul bir izah bulmak gerekecektir.”
İhsan Şenocak’ın Kur’ân-ı Kerîm Müdâfaası kitabının Kur’an Müdâfaası makalesinden alıntıdır.