Kadim zamanların içtimaî ve iktisadi alandaki büyük adımları peygamberlerin öncülüğünde atıldı. Hz. Adem çiftçi, Nuh marangoz, İdris terzi, Davud demirci, Musa çoban, İbrahim çiftçi, Salih (aleyhisselam) tüccardı (Hakim, Müstedrek, II, 596). Zekeriyya (aleyhisselam) da marangozluk yapar, nafakasından arta kalan kazancı tasadduk ederdi (el-Hallâl, el-Hassu ala’t-Ticâre, 60).
Büyük Hamleler
Medeniyetin teşekkül noktalarındaki keşfedici bütün hamlelerde peygamberlerin imzaları var. Einstein, Newton ya da diğerlerine ait keşifler ise peygamberlerin icatlarına bağlı tali hamleler mesabesinde. Asıl yapı peygambere, fer’ise kaşif ya da filozofa ait. Dolayısıyla eğer “Allah Teala peygamber göndermemiş olsaydı, insanlar değil medeniyetin en büyük icadı olan tekerleği bulmak yemek yemek için ağızlarının yolunu dahi bulamazlardı.”
Allah Resulü (ﷺ) hayata müdahil olduğunda yeryüzü, peygamberlerin katkılarıyla teşekkül eden tabii çerçevede akışına devam ediyor, gün batıyor, gün doğuyor, çocuklar ağlayarak dünyaya geliyor, büyük babalar, büyük anneler ağıtlar eşliğinde ahirete gidiyordu. İnsanlar çalışıyor, kimi bağında-bahçesinde üretiyor, kimi de üretileni pazarda satıyordu. Her fennin erbabı vardı, asrın şartlarına uygun şekilde çalışıyor, hem insanlığa katkıda bulunuyor, hem de maişetini temin ediyordu. Bütün bunlar olurken güçlü zayıfın malını gasp ediyor, üst kattakiler alt kattakileri sömürüyor, insanlar ya daha güçlü olanlara ya da din adamlarına ibadet ediyordu. Yani peygamberlerin siyasi, iktisadi ve içtimaî hamleleri sadece zahiri varlığıyla devam ediyordu.
En Esaslı Müdahale
Allah Resulü (ﷺ) sistemin sadece aksayan yönüne müdahil oldu. Doğruları yerleştirdi, yanlışları tashih etti. Aklı tabi mecrasında bıraktı. Tecrübeleri dikkate aldı. Bu yüzden insanlara nasıl ziraat yapacaklarını ya da üretilen bir malı nasıl satacaklarını değil, onlara hayatı ibadet niyetiyle, İslami esaslar çerçevesinde tekrar nasıl inşa edeceklerini öğretti.
Ahiret Ayarı
O, İskenderiye’deki okulların, Bizans üniversitelerinin çözemediği problemleri çözdü. Fert ve cemiyetin bütün sorunlarıyla ilgilendi. Siyasete, iktisada ahiret ayarı yaptı. Yeniden muvazeneyi inşa etti. Cemiyetin bütün şubelerinde Allah Azze ve Celle’yi tesbih eden, alırken-satarken “bismillah” diyen, halk içinde Hak’la birlikte olan tüccarlar yetiştirdi. Tarlasını ekerken ya da bir araziyi ihya ederken oradan hayvanların da istifade edeceğini düşünen çiftçi öğrencileri vardı. Hz. Davud (aleyhisselam) gibi işle amel-i salihi birlikte yürüten hatta işi de amel-i salih olarak gören sanatkâr öğrenciler yetiştirdi.
Allah Resulünün (ﷺ) ashabı tesadüfen yetişen bir öğrenci topluluğu değildi. Onların Tevrat’ta, İncil’de misalleri vardı. (Feth: 29). Kur’an-ı Kerim de ayırmadan hepsini davet mesuliyetine muhatap kıldığını bildirdi: “Allah Azze ve Celle’nin ezeli ilminde siz insanlık için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve O’na iman eden bir ümmetsiniz.” (Âli İmrân: 110). O halde bu ümmetin teşkil ve teşekkülünden amaç, insanları ideolojilerin anaforundan kurtarıp İslam’ın saadet dünyasına çıkarmak yani cehennemin yollarını, cennet istikametine çevirmektir.
Yöntem Tayin Eden Söz
Allah Resulü (ﷺ) gerekli adımları attı ve hayatı yeniden tayin etti. Mekke, yöntem tayin eden söz ve amellerinden rahatsız oldu, Ona karşı çıktı. Eğer Allah Resulü (ﷺ) insanları mücerred olarak ibadete davet etmekle yetinip, Mekke Şehir Devleti’nin aristokratik yapısını sorgulamamış olsaydı ya da Mutafifîn Suresi ile emperyalizme karşı çıkmasaydı belki de Mekke bir söz olarak tevhidi, bir şekil olarak da namazı kabul edecekti. Nitekim onlar putları eskiyince yenisini yapıyor, ona ibadet ediyor bunda da zorlanmıyorlardı. Bu defa da “Lât ve Uzzâ eskidi.” deyip, topyekün Allah’a yöneleceklerdi. Zaten bunu teklif de etmişlerdi Efendimiz ﷺ’e: “Bir yıl Sen bizim ilahımıza, bir yıl da biz Sen’in ilahına ibadet edelim, bu ihtilaf ortadan kalksın.” Allah Resulü teklifi sükunetle dinledi. Sonra düşünmeden reddetti. Aslında bu reddediş, temsil ettiği bütün ümmeti adınaydı. Küfrün İslam’la pazarlık masasına oturamayacağını kesin bir dille beyan etti. Hayatı boyunca da bu ikrara sadakat gösterdi, bunun için hicret, bunun için cihad etti. Her ortamda kelime-i tevhidin sadece dille söylenen bir söz olmadığını, mutlaka hayatta karşılığının olması gerektiğini söyledi. Sözün amelden, amelin de cemiyetten mücerred olması durumunda hükümsüz olduğunu beyan etti. İnsanları şekillerine ve mallarına göre kıymetlendirmenin İslam’la sona erdiğini, Allah Azze ve Celle’nin kalp ve amellere göre insanı değerlendirdiğini söyledi: ‘‘İnnellahe la yenzuru ila suveriküm ve emvaliküm velakin yenzuru ila gulubiküm ve e’maliküm’’(Müslim Birr, 10). Mekke tam da buna karşı çıkıyordu. Tevhidin, siyaha ya da aceme karşı Kureyş’in imtiyazlarını kaldırmasını kabullenemiyordu. Nasıl oldu da Bilal b. Rebah (radiyallahu anh), bir söz söyleyerek Kureyş ulularıyla aynı toplumsal hakları kazanabildi?
Allah Resulü ﷺ tevhidin fertte amele, cemiyette ise harekete dönüşmesinde ısrar etti. “İnsanlar makam, renk, ırk ve nesep esas alınarak değerlendirilemez”, dedi. Siyah olmanın aşağılık, beyazın ise üstünlük vesilesi olmadığını, bildirdi. Ebû Zer bir tartışmada Bilal b. Rebah’a (radiyallahu anhuma), “Ya’bne’sevdâ / Ey siyah kadının oğlu!” diye hitap edince, onu yanına çağırıp, haberin yok mu Ebû Zer! İslam geldi, artık, “Leyse li’bnil-Beydai ‘alâ İbni’s-Sevdâi Fadlun / Beyaz kadının oğlunun siyah kadınınkinden üstünlüğü yok.” buyurdu.
Ümmetin Varlık Zemini: Kulluk
Allah Resulü (ﷺ) kulluğu her meselenin esası olarak gördü. Bedir’de 313 sahabiden oluşan ordu, tam teçhizatlı bin kişilik bir topluluğun karşısına çıktı. Maddi anlamda bu mücadelenin sonucu belliydi. Fakat O ﷺ sorumluluğunu yerine getirmede zerre miktarı tereddüt etmedi. “Eğer ben ve ashabım burada şehit olursa Ebû Bekir’in, Ömer’in çocukları yetim, eşleri dul kalır, Medine’de evler yağmalanır, çarşılar kesada uğrar.”, demedi. “Allahım! Bu bir avuç Müslüman burada şehit olursa sana yeryüzünde ibadet edilmez.” diye niyazda bulundu. Bu dua Müslümanların varlık zeminini tayin ettiği gibi, azların da çoklara nasıl galip olduğunu, neden Bedir’e meleklerin indiğini de anlattı (Enfal:9). Bu sıla kopunca ümmet, sıradan insanlar oldu: “Duanız/ibadetiniz olmasa Rabbim size ne diye kıymet versin?” (Furkan: 77) ayeti tecelli etti. Binlerin, on binlere karşı zafer kazandığı cephelerde bir buçuk milyar Müslüman bir vadiden diğerine savruldu.
Bedir’deki Ruh
Sahabe (radiyallahu anhüm) davet için başka iklimlere giderken Medine’den Bedir’deki o ruh haliyle ayrıldı. Onlar yürüdü, insanlık yürüyüşlerine hayran kaldı. Arnold Toynbee, “Dünya böyle bir ordu görmedi. Yürüdüğü yolda ne bir dükkan yağmalandı, ne de bir bağ bozuldu.” demekten kendini alamadı. Onlarla iman yükseldi, dünyevi olan her şey küçüldü.
Sahabe, fethedilen yerlere yaşanan İslam’ı götürdü. Ahiret için çalıştı, dünya da emirlerine amade oldu. İslam’ın intişarıyla görevlerinin hafifediğini düşünüp ev, cami ve iş yeri arasında bir hayatı yaşama kararı aldı. Fakat uyarı geldi. Onlar da kabre kadar, gece ruhban/abitler, gündüz de fursân/mücahitler olmaya devam etti. Nitekim Ensar, “Müslümanların sayısı arttı, artık bize hacet yok, ‘Dünyalıklarımıza yönelip onları daha verimli hale getirsek.’ şeklinde konuşunca: ‘Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’ (Bakara: 195) ayeti nazil oldu.
İslam, sahabeyi Allah Resulü’nden (ﷺ) öğrendiklerine sadakat göstermeye çağırdı. Onlar da ailelerinin nafakalarını temin etmeden arta kalan bütün zamanlarını cihada hasredip, yollara düştüler. Roma’nın şehirlerine gidip, kilisede Hz. İsa’ya ibadet edenlere, ateşin etrafında dönen İranlılara, kurdu yücelten Türklere, ineğe tapan Hintlilere tevhidi anlattılar.
Müslümanın Memuriyeti
Kadisiyye savaşı öncesi Sa’d b. Ebî Vakkas elçi olarak Rib’î b. Amir’i Rüstem’le görüşmek için saraya gönderince Rib’î, küçük atıyla ipek halılar ve yastıklar üzerinden yürüyüp Rüstem’in tahtına kadar ilerledi. Atını da işlemeli bir direğe bağladı. Kendisine, “Biz sizinle savaşmadık, aramızda bir husumet de yok, peki o zaman neden buralara kadar geldiniz?” diye sorulunca, Rib’î şöyle dedi: “Allah Azze ve Celle bizleri kullarından dilediklerini, insanlara kulluktan kendine ibadet etmeye, dünyanın darlığından genişliğine, dinlerin zulmünden İslam’ın adalet iklimine taşımaya memur kıldı” (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VII, 37- 8).
Manzara Ve Halçâresi
Bugün, sahabenin yaşadığı dönemden daha kesif bir zulüm var. İsyan muhteşem zamanlarını yaşıyor. İnsanlar şehvet, şöhret, mal ve makamın mübtelası olup mesuliyet mevzilerini terk etti. Kur’an-ı Kerim ve hadis mecmuları okuyanlar da İslam’ı, camiyle ev arasına hapsetti.
Yeniden Hakk’a kulluğun muhteşem zamanlarına dönebilmek için, Allah Resulü’nün tesis, müctehit imamların ise tafsil ettiği İslam’a hicret etmeli. Elbiselerinin küfar elbisesine değmesinden sakınan sahabenin İslam telakkisini yeniden kuşanmalı. Okullara, hastanelere, anfilere, sınıfara, devlet dairelerine, fabrikalara, köylere, ekranlara, dergi-gazete sahifelerine hasılı hayatın her noktasına sahabenin duruşunu taşımalı. “Burada sizin ne işiniz var?” diye sorulduğunda Rib’î gibi, “Allah Azze ve Celle, bizleri kullarından dilediklerini insanlara kulluktan kendine ibadet etmeye çağırmaya memur kıldı.” demeli.
Toparlanın!
Muazzez İslam Gençleri! Toparlanın! Bir daha küfrün İslam’la hayat arasına inşa ettiği iki asırlık bendleri yıkmak için “bismillah” diyoruz. Eğer revatib sünnetleri aksatmaz, teheccüde kalkar, Müslüman kadınlar da Efendimiz ﷺ’in tayin ettiği ölçülere göre, siyah, geniş ve tek parça dış elbiseler giyer, mahremiyeti muhafaza ederse yakın bir zamanda bu hamle Allah Teala’nın nusretine nail olacaktır.