İslam’ın insanlığın umudu olması, İslami hükümlerin önemli bir bölümünün de Muhammed b İsmail el-Buhari’nin(v. 256) “el-Câmiu’s-Sahîh”inde rivayet ettiği hadisler üzerine ibtina etmesi, Buharî’yi hem içeride hem de dışarıda hedef haline getirmiş, hariçte oryantalizma, dahilde ise onun yerli mümessilleri Buharî üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu çerçevede Onun Müslümanlar karşısında yenilip dağılan İran İmparatorluğu adına intikam almak için hadis uydurduğunu ya da “el-Câmiu’s-Sahîh”i Allah Rasûlü’nün vefatından iki asır sonra tedvîn ettiğini, bu yüzden eserinin muteber olmayacağını iddia etmekte, “Bu Ümmet Buharî ortaya çıkana kadar iki asır Sünnetsiz mi yaşadı?!” gibi sorular sorarak zihinlerde şüpheler oluşturmaktadırlar.
Buharî İranlıların İntikam Memuru Muydu?
İmam Buharî’nin İran İmparatorluğu adına, İslam’dan intikam almak için hadis uydurduğu iddiasının ne aklî, ne de naklî bir delili vardır. Zira Buharî, Farisî değil, Özbek’tir. Doğup, yaşadığı şehirse bugün Özbekistan sınırları içerisindeki Maveraunnehr bölgesinde yer alan Buhara’dır. Buharî, ait olmadığı bir millet adına niçin İslam’dan ya da Araplardan intikam almak için hadis uydursun?! Ne varki ilk mektepte okutulan tarih ve coğrafya kitaplarında yer alan şehir ve şahıs isimlerinden hareketle de anlaşılabilecek basitlikte bir mevzu, söz konusu İslam olunca çarpıtılmakta bilim adamı olduğunu zannedenler, uydurmalar üzerine dev yalanlar inşa edebilmektedir.
Muhalfarz… Buharî Farisî olsaydı yine de Farisîliği İslam’dan intikam almak için hadis uydurmasına gerekçe teşkil etmezdi. Çünkü Horasan, Maveraunnehr bölgesi gibi İran halkı da kendi isteğiyle İslam’a girmişti. İran imparatorluğu ya da bölge devletlerinin baskıcı yönetiminden usanan teb’a Müslümanların adaletini duyunca, İslam devletine elçiler gönderip, İslam ordularını davet etmiş, kendi rızalarıyla İslam devletine katılmış, Müslüman olmuştu. Fetih yoluyla alınan bölgelerde de insanları rahatsız edecek bir durum yaşanmamıştı. Zira halk ne şehirlerinden sürüldü, ne mallarına el kondu, ne de katliama maruz kaldı. Köyde olan köyde, şehirde yaşayan da şehirde hayatına devam etti.
Muhal üzerinde faraziyelere devam edersek şunu söylemek gerekir: Buharî iddia edildiği gibi Araplar tarafından ortadan kaldırılan İran Devleti’nin intikamını almak ve İslam’ın yayılmasına mani olmak için hadis uydurmuş olsaydı, Arapları yeni Müslüman olan Farisîler ve Türkler nezdinde küçük düşüren ya da Farîsileri yücelten hadisler uydururdu. Lakin Buharî de durum bunun tam tersidir. Zira Buharî’deki “Kitâbu’l-Menâkıb”ın ikinci bâbı “Menâkıb-u Kureyş/Kureyş’in Menkîbeleri” hakkındadır. Buharî’nin bu bâbda rivayet ettiği ilk hadis ise şu şekildedir: “Bu emir(Hilafet) Kureyşte’dir. Onlar dini ikame ettiği müddetçe kim onlara düşmanca davranırsa Allah onu yüzüstü yere vurur.” [ref]Buharî, Menâkıb, 2. Allah Rasûlü ﷺ Hilafet’in Kureyş’te olduğunu “haber sîğasıyla ifade etmiştir. Haber sigasının karinelerle “emre” delalet etmesi söz konusu olsa da burada emre delalet edecek bir karine olmadığından ihbarî olan ifadeden kesin bir taleb çıkarılamaz. Bu cihetle bu ve benzeri rivayetler Hilafet’in Kureyş’e aidiyeti noktasında bütün zamanları kapsayacak şekilde vücubiyet ifade etmez. Halife’nin Kureyş’ten olması vacip değil, ancak menduptur denebilir. Bu yüzden Kureyşîlik Halife’nin in’ikad şartlarından değil, tercih gerekçelerinden olabilir. Ayrıca Allah Rasûlü ﷺ “Benden sonra Hilafet 30 yıldır. Sonra saltanat başlayacak” buyurmuştur. Başka bir rivayette ise “Allah Teala saltanatı dilediğine verir.” buyurmaktadır. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay kadar olan Hilafet’in toplamı 30 yıl yapar. Sonrasında ise Hz. Muaviye ile saltanat başlar. Buna göre Allah Rasûlü’nün ﷺ, Hilafet’in Kureyş’te olduğunu bildiren ifadesiyle murad edilen, Saltanat’ın başlamasına kadar sürecek 30 yıllık “raşid halifeler” dönemidir. Nitekim bu 30 yılda Halifeler Kureyş’tendir (Bkz. Aynî, Umdetu’l-Kârî, XVI, 103). Sonrası ise saltanattır. Hadis-i şerif şu şekilde de anlaşılabilr, 30 yıllık dönem hilafet-i kamile, sonrası ise hilafet-i nakısadır. [/ref] Buharî, “el-Câmiu’s-Sahîh”inde Kureyş’in menkıbelerine müstakil bir bab ayırmıştır.[ref] Allah Rasûlü’nün ﷺ Abdullah b Revaha, Zeyd b. Harise, Usame b. Zeyd gibi Kureyş’ten olmayan sahabeyi emir olarak atması da göstermektedir ki, Halifenin Kureyş’ten olduğunu bildiren hadisler vucubiyet değil evleviyet ifade eder.[/ref]
Buharî, Kur’an-ı Kerim’in Kureyş’in lisanı üzere indiğini ifade ettiği Kitabu’l-Menâkıb’ın üçüncü babında ise şu rivayeti nakleder: Hz. Osman Kur’an-ı Kerim’i çoğaltıp Mushaf-ı Şerifleri büyük vilayetlere göndermeye karar verince, Hz. Hafsa’nın evindeki Kur’an-ı Kerim sahifelerini ister ve Ensar’dan Zeyd b.Sabit, Kureyş’ten ise Abdullah b. Zübeyr, Saîd b. el-As ve Abdurrahman b. el-Haris’ten oluşan dört kişilik heyete Hz. Hafsa Mushafanı esas alarak Kur’an-ı Kerim’i çoğaltmayı emreder. Kureyş’ten olan üç üyeye de, Zeyd b. Sabit’le bir harfin yazımı ya da bir kelimenin irabında ihtilaf ettiklerinde onu Kureyş’in lisanıyla yazarak ihtilafı gidermelerini söyler. Gerekçe olarak da, Kur’an-ı Kerim’in Kureyş’in lisanı üzere indiğini zikreder. Onlar da buna riayet eder.[ref]Buharî, Menâkıb, 3; Aynî, Umdetu’l-Kârî, XVI, 109.[/ref]
Buharî iddia edildiği gibi İran İmparatorluğu adına İslam’dan intikam alsaydı, rivayet ettiği hadisler, Farsları yücelten, Arapları ise tahkir eden rivayetlerden oluşurdu.
Ümmet, Buharî’ye Kadar Sünnet-i Seniyye’den Habersiz miydi?!
Sünnet-i Seniyye, Kur’an-ı Kerîm’in vahyedilmesiyle başlar. Allah Rasûlü’nün ﷺ Medine-i Münevvere’de on altı ay Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılması, arzu etmesine rağmen yüzünü Kabe’ye çevirememesi[ref]Bakara: 144.[/ref] Beyt-i Makdis’i kendi arzusuyla kıble yapmadığını göstermektedir. Zira aksi olsaydı, vahiy beklemez, Kabe’ye dönerdi. Fakat dönmedi, bekledi. Kur’an-ı Kerim’de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmayı emreden bir ayet olmadığına, Müslümanlar Kabe’yi istemelerine rağmen, ayet gelmediğinden dolayı Kudüs’e doğru namaz kılmaya devam ettiklerine göre, Allah Rasûlü’ne ﷺ gelen buyruklar, bir “Vahy-i Metlüv” dediğimiz Kur’an-ı Kerim, bir de “Vahy-i Gayr-i Metlüv” dediğimiz Sünnet diye iki şekilde anlaşılmalıdır.
Sahabe, Allah Rasûlü ﷺ ile birlikte yaşar, Onun sözüne itaat eder, hareketlerini de örnek alırdı. Sünnet satırlardan önce sadırlarda muhafaza edildi. Sonra yazıya aktarıldı ve sahabe de dahil olmak üzere her asırda pek çok Müslüman Allah Rasûlü’nün ﷺ hadislerini kuşaktan kuşağa aktardı. Buharî okurken de, hadis tedvîn ederken de ortada Sünnet-i Seniyye ile alakalı çok sayıda müstakil hadis kitabı vardı. Bir kısmı da fıkıh ve tefsir kitapları içerisinde yer almaktaydı.
İmam Buharî’den önce Sünnet-i Seniyye ile alakalı tedvîn edilen bu kitapların tarihi Allah Rasûlü’ne ﷺ kadar uzanır. Bizzat Allah Rasûlü’ne ﷺ talebelik yapan Abdullah b. Amr’ın “Sahîfe”si, Zeyd b. Sabit’in “Kitabu’l-Ferâiz”i bunların en önemlilerindendir. Bazı sahabiler de bizzat kendileri için hadis mecmuaları telif etmişti. Tâbiûn da aynı çizgide çalışmalar yapmıştı. Hemmam b. Münebbih “es-Sahîfetu’s-Sahîha”yı tedvîn etti. Hemmam’ın basılan mecmuasının el yazması kütüphanelerde mevcuttur. İmam Muhammed’in bir kısmını doğrudan Ebû Hanife, bir kısmını da Ebû Yusuf yoluyla Ebu Hanife’den aldığı fıkhî meseleleri ihtiva eden “Zahiru’r-Rivaye” kitaplarında da hadisler senetleriyle zikredilmektedir. Bu cihetle ilk dönem fıkıh kitapları da bir cihetle hadis çalışmasıdır.
İmam Ebû Hanife Hicri 150 tarihinde, Buharî ise 256’da vefat etti. Yani Buharî, Ebû Hanife’nin vefatından 44 yıl(194) sonra dünyaya geldi. Bu tarihi hakikatlere rağmen “Buharî’ye kadar hadis yoktu.” demek, öğle vaktinde güneşi inkar etmek ya da insanların gözleriyle tanıklık ettiği bir mekanı yok saymak gibidir.
Buhari’den Önce Tedvin Edilen Eserler
İmam Malik Muvatta’yı, Buharî’nin doğumundan 54 yıl önce Hicri 140 tarihinde tedvin etti. Eserinin Allah Rasûlü’nden ﷺ rivayet edilen hadisi şeriflerin az bir kısmını ihtiva etmesi ve onun intişarıyla sair bölgelerdeki muhaddislerin tedvîn ettiği hadis mecmualarındaki rivayetlerin reddedilmesi muhtemel olabileceğinden dolayı İmam Malik, Muvatta’nın her tarafa gönderilip esas alınmasına müsaade etmedi. Bu durum da göstermektedir ki, İmam Buharî talebeyken Muvatta da, diğer muhaddislerin eserleri gibi intişar etmişti.
İmam Buharî 10 yaşında iken vefat eden İmam Şafiî hadis alanında Müsned’i, fıkıhta el-Ümmü, usûl-u fıkıh ve Mustalahu’l-Hadis alanında ise er-Risale adlı eserini telif etmişti.[ref]Şafiî’nin er-Risale’si Sünnet’ten istifade etmeyi bir sistem dahilinde ifade ettiğinden dolayı “Mustalahu’l-Hadis” alanında yapılan ilk çalışma olarak da kabul edilebilir.[/ref]
Hicri 241 tarihinde vefat eden Ahmed Hanbel, 30 bin hadis ihtiva eden Müsned’ini Buharî’nin doğumundan ondört yıl önce (180) yazmaya başladı. Müsned’le alakalı, “Bunu, insanlar Allah Rasûlü’nün ﷺ Sünneti noktasında ihtilaf ettiklerinde müracaat edecekleri bir başucu kitabı(imam) olarak tedvin ettim.” dedi.
Ebu Hanife, İmam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, Buharî’den önce yaşadı. Bu yüzden Buharî bunlar içerisinde sadece Ahmed b. Hanbel’den doğrudan, diğerlerinden ise talebeleri vasıtasıyla hadis rivayet edebildi.
Buharî’den önce meşhur dört imam dışında da pek çok alim hadis alanında eser verdi. Buharî bunlardan Abdullah b. Mübarek’in (v. 181) Sünnet-i Seniyye ile alakalı telif ettiği eserleri daha küçük yaşta ezberlemişti.
Ebû Dâvud et-Tayâlisî(v. 204), “Müsned”i yazdığında Buharî 14 yaşındaydı. Hicri 211’de vefat eden Abdurrazzak es-San’ânî de “Musannef”i telif etti.[ref]Bkz. Abdu’l-Mehdi Abdu’l-Kadir, Def’uş-Şubuhât ani’s-Sünneti’n-Nebeviyye, 240-3. [/ref]
Yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz eserler de göstermektedir ki, Sünnet’i Seniyye Buharî’den çok önce telif edilmeye başlanmış; hadisleri yazma ve tedvin etme faslından onları tasnif etme merhalesine geçilmişti. Buna göre “Buharî, el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserini telif edene kadar geçen iki asırda Sünnet-i Seniyye yoktu, Buharî onu uydurdu.” demek, mesnetsiz bir iddiadan öte bir anlam taşımaz.
Hz. Ebû Bekir Hadisleri Yaktı mı?
Oryantalistler ve işbirlikçilerinin Müslümanların Allah Rasûlü’nün ﷺ hadislerine olan itimadını sarsabilmek için başvurdukları yollardan biri de kitaplardan mevzu/uydurma rivayetleri öne çıkarıp zihinleri karıştırmaktır. Bu bağlamda hadis inkarcılarının sıklıkla dile getirdiği tahrib gücü yüksek tezviratlardan biri de, Hz. Ebû Bekir’in Allah Rasûlü’nden ﷺ rivayet edilen hadisleri Hz. Âişe’ye yaktırdığı iddiasıdır.[ref](https://www.youtube.com/watch?v=gtxraQOIAYU) Dk:02:00[/ref]
Hadis inkarcıları bu iddia ile aslında şunu söylemektedirler: “Kur’an bize yeter. Hadislerse şüpheli olduklarından onlarla amel edilmez. Allah Rasûlü’nün ﷺ en yakını olan Hz. Ebû Bekir hadislerden bu derece şüphe duyuyor ve onları yaktırıyorsa, Peygamberden asırlarca sonra gelen Müslümanlar o rivayetlere nasıl itimat edebilir?! Sünnet’i, Hz. Ebu Bekir mi yoksa ondan iki asır sonra gelen Buharî mi daha iyi bilir? Her gün Allah Rasûlü ﷺ ile birlikte olan Ebû Bekir’e uyup, hadisleri imha etmek gerekmez mi?”
En son katıldığı bir televizyon programında din-devlet ilişkisi bağlamında sarf ettiği sözlere binaen Kemalist katılımcılar tarafından, “Mustafa Bey’in dediklerinin altına imzamı atarım.” nevinden pek ziyade övgüler alan müseccel Sünnet-i Seniyye düşmanı olan Zât, kendi kanalındaki programın bir bölümünde bu oryantalist iddiayı naklediyor ve bu satırların sahibine hakaret ediyor.
İlgili bölümü dinlerken aklıma, Bektaşi’ye niçin namaz kılmadığı sorulduğunda, “Ey iman edenler namaza yaklaşmayın.”[ref]Nisâ: 43.[/ref] mealindeki ayeti okuyarak cevap vermesi geldi. Malum ya, Bektaşi’ye ayetin devamında “İçkili olduğuz halde namaza yaklaşmayın.” ifadesi de var denilince, Bektaşi, “Ben hafız değilim” demiş. Oryantalistlerin öne çıkardığı uydurma rivayetlerle Sünnet-i Seniyye’ye saldırmayı “ahlak” haline getiren bu zât da mevzuya dair ibareleri, siyak sibakından kopararak ya da hadis imamlarının ilgili rivayetle alakalı değerlendirmelerini hazfederek ya da onları dikkate almayarak naklediyor. Nitekim, İmam Zehebi, Hakim’den Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Aişe’ye 500 rivayeti getirtip yaktırdığı yönündeki iddiayı nakleder, sonunda da “Haza Lâ Yesihhu/ Bu bilgi doğru değildir.” yani mevzudur, der.[ref]Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, I, 10-1.[/ref] İbn Kesîr de söz konusu rivayetin senedinde yer alan Ali b. Salih’in meçhul bir ravi olması hasebiyle, bu rivayetin merdud olduğunu söyler.[ref]Ali el-Müttakî, Kenzu’l-Ummâl, H. No: 29446. [/ref]
Muhal farz; Zehebi’nin Hakim’den yaptığı bu rivayet doğru kabul edilse de, hadisleri yakma hadisesi hadis inkarcılarını teyit etmez. Çünkü rivayete göre, Hz. Ebu Bekir hadisleri ravilere güvenmediğinden dolayı değil, onları kendine rivayet eden bir ravinin doğruluğundan şüphelendiğinden dolayı yaktırır. Ayrıca Hz. Ebû Bekir kendisine bu hadisleri rivayet eden kişiyi sahabi olmasından dolayı Allah Rasûlü’ne ﷺ bilerek yalan isnat etmekle de itham etmez. Adını vermediği raviden aldığı hadisleri yaktırmasının sebebi ise, unutkanlık, anlama problemi, gaflet, yanılgı gibi durumlar olabilir.
Burada üzerinde düşünülmesi gereken mühim hususlardan biri de şudur ki, binlerce sahabinin Allah Rasûlü’nden ﷺ hadis rivayet etmesini, Onun sahabeye, “Ebu Şah için (hutbeyi) yazın” [ref]Buharî, İlim 39; Ebû Davûd, H. No: 3646.[/ref]şeklinde talimat vermesini, Abdullah b.Amr’ın, “Ben Allah Rasûlü’nden ﷺ duyduğum her şeyi yazıyordum ki Kureyş beni bundan menetti ve dedi ki: ‘Allah Rasûlü ﷺ, gazab ve rıza halinde de konuşan bir beşer olduğu halde ondan duyduğun her şeyi yazıyor musun?’. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Daha sonra mevzuyu Allah Rasûlü’ne ﷺ aktardım. Parmağı ile ağzını işaret etti ve şöyle buyurdu: ‘Yaz! Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz.’ …”[ref]Ebû Dâvud, H. No: 3643.[/ref] buyurmasını, Medine Sözleşmesini, Allah Rasûlü’nün ﷺ Hudeybiye Musalahasını yazdırmasını ve sahabenin tedvin ettiği hadis mecmularını dikkate almayan kişilerin, Zehebî’nin mevzu olduğunu söylediği bir rivayet üzerinden hadisleri inkara yol araması, bir yalanı esas alarak mütevatir tarihi hakikatleri inkar etmek gibidir.
Kendi televizyonunda, “Ben Kur’an yeter dedim mi! Bu memlekette en kolay iş M. İslamoğlu’na iftira atmaktır.” diyen bu Zât ya milletin hafızasıyla alay ediyor ya da ne dediğini hatırlamayacak kadar bunadı. Diyanet’in, Sünnet-i Seniyye ile alakalı hutbesine karşı attığı şu tweetle, “Diyanetin bugünkü hutbesini yazan zat, Tevhid dini İslam’ı, Allah ile Peygamber’in ortaklaşa kurduğu limited şirket zannediyor. Kella!” diyerek mürit ve müntesiplerini hutbeyi protesto adına Cuma’ya gitmeyecek kadar tahrik eden, gelen tepkiler üzerine de sosyal medya hesaplarını bir müddet donduran İslamoğlu, “Ben Kur’an yeter dedim mi!” diyerek kendiyle değilse kiminle alay ediyor?!
Hulasa
[ref]Oryantalistlerin kullandığı yukarıdaki üç iddiadan ikisi İslamoğlu tarafından dile getirilmektedir[/ref]
Bugün Özbekistan sınırları dahilinde yer alan Buhara’da dünyaya gelen İmam Buharî’nin İranlı olduğu iddiasına hem tarihî hem de coğrafî gerçekler aykırıdır. Buharalı bir muhaddisin çöken İran İmparatorluğu adına İslam’dan intikam almak için hadis uydurduğu iddiaları tamamen çelişkilerle doludur.
Eğer Buharî Farisiler adına İslam’la savaşsaydı, Farisilerin itibarını yükseltecek hadisler uydurur, bunları da yayardı. Lakin o “el-Câmiu’s-Sahîh”inde Hilafet’in Kureyş’te olmasının daha evla olacağı anlamana gelen hadisleri rivayet etti.
Buharî hadisle hem ilim hem de amel cihetiyle alakadar oldu. Cerh ve ta’dil ilmini en iyi bilenlerdendi. Bu, onu hadis uyduranların tuzağına düşmekten muhafaza etti. Buna rağmen Buharî’nin söz ve ameline yansıyan verası Onu cerh ve tadilde mutedil çizgiyi oluşturmada da öncü yaptı. Bekr b. Münîr “Buharî’yi, ‘Allah Teâla’ya, tek bir kişiyi dahi gıybet etmeden, beni hesaba çekmeyecek bir halde varmayı umuyorum.’ derken işittim.” demektedir. Buharî, Allah Rasûlü’nün ﷺ sünnetiyle bizzat ona iktida etmek için de alakadar olmuştur. Nitekim atıcılık ulemanın ilgi alanına girmediği halde Buharî, Sünnet olması hasebiyle onunla da alakadar olmuştu. Atıcılıkta olan maharetinden dolayı attığı oklar hedef şaşmazdı.[ref]Ahmed Ferîd, el-İmamu’l-Buharî, 38.[/ref]
İslam; İran, Horasan ve Maveraunnehr bölgelerine hakim olduğunda halk kendi ihtiyarıyla ihtida etmiş, İslam devleti de kimsenin elinden ne malını ne emlakını almıştı. Buharî’nin doğduğu şehri sınırları içerisinde barındıran Maveraunnehr de kendi iradesiyle Müslüman olduğundan halkta kin ve nefreti gerektirecek bir durum olmamıştı.
Buharî’den günümüze kadar yaşayan muhaddisler, onun ilmi derinliği, emaneti, tayin edilen ilmî kriterlere sadakati gibi yönlerini dikkate alarak Buharî’yi hadis ilminde “Emîru’l-Muminîn” olarak kabul etti. Fukaha da hadislerine alaka gösterdi. Sahih rivayetleri ihtiva ettiğinden dolayı müctehitlerin Kur’andan sonra başvuru kitabı oldu. Onun çökmesiyle, ondaki rivayetlere dayanan ictihatların da hurafe olacağını bilen oryantalistler Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok ona saldırdı.
O, hadis tedvininde ilk değildi. O’ndan önce, Allah Rasûlü’nün ﷺ asrından başlayarak hadisleri tedvîn noktasında çok sayıda eser de telif edildi. Abdullah b. Amr’ın, es-Sahîfetu’s-Sadıka’sı, Zeyd b. Sabit’in Kitabu’l-Feraiz’i, Hemmam b. Münebbih’in Sahîfes’i, İmam Malik’in Muvatta’sı, Şafiî’nin eserleri, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, Ma’mer b. Raşid’in Camî’i, Abdullah b. Mübarek’in eserleri, Ebû Dâvud et-Tayâlisî’nin Müsned’i, Abdurrazzak’ın Musannef’i bunların mühimlerindendir. Bütün bu müellifler Buharî’den önce yaşadıklarından eserlerini de ondan önce telif ettiler. Hâdise bu minvalde iken birinin kalkıp da “Sünnet, Buharî’den önce yoktu. Buharî onu bilip görmediğimiz kaynaklardan telif etti.” demesi, yaz günü öğle vaktinde güneşin varlığını inkar etmekten farksızdır