Çocukluk yıllarımızda büyüklerin sıklıkla bahsettiği, sohbet meclislerinde iktibasta bulunduğu mecmualardan biriydi Sebil. Haftalık neşredilen mecmua, siyasi cürümleri, zulümleri, ihanetleri deşifre eder, zulme şahid olanların ifadelerini yazıya döker, hakikati müdafaa adına zalimlerin yakasına yapışırdı. Sebil, Üstad Kadir Mısıroğlu, Kadir Mısıroğlu da Sebil demekti.
“Şeriatçıyım”
Üstad’a kim olduğu sorulduğunda, İslam’dan başka aidiyet tanımadığını bildiren bir Müminin ifadesiyle “Şeriatçıyım” cevabını veriyordu. Bu beyan matbuat aleminin haksözü Sebil’in de nesebini tayin etmekteydi.
Fikir, öfkeyle yoğrulduğunda kararlılık ifade eder. İlk sayısından itibaren Sebil Mecmuası’na o kararlılık hakimdi. Üstad başka ideolojilerle sentez kabul etmeyen bir iman ve iradeyle kelime-i tevhidi yazılarında müşahhas hale getiriyor; putlara ve puttan adamlara “lâ/hayır” diyordu. Her bir yazısı Müslüman gençliğe küfürle hesaplaşma şuuru aşılıyor, sahte kahramanların özelliklerini tafsil ederek tarihi, masaldan, hakikati de yalandan ayıklıyordu. Sebil okuyanlar ya da okuyanlardan müstefid olanların bir zaman sonra hayata bakış açısı değişiyor, kendilerine dev olarak anlatılanların gerçekte “cüce”, cücelerin de “dev” olduklarını görüyorlar.
Büyük Doğu’da Mayalanan Mecmua: Sebil
Aşkı, vecdi, dili, diyalektiği zaviyesinden bakıldığında “Sebil”, Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu havzasında mayalanan daha sonra kendisi olan bir mecmuaydı. Sezai Karakoç’un Diriliş’i, Mehmet Şevket Eygi’nin matbuat alemindeki gayreti ve Kadir Mısıroğlu’nun Sebil’i, Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu’nun farklı cephelerde ki tezahürleri gibiydi. Üstad, “Babıâli”de Şevket Eygi ve Kadir Mısıroğlu’ndan “Birer kürsü sahibi, Şevket Eygi ve Kadir Mısıroğlu” diye bahsetmiştir.
Her Şey Hakk İçin
Üstad Kadir Mısıroğlu’nun ilk sayıdan itibaren mecmuanın logosunun altına yazdığı “Her şey Hakk için” ifadesi, Sebil’in varlık sebebini ifade etmekteydi. Mezkur ibare, müminleri Hakk için her nev’i fedakarlığı yapmaya davet ediyor; küfür yobazlarına da canım dahil malik olduğum her şey İslam’a feda olsun, diyordu. Çünkü Hakk’ın hakimiyeti için her şeyini ortaya koyamayanların dünyasında hakikat bir istismar vasıtası, onu gaye edinenlerin nezdinde ise Allah Azze ve Celle’ye ulaşma yoludur.
Sebil’in Manşetleri
Umumi manada bakıldığında Sebil’in manşetleri okura, İslam’ın hiç bir ideolocyaya muhtaç olmadığını, fikirde, sanatta, harekette, oluşta, yücelişte yalnız başına ferde ve devlete kafi geleceğini söylüyordu. Sebil, İslam’ın her hangi bir sistemin hayat tarzı, yaşam şekli ya da ideolojisiyle kalın çizgileri ya da mahrem noktalarıyla her hangi bir şekilde ittifak, iltisak ya da ittihadının olamayacağını ifade etmekteydi. Sebil, “Avrupaya kuyruk yerine İslam Dünyasına baş olmamız için, İslam Ortak Pazarı Kurulmalıdır” manşetiyle çareyi gösteriyor, “31 Mart İrtica Yalanı” başlığıyla da hakikati tutup ayağa kaldırıyordu. “M. Kemal Paşa’yı Sevmemek Suç mudur?” diye sorarak M. Kemal’i sevmiyor iddiasıyla İmam Hatip’ten atılan üç gencin müdafaasını yapıyor, “Avrupa Konseyi Haçlı karargahıdır.” diyerek Küfrün tek millet olduğunu belirtiyor, “Biz Muhammed(s.a.v.) Ümmetiyiz” manşetiyle de gençliği, İslam’dan başka kabullere dayalı aidiyetleri reddetmeye çağırıyordu.
Kalemle Gelen Zafer
Üstadın her kitabı yüzlerce yalanı tekzib, tahrifi de tashih hükmündeydi. Millet vicdanında o sadece kitap telif etmiyor, üzeri betonla örtülen hakikatleri de gün yüzüne çıkarıyordu. Üstad mücerred manada yazı yazmıyor, bazen Hz. İbrahim gibi put kırıyor, bazen, Nezir-i Uryan gibi çağdaşı olan ucuz kahramanlara karşı milletini ikaz ediyor, tarihi, sahte kahramanlardan temizliyordu.
Bu çağda Hz. İbrahim yoluna ittibada esbakıyyet onun hakkıydı. Çünkü o, Hz. İbrahim gibi, “Size de Allah’ı bırakıp taptığınız şeylere de yazıklar olsun.”[1] diyordu. Tehdit, tahkir ve tezyiflere rağmen kararlılığından ödün vermiyor, “Yakın onu ve bu şekilde tanırılarınıza yardım edin”[2] çağrılarıyla başlayan galiz küfürlere rağmen muzahrafat yağan sokakta yürümeye devam ediyordu.
Mahkeme-i Kübra’dan Alınan Beraat
Tarih, diye yalan imal edilen bir zamanda “hakikat”i söylemek yani İbrahim olmak, zordu. Lakin yüreği imana karargah olanlar için İbrahim olmak onurdu. Üstad, her yazısını o onurun verdiği vakarla yazdı, her konuşmayı o şerefle yaptı. seksen altı yaşında da mahkeme mahkeme dolaştı. Durmadı, susmadı, korkmadı, usanmadı. Lisanı haliyle “Beraatini Hakimler Hakimi olan Allah Azze ve Celle’den almaya talip olan bir mümini hangi zindan durdurabilir?” diyordu.
Yunan Mezalimi
Üstad, matbuat hayatında hep yalana yalan, masala, masal dedi. “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?’ başlıklı kitabı, bu millete nasıl büyük bir hezimetin zafer olarak anlatıldığını, “Ermeni Meselesi ve Zulümler” her yıl dünya gündemine taşınan “Ermeni Soykırımı” yalanının gerçekte Hilal’le Haç’ın bir savaşı olduğunu, biz tarihimizden utanır hale gelip onu terkettiğimizden, tarihindeki yalanlarla beselenen Ermenilerin taarruzuna maruz kaldığımızı ifade etti. “Yunan Mezalimi”nin ne kadar derinlikli olduğunu da o kitaptan öğrendik. İlk olarak 1966’da “Türk’ün Siyah Kitabı” adıyla basılan, Milli Mücadele yıllarında Yunan’ın yaptığı zulmu anlatan, beş asır bir Osmanlı valisiyle idare edilen Yunan karşısında milleti acze düşüren zihniyeti telin eden, kafire karşı şedid, mümine karşı ise kucaklayıcı olmayı anlatan eserin sahibi olan Üstad, madde planında kurtarılan bu millete mana planında yapılan zulümleri anlattığından dolayı, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un koluna eşini takacak kadar Yunan’a hayran olan bir zihniyet tarafından “Yunan dostu(!)” olarak isimlendirildi.
Üstad Necip Fazıl fikir, Kadir Mısıroğlu ise -daha çok- tarih cephesinde eserler telif etti. Her bir eseri hakikat adına kazanılan bir zafer hükmündeydi. Mektep sıralarında öğretmenden Sultan II. Abdulhamid’in müstebid, Sultan Vahidüddin’in hain olduğunu dinleyen öğrenciler hakikati ondan öğrendi.
Eserleri
Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe zuhûr eden sorunların ancak ilk iki buçuk asra hakim olan “aşk, vecd, fetih ve hakimiyet” ruhunun yeniden kuşanılmasıyla çözüleceğini söyleyen ve bu yüzden her nevi iftiraya maruz kalan Üstad, üç muzdarib sultandan önce “Bir Mazlum Padişah Sultan Abdulaziz”’i(2005) sonra “Bir Mazlum Padişah Vahidüddin”i (2006)kaleme aldı. Daha sonra ise Sultan II. Abdulhamid’le alakalı eserini neşretti( 2007). “Bir mazlum Padişah Sultan II. Abdulhamid” adlı eserinde hakkında en fazla yalan yazılan, olmamış hadiseler olmuş, olmuş olanlar da olmamış gibi gösterilen bir Büyük Müslümanı, iftiraları ait olduğu yere irca eden bir uslupla kaleme aldı.
Üstad, son sözü “Allah” olduğu halde ruhunu teslim eden Sultan II. Abdulhamid’in tabutu arkasından insanların, “Bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?!” diye bağrıştığını nakleder. Ne tevafuktur ki Üstad’ın hayatı da, Sultan II. Abdulhamid kitabının son cümlesinde hulasa edildiği bir keyfiyette mana buldu. Çamlıca Camii’nin içini ve dışını dolduran mahşeri kalabalıkta da aynı hüzün vardı. Hakikati söyleyen kahramanın gidişine ağlıyorlardı.
İslam Çökmez
Bir sohbetinin soru cevap faslında bir genç, herc ü merc tarih piyasanın etkisinde, “Osmanlı çöktükten sonra…” diye bir soru cümlesi kurarken Üstad müdahale eder ve “Yalan, İnanma! Osmanlı çökmedi. Osmanlı İslamiyet’in devletleşen halidir. İslam çökmez. Sen varsan, ben varsam Osmanlı da vardır. Var olacaktır. Osmanlı bil fiil bitmiştir. Lakin bi’l-kuvve yaşamaktadır ve dönecektir.” der.
Kurbağa Dili
Geçen asırda Devlet-i Aliyye ile birlikte onun manevi şahsında temsil ettiği kaç milyon değer varsa hepsi tasfiye edildi. Bu bağlamda Ulema susturuldu, harf inkılabı yapıldı, masa başında kelimât üretildi, lügatta İslam’a taalluk eden kaç kelime varsa çıkarıldı, sonuçta “Kurbağa diliyle” bir lisan uyduruldu. Üstad kendi dünyasında buna direndi. Hususi yazılarını İslam harfleriyle yazdı, “kurbağa dili”ni kullanmaktan imtina etti.
Devrimler, Devrilenler ve Devrilmeyenler
Üstad, kelamıyla, kalemiyle, masasıyla, libasıyla yaşayan bir Osmanlıydı. Devrimlerin şahsında devrildiği bir müslümandı Kadir Mısıroğlu. Derdi ki, “Ben fesi Kemalist olmadığıma dair bir tabela makamında taşıyorum. Ben Kemalist değilim. Olmaya da mecbur değilim.”. Bu yüzden Muhterem Mahmud Efendi’nin talebelerine dair şunları söylerdi, “Sizin hiç bir hasenatınız olmasa, şu sarığınızla, şalvarınızla, çarşafınızla Türkiye’nin Kemalist görüntüsünü bozuyorsunuz ya işte bu fazilet Ahiret’te inşaallah size kâfi gelir.”. Üstad sadece dininin değil, ona taalluk her şeyin dilinin, ilminin, irfanın, yerin altındakilerin olduğu gibi üstündekilerin de davacısıydı.
Din Davası mı, Dil davası mı?
Üstad, kâmus gibiydi. Karşılıklı sohbetlerinde uyduruk bir kelime duyduğunda, onun mukabilinin ne olduğunu belirtir, tashih ederdi. Yabancı lisan öğrenmek için gayret sarf eden gençleri, kendi lisanlarını da öğrenmeye çağırırdı. “İman, lisan ile zahir olur.” diyerek kâmusun önemine işaret ederdi. Gençlere, Osmanlıcaya karşı yapılan suikastın esasında İslam’a karşı yürütülen savaşın bir parçası olduğunu belirtirdi. Onlara, “Bu suikastın hainler ve gafiller kadrosunda yer alma! Kullandığın lisan bir alemet-i farika gibi senin Müslümanlığını haykırsın.” derdi.
Kİm Deli?
İddiada delil, iftirada ise yalan esastır. Üstad’ın kurduğu her cümlenin bir arka planı vardı. Bu yüzden Kemalistler onunla konuşmaya cesaret edemez, karşısına çıkamazdı. Küfür yobazları meydan okumaları karşısında aciz kalınca ona “deli/meczup” dedi. Onların ötekileştiren tahkir ve tezyif dili millet evlatlarını uyandırdı. Onlar saldırdıkça Cumartesi sohbetlerine ve kitaplarına alaka daha da arttı. Gençler ona yaklaştıkça gördüler ki iki taraflı bir delilik hali varmış; biri müfterilerdeki dünya hırsının tetiklediği delilik, diğeri ise her büyük müslümanda görülen Allah ve Rasul yoluna delilik derecesinde bağlılık.
Üstad kronolojik soydan tarihi hadiseleri nakleden bir tarihçi değil, bir fikir, ruh ve dava adamıydı. Konuşur, yazar ve eserlerinin bizzat hayata tatbikinde vazife alırdı. Müslüman Gençliğe, “Haddinizi de bileceksiniz, hakkınızı da…” diyerek onları zulmetmeyen, zulme rıza göstermeyen bir hayata çağırdı. Aslında bu cümle onun mücadele hayatının hulasası mahiyetindeydi.
Allah Rasulü, sahabe, ulema ve meşayıh-ı kirama karşı son derece müeddeb, onlara düşman olanlara karşı ise tavizsizdi. İslam büyüklerine karşı haddini bilir, düşmanlarına ise hadlerini bildirirdi.
Hulasa
Şehirde yalnız başına put kıran, ateşlere atılan, Mekke’yi kuran, Medine’nin yolunu açan Hz. ibrahim, “Ya Rabbi! Sonradan gelecekler içinde iyilikle anılmayı bana nasip eyle!”[3] diye Rabbine iltica ettiğinden dolayı her namazın son oturuşunda “Allahumme Salli» ve “Allahumme Barik» dualarını okurken onun için de niyaz da bulunuyoruz. Müslümanın dünyadan beklentisi, öldükten sonra ardından hayır dua kılınmasıdır.
Üstad, gücü ne kadarsa tamamını İ’la-i Kelimetullah uğrunda bezl ederek Allah ve Rasul düşmanlarının yalanlarına karşı mücadele etti, onların putları önünde eğilmedi, yalanlarına hakikat demedi. Elinden tuttuğu yüzbinlere kaybettikleri yolu ve yönü gösterdi. Onlara nereden gelip, nereye gittiklerini, kim olduklarını ve kim olmadıklarını hatırlattı.
İslama, ecdada
sövdürtmedi. Yalana yalan, masala
masal, dedi. Hakikatperest olmanın bedelini zindanlara girerek ödedi.
86 yaşında da mahkeme mahkeme dolaşmasına rağmen gençliği İslamın
baharına hazırlamada ödün vermedi.
Rabbinin hukukunu koruyan bir muvahhid olarak dünyadan ayrıldı. Cenaze
için Anadolu’nun
her tarafından gelen gençler Çamlıca’da İslam’a
sadakatine şehadet etti.
[1]– Enbiya, 67.
[2]– Enbiya, 68.
[3]– Şu’ârâ, 84.