İstanbul, Kahire, Şam ve Bağdat; Medeniyet’in dört atlısıydı. İstanbul, zafer; Kahire ise ilim kürsüsü; Şam, Cennetü’l-Meşrık; Bağdat, Medinetü’s-Selam’dı. Biri muzdarip olunca diğerleri onun imdadına koşar, birinin acısı tamamının yüreğinde hissedilirdi. İstanbul Şamlıların, Şam-ı Şerif de İstanbullularındı.
İstanbullular, babalarından kalan mülkten daha aziz görürdü Bağdat’ı; Diyarbakırlılar da Buhara’yı. Çünkü mülkleri gidince, bir toprak parçasını, Bağdat’ı ya da Buhara’yı yitirince İslam yurdunu kaybetmiş olacaklardı. Böyle öğrenmişlerdi atalarından. En az isimleri kadar kadimdi bu öğreti. Zira saliha anneleri beşiklerini sallarken fehvası ümmet olan ninnileri söylemişti onlara. “Âmin alayları” eşliğinde kaydoldukları mektepte de hocaları, ellerini her kaldırdıklarında Ümmet-i Muhammed’e dua etmelerini öğretmişti. Sonra, Kur’an-ı Kerim dersinde, “Rabbena’ğ-firlî ve li valideyye ve li’lmüminîne yevme yegûmu’l-hisâb” (İbrahim: 41) ayetini okudular; kendileri, ebeveynleri ve bütün müslüman kardeşleri için dua etmelerinin ilahi bir emir olduğunu öğrendiler. Teşehhüd duası olarak Allah Resulü ’nün İbn Mesud’a ezberlettiği tahiyyâtı okudular. Gördüler ki, onda da, “Esselam-u aleynâ ve ala ibadillahis’s-sâlihîn/Selam, bizim ve bütün salih kulların üzerine olsun.” diyerek her gün en az yirmi bir defa meşrıktan mağribe Ümmet-i Muhammed birbirine dua etmekte. Onlar da bu büyük cemaate katıldı. Günde kaç defa bu duayı tekrar ederek; rengine, ırkına bakmadan salih kullarla aynı safta durduklarını ilan ettiler.
Annelerinin okuduğu, ana fikrini “ittihad-ı İslam”ın teşkil ettiği ninniler, ayeti kerimeler, Allah Resulü ’nün İbn Mes’ud’a öğrettiği tahiyyât… Her biri diğerini şerhetti. Neticede her ‘‘Ali’’ gibi, her ‘‘Fatıma’’ da içinde nokta kadar şüphe kalmayacak şekilde İslam milleti saflarına katıldı.
Mardin Kazandı, Asvan Sevindi
Namazı ikame edenler, Kur’an-ı Kerim’i Allah Azze ve Celle’nin talimatları olarak okuyanlar, kavmiyet rüzgarında sarsılmadı, en zor zamanlarda dahi bütün bir İslam milletinin selameti için çalıştı. İslamabadlı kazanınca, İstanbullu; Mardinli muvafak olunca da Asvanlı sevindi. İdealler aynı olduğundan medreseler ve ulu hocalar, farklı şehirlerde de olsa aynı muştuyu söyledi. Metinlerin, onlar üzerine yazılan şerh, haşiye, talik çalışmalarının ya da telif edilen eserlerin tek amacı Millet-i İslam’a hizmetti.
Ümmetin Siyaset Merkezi: İstanbul
Son beş asrın siyaset merkezi İstanbul’du. Bu yüzden Fatih ve Süleymaniye gibi köklü ilim merkezleri diğer şehirlerin istikametini tayin ederdi. Birçok şehirde dersler, “et-Tarîku’lUsmaniyye / Osmanlı usûlu”ne göre okutulurdu. Medreselerde ilk ders, “taalemi’l-edeb/ önce edebi öğren.” diye başlar, “estağfirullahe ve etûbu ileyh” diye biterdi.
Diğer şehirlere göre, Kahire’de telif daha öndeydi. İstanbul, Şam ve Bağdat uleması kendilerini izmâr edip, söyleneni (mâ kale) izhar etmeye daha ziyade önem verirdi. Tevazuyu azık yapan ulu hocalar gözlerden ırak ilim zaviyelerinde destanlar yazardı. Nice âlim vardı ki, kitaplarının kenarlarına pek çok telif ve şerhten daha kıymetli notlar düşmüştü. Fakat onlara bir öğrencileri, bir de kitaplarının varisleri muttali olabilirdi. Onların ilim ve tefekkür hasılaları kitap çapında bize ulaşmasa da ders halkalarında yetişen âlimlerin sadırlarından satırlara geçip günümüze “mâ kale”leriyle intikal etti.
Her dönemde, her şehirde Rabbanî âlimler vardı. Kûfe’de Ebû Hanife, Mısır’da İz b. Abdisselâm, Hint’te İmam Rabbanî, Şam’da Bedruddin Haseni, Mısır’da Mustafa Sabri (rahimehumullah) yolların ayrıldığı noktalarda durup, ümmete Allah Resulü’nün istikametini işaret etti; siyasetin ilme hükümferma olamayacağını söyledi.
İlmin rütbesi bütün makamlardan daha yüceydi. Molla Gürani Fatih’in İslam nizamına uymayan fermanını, onu getiren çavuşun gözü önünde yırtıp yere atmıştı.
Afrika’da bir İslam Köyü
Has dairede dört İslam şehri, umumî manada ise bütün bir Bilâd-ı İslam yek vücuttu. Biri açken diğerlerinde yardım seferberliği başlar, Afrika’da bir İslam Köyü uykusuz kaldığında Cava Adaları’nın gözüne uyku girmezdi. Silistre düştüğünde Kahire, Akra düştüğünde ise Buhara ağlamıştı. İkbal’in Trablusgarp ağıtı, bütün şehirlerden duyulmuştu. Akif, Allah Azze ve Celle’den Ümmet-i İslam için nusret niyaz ettiğinde, Türk de, Kürt de, Arap da, “amin” demişti. İstanbul işgal edildiğinde Hindistan Müslümanları seferber olmuş, evlerindeki iki tabaktan birini satıp, parasını İstanbul’a göndermişti.
Brelvi, Diyobendi
Küfür, bu yapıyı dağıtmak için uzun süre çalıştı, kültür ve siyaset ajanları yetiştirdi. İman, fikir ve harekette yeni ihtilaf alanları oluşturdu. Gazete ve dergilerle ümmeti bu ihtilaf alanına çekip sorunlu bir gündeme mahkum etti. Kısa zamanda her fikre taraftar bulundu. Aynı safta namaz kılanlar tali mevzuları esas kabul edip, farklı oluşumlar içerisinde yer alınca birbirlerine selam vermekte zorlandı. Pakistan’da Brelvi, Diyobendi’nin; Diyobendi de Brelvi’nin arkasında namaz kılmadı. Oysaki her ikisi de Ehl-i Sünnet ve Sufiydi. Aynı hastalık farklı şekillerde bütün bir Bilad-ı İslam’ı da sardı. Müslümanlar ihtilafar üzerinden yeni düşmanlıklar üretti. Neticede kendi cemiyeti içerisinde yer alanı kardeş, başka bir çatı altında olanı ise rakip gördü.
Ulus Devleti Masalı
İradesiz müslüman beşikte öğrendiği, her namazda tekrarladığı “Ümmet-i Muhammed”e dua hassasiyetine fiili hayatta yer bulamadı. Kıldığı namaz, hayatına müessir olamayan sözler mecmuasına dönüştü. İslam gitti, modern cahiliye geldi. Ümmet, ulus devleti masalıyla kandırıldı, o da bir asır acı çekti.
Arab Baharı’ndan İslam Baharı’na Doğru
Şimdi gurbet bitiyor. Arap Baharı, İslam Baharı’na dönüşüyor. ABD süvari değişecekti. Yorgun ve mücrim Mübarek’i alacak yerine Muhammed Baradey’i getirecekti. Bu noktada uzun zamandır hazırlık da yapılmıştı. Baradey Tahrir Meydanı’na indiğinde, kameralar hep onu izledi, onun mesajlarını kamuoyuna taşıdı. Sanki hareketin lideri O idi.Fakat İhvan-ı Müslimin kısa zamanda meydana da devlete de hâkim oldu.
İslam Coğrafyası’nın son hali, kapalı olan kardeşlik koridorlarını yeniden açtı. Artık Mağripli de, Meşrıklı da onu gurbete savuran modern cahiliyeden nefret ediyor.
Müslüman, daha güzel bir istikbal vaadiyle evini terk eden, yolda eşkıyalar tarafından derdest edilip her şeyi talan edilen, bir mücrim gibi hapse atılan, uzun yıllar sonra kurtulan mahkûm gibi, artık modern cahiliye tasavvurunu hatırlamak bile istemiyor.
Yıllar sonra İstanbul, Gazze’nin; Gazze de İstanbul’un bayrağını taşıyor sokaklarda. Yetimhanelerdeki çocuklar, Bangladeş mülteci kampındaki Arakanlılar, yavrusunun tabutu ardından ağlayan anneler, duksilerde Kur’an-ı Kerim ezberleyen çocuklar, Bağdat, Kahire, Trablusgarp, Lahor hep bir ağızdan ‘‘İstanbul yeniden başkent olsun’’ diyor. Saftaki duruşlar hayata taşınıyor gibi.
Ezcümle, Kur’an-ı Kerim’in sadece okunan bir kitap olmadığı, Allah Teâla’nın talimatları olduğu bilinci yüreklerde eskisinden daha muhkem oluyor.
(Hüküm Dergisi 3. Sayı / Mart 2013)