Bir yıldan daha uzun bir zaman önce İslam ümmeti, bu dünyanın bayağılığına düşmekten ruhlarını koruyan, müminlerin Rabblerine ibadete meylettiği gibi ilme yönelen müçtehit âlimlerinden birini kaybetti. Zira O, ilmin ibadetin bir nevi olduğunu, âlimin de ilmiyle sadece Allah’ın rızasını kazanmayı istediğini, yeryüzünde yüce olmak, fesat çıkarmak, makamın gücünü kullanarak küstahlık yapmak gibi emeller gütmediğini, onunla dünyevi menfaatler de arzulamadığını, ancak Allah Azze ve Celle’yi razı etmek için, ilmiyle hakkı desteklemeyi amaçladığını biliyordu. İşte bu zat İmam Kevserî’dir. Mekânı cennet olsun. Allah ondan razı olsun ve Onu rahmetiyle hoşnut etsin.
Yaşadığımız dönemde vefat eden âlimlerin hiç birinin yerinin, Kevseri’nin ki gibi boş kaldığını zannetmiyorum. Çünkü O, ilmi geçim kaynağı ve herhangi bir gayeye ulaşmak için basamak addetmeyen, aksine onu en ulvi gayelerin sidre-i müntehası ve idrakin eriştiği en üst nokta olarak gören selef-i salihînin muasır temsilcisiydi. Zaten dinî ilimlerin ötesinde, ne müminin ulaşmayı hedeflediği bir gaye, ne de âlimin varacağı bir makam vardır.
Kevserî “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifinin şahsında gerçek olduğu bir âlimdi. O, bu veraseti, kendisiyle iftihar edeceği ve insanlara karşı gururlanacağı bir şeref olarak görmüyordu. Onun nazarında bu veraset, İslam’ın daha da ötelere duyurulması, hakikatlerinin açıklanması, dinin özüne yönelik vehimlerin yok edilmesi, onun insanlara saf, parlak ve açık bir şekilde sunulması ve neticede insanların karanlıkta dinin ışığına yönelmelerini ve onun rehberliğinde yollarını bulmalarını temin eden bir cihattı. Bu veraset, âlimden, peygamberler gibi cihad etme, onların ıstırap ve sıkıntılara sabrettikleri gibi sabretme, hak yola ve hidayete davet ettikleri kişilerden gelen sıkıntılarla yüz yüze geldiğinde onlar gibi mukavemet göstermeyi talep eder. Bu veraset, ancak onun sebeplerine yönelen, vazifesini bilip hakkıyla yerine getirenler için bir şereftir. İşte İmam Kevserî böyle bir âlimdir.
Müceddit
Bu Büyük İmam, ne yeni bir mezhep kurdu; ne de daha önce örneği olmayan bir davanın davetçiliğine soyundu. Günümüzde insanların yenilikçi diye isimlendirdikleri kişilerden biri olmadığı gibi, onlardan daima sakınmıştır. O, İslam’ın esaslarına ittiba (mütttebi’) eden bir âlimdir. Asla bidatçi (mübtedi’) değildir. Buna rağmen diyorum ki: O “tecdit” kelimesinin gerçek anlamı ile “müceddit”lerden biridir. Çünkü “tecdit”, insanların bugün algıladığı gibi, kişinin dini esaslara olan bağlarından sıyrılması ve peygamber devrini reddetmesi değil, dine ihtişamını iade etmek, din ile ilişkilendirilen vehimleri yok etmek, onu insanlara, özündeki gibi saf, aslındaki gibi tertemiz açıklamaktır. O halde “tecdit” sünnetin yaşaması, bidatin yok olması ve insanlar arasında dinin dimdik ayakta durmasıdır.
İşte gerçek ve doğru anlamıyla “tecdit” budur. İmam Kevserî, peygamberin sünnetini ihya vazifesini ifa etmiş, tarihin dar geçitleri arasında saklı kalan sünnetle ilgili kitapları ortaya çıkarmış, ravilerinin metotlarını açıklamış, tedvin ettiği risaleler ve telif ettiği kitaplarla Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve selem) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetini insanlara arz etmiştir. Sonra sünnet üzerine çalışan, onu hakkıyla himaye eden geçmişteki âlimlerin çalışmaları üzerinde yoğunlaşarak onların sünneti ihya etme amacına yönelik ameliyelerini derleyen eserlerini neşretmiştir. Onun çalışmalarıyla ruhlara din sevgisi aşılandı, kalpler fesattan korundu. Dünya, âlimleri ahiretten alıkoyamadı. Onlar asla sultanların izinde gitmediler.
İlmi Derinliği
Kevserî, gerçek bir âlimdi. Onun ilimdeki kudretini âlimler de biliyordu, ne var ki çok azı onun mücadelesini idrak edebilmişti. Onu ilk karşılaşmamızdan yıllar önce hakkın nurunu yayan makaleleri ve neşrettiği yazma eserler üzerine düştüğü notlarla tanıdım. Allah’a yemin olsun ki; yazma eserin beni büyülemesi, Kevserî’nin onun üzerine düştüğü notlar kadar olmazdı. Bazen yazma, küçük bir risale oluyor fakat Kevserî’nin notları onu kayda değer bir kitap formatına dönüştürüyordu. İfadelerinde, derin kavrayışı, meselelere vukufiyeti ve ufkunun genişliği göze çarpıyor, bütün bunları ibare güzelliği, anlam zarafeti, eleştiri gücü, hedefe isabet, düşünce ve yazıya hâkimiyetiyle yapıyordu. Bu yüzden okuyucunun aklına onun yabancı olduğu, Arap olmadığı gelmezdi.
Aşırı tevazuundan dolayı, kitap isimlerinin yanına Osmanlı Devleti zamanında üstlendiği resmi görevini de yazmazdı. Çünkü O, âlimin şerefi, elde ettiği resmi görevi ile değil, ancak ilmi çalışmaları ile kazandığına yürekten inanıyordu. Bazı okurların, Onun anlamlarının inceliği, mukaddimenin parlaklığı ve üslubun net olmasının yanında ibarenin kusursuz yapısı nedeniyle bir Türk yazar olduğu akıllarına gelmez, aksine Arap olduğunu, Arap olarak doğup büyüdüğünü, Arap olarak yaşadığını, sürekli Arap memleketlerinde kaldığını düşünürlerdi. Fakat bunda şaşılacak bir durum yoktu; çünkü O nesebi, yetişmesi ve İstanbul’daki insani hayatı süresince Türk, ancak ilmi yaşamında Kur’an dili ile bütünleşen halis bir Arap’tı. Hep Arapça okuyor, parlak zihnini, Muhammedi Arabi nuru ile dolduruyordu. Bundan dolayı Arapçaya sonradan bulaşan bütün üsluplardan uzak, tertemiz bir dille yazıyor; fesahat noktasında hiç bir tartışmaya konu olmayan fasih ifadeleri seçiyordu. Bu Onun metin, nahiv ve belagat alanlarındaki dil kitaplarına vukufiyetinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Bütün bunların üstüne Arapça şiir yazıyor, şiirleri de hüsnü kabul görüyordu.
İslam Ümmetinin Âlimi
Kevserî’nin bazı özelliklerle temayüz etmesi, onu yüceltti ve İslam dünyasında örnek alınan bir âlim konumuna getirdi. O, ilmin ticaretten daha çok itibar görmesini sağladı. Doğu ve batıya âlimin vatanının bütün bir İslam coğrafyası olduğunu gösterdi. O, asla dinde bayağılığa razı olmaz, İslam’ı tahkir edene de müsamaha göstermezdi. Allah’tan ve hakikatten başka bir irade tanımaz, gerçeği söyleyemediği, İslam’ın esaslarının da yüceltilmediği bir yerde yaşamasının doğru olmadığına inanırdı. Velev ki orası yetiştiği, okuduğu, evlerinde büyüdüğü ülkesi olsun. Çünkü âlim, maddesiyle değil ruhuyla; fâni arzularıyla değil, sonsuz hakikatlerle yaşar. Allah katında ve ahirette mümtaz bir kul olmak ona yeter. Dünyanın ve dünya ehlinin makamlarına gelince bunlar geçici birer gölge ve değişken birer engeldir.
Mücahit Bir Âlim
Bu büyük âlimin hayatına genel hatlarıyla baktığımızda, Onun ıstırap ve sıkıntılara karşı sabırlı, samimi ve mücahit bir âlim olduğuna tanık oluruz. İslam ülkelerinde dolaşmış, belalarla karşılaşmış, yerleşip kaldığı her yerde nuru ve bilgiyi yaymıştır. Dolaştığı her yerde Onun tatlı ilim pınarından içen, yüreklerinde Onun samimi ve mümin ruhunu parıldatan öğrencileri olmuştur. İlmi olanca saffetiyle, ona gösteriş ve eğrilik bulaştırmadan arz etmiş, ömrü boyunca da insanların rızasına veya öfkelenmesine aldırmadan, daima hakkı söylemiştir.
Açıktır ki bütün bu güzel hasletler Onun damarlarında dolaşan kanda mevcuttu. Çünkü O, çocukluğundan itibaren cihadın içinde, gerçeğin kucağında idi. Ailesinde takva, cesaret, cihat için tahammül ve sabır vardı. O, küfre mukavemetin, kuvvetin, beden ve ruh güzelliğinin, düşünce selameti ve derinliğinin vatanı Kafkasya’dan gelme bir aileye mensuptu.
Babası Kafkasya’dan İstanbul’a göç etti. Kevserî, hidayetin ve hakkın hâkim olduğu bir zamanda dünyaya geldi. Dini ilimler okudu. Yaklaşık yirmi sekiz yaşında pekiyi derece ile tahsilini noktaladı. Sonra tedris basamaklarında yükselerek, erken yaşta en üst mertebeye ulaştı. Bu esnada kendi arzularına göre hükmetmesi için dünya işlerini dinden ayırmak isteyenlerle sınandı, gençliğinin baharında, arzuların yavaş yavaş açıldığı, gençlik hırslarının hazır olduğu bir dönemde olmasına rağmen onları takip altına aldı. Fakat O, onların dünyasına karşı dini tercih etti. Çilesiz bir hayat yaşamaktansa, İslam’ın değerlerini savunmayı arzuladı. Hatta Allah’ın rızasının olduğu bir yerde oluşabilecek sürekli bir sıkıntıyı, insanların ve dünya işlerini idare edenlerin rızasını kazandıran refah içindeki bir hayata yeğledi. Çünkü Allah’ın rızasını kazanmak imanın en yüce mertebesidir.
İttihat ve Terakki Mağduru
Devlet yönetimini ellerinde tutan İttihat ve Terakki mensupları, dini öğretimin alanını daraltmak ve ders saatlerini azaltmak istediklerinde, onlara karşı cihad etti. Kevserî, bu azaltma ameliyesinde dini tedrisatın sınırlarının budanmasının amaçlandığını gördü. Çare aradı, plan hazırladı, değerlendirdi. Sonunda onların bu isteğine karşı irade beyan etti, onların kısalmasını istediği müddeti de uzattı. Çünkü bu sayede İslami ilimler öğrencisi, bu ilimlere vukufiyet kesbetme, aldığı bilgileri hazmetme imkânı bulacaktı. Arap Dili öğrenen kişinin özellikle yabancı bir öğrenci olduğu düşünüldüğünde bu durum daha da açık anlaşılacaktır.
Kevserî yükselmek için makam sahiplerine sığınmayan, bir arzusuna ulaşmak ya da ne kadar yüce olursa olsun bir amacına varmak için de olsa güç sahiplerine müdahane yapmayan, her halinde şerefli, vakarlı bir âlimdi. O, kişiyi yüksek makamlara ancak güvenilir yolların ve müstakîm usullerin ulaştırabileceğine inanırdı. Nitekim şerefli biri değerli bir amaca ancak ruhunu alçaltacak unsurlardan koruyarak varabilir. Çünkü kişiyi yüce bir şahsa ancak onun gibi olan unsurlar ulaştırabilir. Yeryüzünün muktedir insanlarına sırt dayamakla şeref elde edilmez. Zira kim onlara yaslanıp güvenirse Allah Teâlâ katında değerli bir kul olamaz.
Ders Vekili
Kevserî İslami ilimleri tahsil yolunda büyük bir azimle çalıştı. Neticede Şeyhulislam Vekili oldu.[ref]Sultan II. Bâyezîd, Bâyezîd medresesini inşa edince şeyhulislamın burada ders vermesini emreder. Zamanla şeyhulislamların meşguliyet alanı genişleyip bu vazifeyi ifa edemez konuma gelince medresede kendileri adına ders vermek üzere “ders vekilli” ünvanıyla naib tayin ederler. İlim, alim ve medrese ile alakalı konular da uhdesinde olan “ders vekili” günümüzdeki Ezher şeyhine mukabil bir makamı haizdi. Bkz. Hayri, el-İmamu’l-Kevserî, Kahire, 1999, s. 15-16.[/ref] O, bulunduğu makamın hakkını takdir eden bir âlimdi. Bu yüzden iktidar sahipleri ne kadar güçlü ve muktedir olursa olsun, maslahat gerekçesiyle onun rızası uğruna haddi aşmadı. Ulvi değerlere sadakat yolunda görevinden alınmayı kabul etti. -Çünkü hak yolda her şeyden el etek çekmek, batıla uyup yok olmaktan iyidir.
Kevserî, Şeyhülislam vekilliğinden alındı; ancak başkanlığını yaptığı mecliste üye olarak görevine devam etti. Ünvan kaybının sebebi onurlu duruşu olduğundan başkanlığını yaptığı mecliste üye sıfatıyla görev yapmaktan rahatsız olmadı. Zira büyük ruhluluk kişinin amir ya da memur olarak çalışmasına engel değildir. İzzetin kaynağı da onu mübarek kılan da Allah Azze ve Celle’dir.
Hicret
Şerefli, iffet sahibi, müttaki âlim, tahammülü güç belalarla sınanır. Bunun tezahürü olarak O, izzetin medarı, Müslümanların umudu, İslam’ın en büyük yurdu aziz vatanını ilhadın kararttığını ardından da bu dinin vakarından rahatsız olanların orada hüküm ferma olduklarını, dinine mütemessik Müslümanların konumunun elinde kor ateş tutana benzediğini görür. Kendisinin de her türlü işkencenin hedefi olduğunu, bir kurtuluş yolu bulamadığı takdirde hapishanelerin dehlizlerine savrulacağını, hâsılı ilimle arasına engel konacağını fark eder.
İşte bu durumda İmam önünde üç seçenek bulur: Ya; eli kolu bağlı bir esir olarak hapishanelerde kalacak böylece ilmi yok olup gidecek ki bu, ders vermeye, halkı aydınlatma ve delilleriyle insanlara öğretmek üzere dinin gizli hazinelerini bulup çıkarmaya alışmış bir âlim için çok ağır bir durumdur; ya da, dalkavukluk, yağcılık, yardakçılık yapacak pek çok sıkıntı çekecek belki de başını verecek. Yahut da Allah’ın arzında hicret edecek. İşte bu noktada şu ayeti düşündü: “Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!”[ref]Nisâ: 97.[/ref]
Mısır
Mısır’a hicret etti[ref]Kevserî bazı dostlarından tutuklanacağı yönünde tertip hazırlandığını öğrenince ailesiyle dahi görüşemeden 1922 yılında deniz yoluyla İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bkz. Hayrî, a.g.e., s. 8, 18.[/ref] , oradan Şam’a geçti, sonra tekrar Kahire’ye döndü, ikinci kez Şam’a gitti, nihayet Kahire’ye yerleşerek şehirlerarası seyahatini noktaladı. Hem Şam seyahatinde hem de Kahire’de ki ikameti esnasında talebeleri için bir nurdu. Dar ya da geniş olan evi okul talebelerinin değil gerçek anlamda ilim taliplerinin sığındığı bir yerdi. Onun yanında bu öğrenciler, kitaplardan bilgi kaynaklarına ulaştılar. İlim pazarı oldukça işlekti; âlimlerin yürekleri İslami ilimlerle inşa edilmekteydi. Kevserî kapalı ifadeleri açarak, ilminin bereketini ve tefekkürünün hasılasını sunarak bu araştırmacıların zihinlerini ilim çarşısına yönlendirmekteydi.
Mısır’da Bir Hazine
Bu satırların yazarı, hocayla ancak vefatından iki yıl kadar önce görüşebildi. Fakat Onunla ruhi tanışmamız yıllar öncesine, makalelerini, tahric ettiği yazma eserler üzerine düştüğü notlarını ve telif ettiği kitaplarını okuduğum zamanlara uzanır. Doğrusu benim bu büyük âlimin gönlünde, Onun benim gönlümdeki yerine benzer bir yerimin olduğunu tahmin bile edemezdim. Ne zaman ki, “Husnu’t-Tekadî fî Sîreti’l-İmam Ebû Yûsuf el-Kâdî” adlı eserini okudum ve orada gördüm ki, Allah razı olsun, Ebû Yûsuf’a nisbet edilen çözümler bölümünde, bana yer vermiş, güzel sözlerle bahsetme lütfunda bulunmuş. Şehadet ederim ki büyük zatlardan, âlimlerden övgüler aldım, fakat hiçbir zaman bu allamenin övgüsünden duyduğum kadar onur duymadım. Çünkü ilmi bir madalya olan bu övgü, ilmî madalyalar vermeye ehliyeti olan bir büyük âlimin ihsanıydı.
Onunla karşılaşmak için gayret ediyor fakat adresini bilmiyordum. Bir gün el-Ataba el-Hadra meydanında yürürken muhterem, vakarlı, yaşlı bir adam gördüm. Ağaran saçları bedeninden fışkıran hakikat nuru gibiydi. Suriye’li öğrenciler çevresini sarmış; üzerinde de Türk âlimlere mahsus elbise vardı. Bir an içimde Onun arayıp da bulamadığım Kevserî olduğu hissi uyandı. Öğrenciler ayrılınca hemen birisine; “Bu şeyh kimdir?” diye sordum. “Şeyh Kevserî” dedi. Hemen adresini almak için koşup huzuruna vardım, kendimi tanıttım; anladım ki onda da bendeki gibi görüşme arzusu varmış. İleriki bir tarihte Onu ziyaret ettim, gördüm ki o, eserlerinde ve araştırmalarında tanıdığım Kevserî’nin de üzerinde bir âlimdi. O Mısır’da bir hazinedir.
Burada, İmam Kevserî’nin hayatından ancak çok az kişinin vakıf olduğu bazı sayfaları/devreleri gün ışığına çıkarmak istiyorum. Bununla, Ondan herkesin faydalanmasını ve onun tatlı membaına ilim talebelerinin ulaşma imkânı bulup, bereketli kaynağına konup istifade etmelerini arzu ediyorum. Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi meclisine Şeriat bölümü, şu öneriyi sundu: Fakültenin lisansüstü öğretim yapılan bölümlerinden Şeriat kısmında ders vermek üzere Üstat Kevserî görevlendirilsin. Meclisin değerli üyeleri, Kevserî’nin İslami ilimlerdeki derinliğini ve büyük ilmi çalışmalarını bildiklerinden öneriyi kabul ettiler.
Hadisenin akabinde dönemin Şeriat bölüm başkanı ile birlikte yanına gittik[ref]Ebû Zehre Ali el-Hafîf ile birlikte bu teklifi Kevserî’ye götürdüklerinde, O dünya hayatının son yılı içersindeydi. Bu durum teklifleri geri çevirmesine neden olan mazeretinin haklılığını göstermesi açısından önemlidir. Bkz. a.g.e., s. 8, 26.[/ref], fakat kendisinin ve eşinin hastalığı, bir de görme zayıflığı gerekçesiyle özür beyan ederek görevi kabul etmekten istinkâfı ve bu noktadaki ısrarı bizim için beklenmedik bir tavır oldu. Biz teklifimizde ısrar ettikçe O da mazeretini beyan etmeyi sürdürdü. Teklifimiz kabul görmeyince son olarak kendisine, beklediğimiz ve temenni ettiğimiz bu ilmi yardımlaşma konusunu tekrar gözden geçirmesini rica ettik. İlerleyen zamanlarda tekrar bir daha ziyaretine gittim, ricada bulunup ısrarla ders okutmayı kabul etmesini istedim. Bu kez benimle daha açık konuştu: “Şeyh Muhammed… Muhakkak ki orası ciddi bir ilim merkezidir, derslerimi istediğim gibi verebilmem için güçlü bir bünyeye sahip olmayı arzu ederim, yaşlı ve rahatsız olmamın yanında, hayatta benden başka tutar dalı olmayan eşimin hastalığı, … İşte bütün bunlar bu görevi gönül rızasıyla yapmama imkân vermiyor.”
Bir Sabır, Bir Şükür, Bir Hamd Abidesi
Bu büyük âlimin huzurundan ayrılırken kendi kendime şöyle diyordum: Bu insan bedeninde ne yüce bir ruh tutsakmış! İşte bu, Kevseri’dir.
Çeşitli sıkıntılarla sınanan fakat hiç yıkılmayan bu büyük şahsiyet sevdiklerini kaybetmekle de imtihan edildi. Hayatta iken çocukları vefat etti. Ölüm onları tek tek alıp götürdü[ref]Kevserî’nin bir erkek üç kız olmak üzere dört çocuğu vardı. Erkek evladı ve bir kızı İstanbul’da, diğerleri ise Mısır’da vefat etmiştir. Bkz. Hayrî, a.g.e., s. 10.[/ref]. Her ölen yavruyla bir acı, acılarla yürekte beliren yaralar ve kalbi kuşatan hüzün bulutları… O bütün bunlara bir ilmin gücüyle, bir de Hz. Yakub’un şu sözünü tekrar ederek dayandı: “Artık bana düşen güzel bir sabırdır, yardım istenilecek de ancak Allah’tır.”[ref]Yûsuf: 18.[/ref] Fakat sürurda ve ıstırapta hayat arkadaşı ya da peşi sıra gelen onca acıdan sonra dünya dertlerinin ortağı hanımı sabretmeye çalışıyor, zor tahammül ediyordu. Kevserî hanımını teselli etmeye, bizzat kendisi de tedaviye muhtaç olmasına rağmen Onun yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Kevserî, tıpkı Sıddıklar gibi, bir sabır, bir şükür ve bir hamd abidesi olarak (1952 yılında Kahire’de) Rabbine yürüdü. (Radiyallahu anhu ve erdahu)